Şehri her ay şiirle kuşatan ‘Şiirin Atlıları’ programının bu ayki konuğu “Kirlenmiş sesimle yeniden döndüm kente/ Alfabemden kan sızıyordu/ Zor hayatlar yükledim ömrüme/ Pişman değilim/ Cübbeme ateş yükledim/ Direndim yalanlara” dizelerinin de şairi Mehmet Çelik…İBB Bakırköy Cem Karaca Kültür Merkezi’nde yarın saat 20.00’de şiirseverlerle buluşacak Çelik’in ‘Yerli Ağıtları’ ve ‘Semender’ isimli şiir kitapları var. Şair Adem Turan ile Özcan Ünlü’nün moderatörlüğünde düzenlenecek programda aynı zamanda bir edebiyat araştırmacısı olan Çelik, şiirlerinden örnekler verecek, katılımcıların sorularını da cevaplandıracak. (0 212 660 17 07)
↧
Şiirin Atlıları’nda Mehmet Çelik var
↧
Adnan Şenses, son yolculuğuna uğurlandı
Tedavi gördüğü hastanede önceki gün hayatını kaybeden ünlü sanatçı Adnan Şenses, dün Teşvikiye Camii’nde kılınan ikindi namazından sonra son yolculuğuna uğurlandı.Eşi Lale Şenses ve yakınları namazdan önce taziyeleri kabul etti. Lale Şenses, “O kadar içten söylüyorum ki dünyanın en iyi meleğini kaybettik. Canımı, ciğerimi kaybettim. Şuna inanın hayatta bu kadar iyi bir insan olamaz. Melekti, başka bir şeydi o. Allah bana güç versin. Yolu açık olsun. Allah rahmet etsin.” dedi. Cenazeye, aralarında Serdar Gökhan, Hakan Ural, Yılmaz Vural, Selami Şahin’in de bulunduğu pek çok ünlü isim katıldı.
↧
↧
Mehmet Akif müzesi geliyor
İstiklal Marşı’nın yazarı, milli şair Mehmet Akif Ersoy ölümünün 77. yılında dün pek çok şehirde anıldı.Bu anma etkinliklerinin yanı sıra İstanbul’un Beykoz ilçesinde Mehmet Akif Ersoy’un tanıtılacağı ve eserlerinin gelecek kuşaklara aktarılması için bir müze kurulacağı haberi geldi. Beykoz Belediyesi’nin, Vakıflar Bölge Müdürlüğü’yle imzaladığı protokol çerçevesinde devraldığı tarihi bina restore edilerek kültür dünyasına Mehmet Akif Ersoy Müzesi olarak kazandırılması planlanıyor. Mehmet Âkif Ersoy Müzesi çalışmaları kapsamında devralınan tarihi binanın rölöve, restorasyon ve restitüsyon projeleri başlatılırken, projelere ilgili kurullardan onay çıktığı takdirde ilçe, Mehmet Akif Ersoy’un ve eserlerinin tanıtıldığı bir müzeye kavuşmuş olacak.
↧
Kırmızıyı arayan ustanın tutkusu
İznik çinisinin peşine düşerek yaklaşık 300 yıldır kayıp olan mercan kırmızısını yeniden keşfeden ustaların ustası Faik Kırımlı, geniş kapsamlı bir sergiyle anılıyor. 2011’de aramızdan ayrılan sanatçının Hilye-i Şerîfler, Kâbe tasvirleri, kelime-i tevhidler, ayetli panolar, tabaklar, karolar ile kandil ve buhurdanlıkların bulunduğu 150 kadar eseri 20 Ocak’a kadar Küçükçekmece Cennet Kültür Merkezi’nde.Klasik devir Osmanlı çini sanatının dikkat çeken en önemli özelliği, 16. yüzyılda İznik atölyelerinin büyük bir ‘teknik’ zaferi tanımlanabilecek hafif kabarıkça, parlak mercan kırmızısının kullanıldığı çinilerdir. Süleymaniye Camii, Rüstem Paşa Camii, Sokullu Mehmet Paşa Camii, Piyâle Paşa Camii ve Takkeci İbrâhim Ağa Camii bu gizemli mercan kırmızısının günümüzde de görülebileceği çinileri barındırır. Orhan Pamuk Benim Adım Kırmızı romanının aynı başlıklı bölümünde bu rengin nasıl “harika bir kırmızı” olduğunu şöyle anlatır: “Ne de güzeldir beni bekleyen bir yüzeyi kendi muzaffer ateşimle doldurmak! Benim yayıldığım yerde gözler parıldar, tutkular kuvvetlenir, kaşlar kalkar, yürekler hızlanır. Bakın bana; ne kadar güzel şey yaşamak! Seyredin beni; ne güzeldir görmek. Yaşamak görmektir. Her yerde görünürüm. Hayat benimle başlar, her şey bana döner, inanın bana.” İznik çinisi, 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gerilemeye paralel olarak, çini ustalarının paralarının ödenmemesi ve ucuz malzemelerin kullanılmasıyla değerini yitirmeye başlar. 18. yüzyılda çini sanatı devrini tamamlar ve ustalar da arkalarında pek de yazılı belge bırakmadan bu sanatın sırrını kendileriyle birlikte götürür. İznik çinisi, yüzyıllar sürecek bir sessizliğe bürünür. 20. yüzyıla gelindiğinde ise Faik Kırımlı (1935-2011) bir gün Kapalıçarşı’da antikacı arkadaşının gösterdiği İznik çini parçalarıyla karşılaşır. Bu onun için bir nevi milat olur ve ömrünü İznik çinisinin sırrını arşivlerde bulmaya adar. Sanat tarihçisi Celal Esad Arseven’e danışır. Arseven çok uğraştıklarını fakat bu mercan kırmızısının nasıl elde edildiğini bulamadıklarını söyler. Topkapı Sarayı arşivlerini, belgeleri, risaleleri araştırmaya başlayan Kırımlı’nın derdi, o ‘sırlı’ kırmızıyı elde etmektir. İznik çinisinin sırrını çözmek için kendini vazifeli sayar ve “Eninde sonunda seni yakalayacağım, nereye gidersen git.” der.“Çini bir ateş oyunudur”Bu tutkusu Kırımlı’nın tam yedi yılını alır. Yazılı kaynaklardan umudunu keser, deneme yanılma yoluyla İznik çinisini elde etmeye çalışır. Sabırla ilerleyen Kırımlı’nın, bu teslimiyeti bir süre sonra sonuç verir ve İznik çinisini doğduğu topraklarda üretmeye karar verir. 1985’te İznik’te bir elin parmağını geçmeyen ustalarla fikir alışverişinde bulunur ve orada bir fırın açar. İstanbul’a döndüğünde burada da bir atölye kurar ve çalışmaya başlar. İznik çinisinin sırrını yaklaşık üç yüzyıl sonra çözmüştür artık. Sanat tarihçisi Nurhan Atasoy’un deyişiyle Kırımlı, klasik İznik çinisindeki mercan kırmızısına en çok yaklaşabilen çağımızın bir sanatçısıdır. Onun bu çabası, günümüz çiniciliğinin yeniden keşfedilmesinin temelini oluşturur ve ardında birkaç talebe bırakır. Kırımlı’ya göre “Çini bir ateş oyunudur. Renklere ve kaliteye ateşle hâkim olunur. Toprak, astar ve ‘sır’ın uyumudur çini.” Kırımlı’nın eserleri ölümünün ardından ilk kez sergileniyor. Küçükçekmece Cennet Kültür Merkezi’nde, Erkan Doğanay’ın küratörlüğünde açılan “Amel’i Faik, İznik Çinisi’nin İzinde” başlıklı retrospektif sergide, sanatçının çeşitli koleksiyonlardan derlenen 150 kadar eseri yer alıyor. Sergide Hilye-i Şerîfler, Kâbe tasvirleri, kelime-i tevhidler, ayetli panolar, tabaklar, ölçekler, karolar, kandil ve buhurdanlıklar yer alırken, Kırımlı’nın özellikle baharı andıran çiçekli panoları dikkat çekiyor. Sergide mimar, koleksiyoner İbrahim Hakkı Yiğit, Kırımlı’nın son dönem resim çalışmalarına odaklı bir bölüm oluşturmuş. Tuval ve karton üzerine yağlıboyalar Kırımlı’nın naif bir ressam olarak da portresini sunuyor. Sergi, 20 Ocak 2014 tarihine kadar açık kalacak.Kırımlı’nın basılmayı bekleyen çini kitabıSemih İrteş sergi kataloğunda Kırımlı’nın vefatı dolayısıyla yayımlanamayan ve usta sanatçının çini konusundaki birikimlerini anlattığı bir kitabından söz eder: “Faik abimizin vefatından bir ay önce görüşmüştük ve benim yirmi senedir beklediğim sözü kendisinden duymuştum. ‘Semih, kitap hazır gel al.’ ne kadar mutluydum bu cümleden. (...) Ertesi gün ziyaretine gittiğimde bir klasör içinde 162 sayfalık daktilo edilmiş kitabı verdi ve konuyla ilgili resimler de zarflar içinde numaralanmış vaziyette idi. Kitap için bazı detaylardan bahsettiğinde resimler yeterli değildi, sonra bunların bazılarının benim arşivimden temin edileceğini söyledi. Faik abimizin bu isteğinin şimdi bana vasiyet olduğunu söylemem gerekir.”
↧
Fotoğrafevi’nden yılın son sergisi
Fotoğraf meraklılarının ve profesyonellerin uğrak mekânı Fotoğrafevi, 2013 yılını bir sergiyle uğurluyor.Fotoğrafçılıkta 60 yılı geride bırakan Ozan Sağdıç’ın fotoğraflarından oluşan sergi yarın akşam saat 19.00’da Fotoğrafevi’nin Talimhane’deki yerinde ziyarete açılıyor. Hayat dergisindeki foto muhabirliğinin fotoğrafına kattığı belgeselcilik ile tarihimize görsel notlar da ekleyen Ozan Sağdıç, toplumcu, belgesel fotoğrafın ve Türkiye’de foto muhabirlik mesleğinin ilk temsilcilerinden biri. Cengiz Kahraman küratörlüğünde düzenlenen ve Sağdıç’ın 50 özel karesinden oluşan sergi, 30 Aralık-21 Ocak arasında gezilebilir. (0212 249 02 02)
↧
↧
MESAM yönetimi yolsuzluktan azledildi
Kısa adı MESAM olan Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği’nin 8. Olağanüstü Genel Kurulu olaylı geçti.Önceki gün Şişli Kent Kültür Merkezi’nde yapılan Genel Kurul’da, Arif Sağ başkanlığındaki yönetim kurulunun tamamı, “çeşitli iş ve işlemlerinde usulsüzlük yaptıkları ve görevi kötüye kullandıkları” gerekçesiyle genel kurul tarafından azledildi. Meslek birliklerinde ender yaşanan bu gelişme karşısında Arif Sağ ve grubu salonu terk etti. Mevcut MESAM yönetimi tarafından genel kurul evrakları ve kamera kayıtlarının çalındığı iddiası üzerine büyük arbede yaşandı. Ahmet Koç’un divan başkanlığını yaptığı kongreye gözlemci olarak katılan Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü yetkilisi Bilge Kılıç’ın mevcut yönetimi destekleyen tutumu, muhalif Recep Ergül ve Burhan Bayar grubunun tepkisine yol açtı. Yaşananlar sebebiyle seçim kararı alınarak genel kurul 15 Şubat 2014 tarihine ertelendi. Yeni yönetim kurulu seçilene kadar MESAM’a kayyum atanması bekleniyor. Bakanlık yetkilisi Bilge Kılıç’ın her önerge ve yönergeye itiraz edip divan kurulunu zor durumda bıraktığını ifade eden Recep Ergül, Kılıç hakkında Kültür Bakanlığı’ndan soruşturma talebinde bulunacaklarını dile getirdi: “Bunca zaman MESAM’da usulsüzlük ve görevi kötüye kullanmalara sessiz kalan Bakanlık yetkilisinin tutumlarıyla genel kurulun iradesine saygısızlık yaptığını düşünüyoruz.” Ergül, durumu protesto etmek amacıyla pazartesi günü bakanlık önüne siyah çelenk bırakmayı düşündüklerini sözlerine ekledi. Hatırlanacağı üzere başkanlığını Arif Sağ’ın yaptığı birlik, geçtiğimiz aylarda toplu istifalarla gündeme gelmişti. Önce, uzun yıllar MESAM’ın yönetim kurulu üyesi olan Ahmet Selçuk İlkan ile Fatih Kısaparmak’ın istifa haberi geldi. Ardından birliğin yedek yönetim kurulu üyesi Recep Ergül ve bestekâr Amir Ateş istifa etmişti. MESAM yönetimiyle ilgili ise birçok iddia yer alıyor: Meslek birliğinin bilgisayar kayıtlarına dışarıdan erişim sağlanarak teliflerde manipülasyon yapılması, yönetim kurulunun hiç kurulmamış bir şirkete usulsüz bir ihale vermesi, bazı üyelerin taciz ve dolandırıcılıkla suçlanması... Bunlar haricinde istifa eden ve yönetim hakkında muhalif fikirlerini paylaşan eski üyelerin haysiyet kuruluna sevk edilip bu üyelerin seçme ve seçilme haklarının elinden alınarak sindirilmeye çalışıldığı da bu iddialar arasında.
↧
Yerel yönetimlerin siyasî tavrı film festivallerine zarar veriyor
Kadir Has Üniversitesi’nde düzenlenen ve ülkemizdeki film festivallerinin sorunlarının dile getirildiği Film Festivalleri Sempozyumu’nda konuşan festival yöneticileri, yönetmenler ve yapımcılar bir konuda hemfikir: Yerel yönetim değişiklikleri sonrası ortaya çıkan siyasî yaklaşım farklılıkları festivallere zarar veriyor.Kadir Has Üniversitesi tarafından önceki gün düzenlenen Film Festivalleri Sempozyumu, sinema sektöründen isimleri bir araya getirdi. Festival kurucularının yanında yönetmen, yapımcı ve akademisyenlerin katıldığı sempozyumda festivallerin karşılaştığı sorunlar konuşuldu. Sempozyuma, aralarında !f İstanbul Bağımsız Film Festivali’nin kurucularından Serra Ciliv, Documentarist’in kurucusu Emel Çelebi, Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nden Özlem Kınal, Sinema Dergisi’nden Engin Ertan, yapımcı ve senarist Emine Yıldırım, yönetmen Zeynep Dadak, St. Andrews Üniversitesi’nden Dina Iordanova, Sussex Üniversitesinden Alisa Lebow, Yeditepe Üniversitesi’nden Lalehan Öcal’ın da olduğu çok sayıda isim katıldı. 19 yıldır yayın hayatına devam eden Sinema dergisinin geçtiğimiz günlerde yayın hayatına son verilmesi, Emek Sineması’nın kapanmasıyla oluşan salon eksikliği ama en önemlisi yerel yönetimlerin festivallere siyasi kaygılarla yaklaşması konuşulan konuların başlıcalarıydı.Yerel yönetim değişikliklerinden sonra gündeme gelen siyasi tavırlarla en sık karşılaşan festivallerden biri, 1995 yılında yola koyulan Gezici Festival. Festivalin kurucusu ve genel sekreteri Ahmet Boyacıoğlu, zaten güçlükle bulunan maddi desteklerin önemli bir bölümünün belediyelerden sağlandığını belirtiyor. Şehir şehir, hatta ülke ülke gezen Gezici Festival, 2001 yılında Bursa’da yerel yönetimin değişmesiyle birlikte bu şehirle yollarını ayırmak zorunda kalmış. Aynı durum Kars’ta da yaşanmış. Boyacıoğlu’nun dediklerinden bağımsız olarak tersi bir durum da söz konusu. Yerel yönetimlerin düzenlediği Antalya ve Adana gibi ‘köklü’ film festivalleri, yönetim değişikliğinde çizgisini de değiştiriyor. Sözgelimi, Antalya Film Festivali, AK Partili Menderes Türel döneminde Kültür Bakanlığı’ndan önemli destekler alıp hedefini ‘dünyaya açılmak’ olarak belirlemişken, CHP’li Mustafa Akaydın’ın belediye başkanı seçilmesiyle hem Bakanlığın festivale desteği azalmış hem de festivalin uluslararası söylemi, yerini ‘ulusal’ bir çizgiye bırakmıştı.İstanbul Film Festivali koordinatörü Azize Tan’ın dile getirdiği diğer sorunlar ise salonların yetersizliği, medya desteğinin azlığı ve festival sona erinceye kadar alacağı desteğin bilinmemesi...
↧
"Piri Reis’i Anlamak ve Haritalarını Okumak" paneli düzenlendi
Çanakkale Valiliği, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) ve Çanakkale Düşünce Platformu işbirliğiyle "Piri Reis'i Anlamak ve Haritalarını Okumak" isimli bir panel düzenledi. Çanakkale Piri Reis Günleri çerçevesinde ÇOMÜ Troia Kültür Merkezi'ndeki panelin başkanlığını Doç. Dr. Muhammet Erat yaparken konuşmacı olarak Prof. Dr. Fevzi Sefa Dereköy, Doç. Dr. Şevket Yavuz, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Esenkaya, Yrd. Doç. Dr. Nazan Karakaş Özgür, Yrd. Doç. Dr. Firdevs Çetin ve Yrd. Doç. Dr. Mithat Atabay katıldı.Dereköy, "Piri Reis Döneminde Akdeniz ve Atlantikte Kimlik Değişimleri ile Kültürler" konulu bir sunum yaparken Yavuz "İdeografyanın Panoraması", Esenkaya "Osmanlı Haritacılığı", Özgür "Piri Reisin Haritalarını Okumak", Çetin "Piri Reis'in Eserlerindeki Bilimsel Yöntem", Atabay ise "Piri Reis ve Şevki Paşa Haritalarında Gelibolu Yarımadası" konularını anlattı. Panele Çanakkale Milletvekili İsmail Kaşdemir, Valisi Ahmet Çınar, Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, Cumhuriyet Başsavcısı Salih Çokal, Boğaz ve Garnizon Komutanı Tuğamiral Aydın Şirin, ÇOMÜ Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner, İdare Mahkemesi Başkanı Orhan Çıldıroğlu, İl Emniyet Müdürü Osman Zoroğlu, İl Genel Meclisi Başkanı Ali Rıza Tekin, İl Jandarma Komutanı Kıdemli Albay Enver Aydın, kurum kuruluş temsilcileri, akademik ve idari personelle öğrenciler katıldı. Panelin ardından yine Piri Reis Günleri çerçevesinde, Güzel Sanatlar Galerisi'nde "Piri Reisin İzinde" adlı minyatür sergisi açıldı.(CİHAN)
↧
Geleneksel sanatlar bugüne ne söylüyor?
Geleneksel Sanatlar Derneği, bu yıl ilk defa düzenlediği Geleceğin Ustaları yarışmasının sonuçlarını 16 Kasım 2013’te Zeytinburnu Kültür Merkezi’nde düzenlenen törenle açıkladı.Geleneksel Sanatlar Derneği, bu yıl ilk defa düzenlediği Geleceğin Ustaları yarışmanın sonuçları 16 Kasım 2013’te Zeytinburnu Kültür Merkezi’nde düzenlenen törenle açıklandı. Hat, tezhip, minyatür, çini, kaatı, kalemişi ve cilt sanatında gelecek vaat eden sanatçılara ödülleri verildi. Ödül töreninde, hat sanatının jürisinde de yer alan hattat Hüseyin Kutlu, önemli bir konuşma yaptı. Dedi ki, “Geleneksel sanatlarımızı biz geçmişte bıraktık, bugün hâlâ geçmişi yaşıyoruz. Bu sanatlarımızı günümüze ışık tutan, günümüzün meselelerini ele alan ve yorumlayan hale getirmedikçe bize dur durak olmamalı. Bunlarla yetinmememiz lazım. Yani bu sanatlarımız sadece bir güzel kutsi hatıra olarak yaşatılmamalı, bir nostalji olmanın ötesine götürmek zorundayız. Minyatürümüzden hat’a, ebrumuzdan cilt sanatına bütün sanatlarımız doğduğu, geliştiği ve yaşadığı dönemde siyasi, sosyal ve ekonomik hadiseleri yorumlayan, yol gösteren bir görev ifa ediyordu. Bugün ise tamamen ayrı bir yerde, ayrı bir dünya… Sadece gönlümüzü ferahlatan, bizi rahatlatan bir kutsi hatıra olarak duruyor. Buna benim gönlüm razı olmuyor. Burada rektörlerimiz, kültür müdürlerimiz var. Onlardan yol gösterici olmalarını ve imkanlar hazırlamalarını rica ediyorum.” Hakikaten öyle. Geleneksel sanatlar bugün duvarları süsleyen kutsi bir hatıra, nostalji olmanın ötesine gidemedi. Kendini güncelleyemedi. Gerçi son yıllarda hat sanatının ihya olduğunu dile getirenler var, fakat burada kastedilen şey para. Özellikle hat eserleri artık para ediyor, müzayedelere çıkıyor, özel koleksiyonlarda yer buluyor… Fakat, eskiden sosyal, siyasal ve ekonomik hayatı yönlendiren, fikir beyan eden İslam sanatları artık bunların gerisinde duruyor, suya sabuna dokunmadan yaşayıp gidiyor. Biz de karşısına geçip iç geçiyoruz. Bu sanatların bazı temsilcileri de eksikliğin farkında olduklarını ama ne yapacaklarını, nasıl bir yol izleyeceklerini bilemediklerini söylüyor. Sanat ve estetik konularında yazan, güncel ve geleneksel sanatlarda fikir sahibi olan yazar, eleştirmen ve galeri sahiplerine neden bu noktaya gelindiğini ve bu sorunun aşılabilmesi için neler yapılabileceğini sorduk.Beşir Ayvazoğlu/Yazar:Teknolojinin bütün imkânlarını kullanmak gerekirHat, tezhip, minyatür, ebru vb. kitap sanatlarıdır ve tezyinî nitelik taşırlar. Elbette bu zengin mirası koruyup yaşatarak gelecek nesillere aktaracağız. Bu sanatlarla hayatımızı az çok tezyin ederek tatmin olabiliriz, ama kendimizi dünyaya anlatamayız. Arkasındaki medeniyet hayatiyetini çoktan yitirdiği ve gelişme imkânları tüketildiği için kaçınılmaz bir biçimde anakronik olan eski sanatların diliyle modern dünyanın dili birbirine tercüme edilemez. Daha da önemlisi, hat, tezhip, minyatür ve ebru ile kavga etmek, eleştirmek, yeni tekliflerde bulunmak, yeni dünyalar kurmak kolay değil. Modern resmin bile kendi sınırlarına gelip dayandığı, bu yüzden sanatçıların “güncel sanat” adını altında yeni yeni yollar aradıkları bir çağa minyatürle ayak uydurabilir miyiz? Belki… Ama bunun için yaratıcı bir zekâya sahip olmak, eskinin içinde yeni olanı, hayatiyet taşıyanı bulup çıkarabilmek, dünyada sanat adına nelerin yapılıp edildiğini dikkatle takip etmek ve modern teknolojinin bütün imkânlarını kullanmak gerekir. Sinema, tiyatro, video, fotoğraf… hepsi önemli. Başka bir yol bilmiyorum. Geçmişi hala sırtımızda ağır bir yük gibi taşıyoruz; bu da adımlarımızı yavaşlatıyor. Ya bu yükü bir enerji kaynağı haline getirmenin yollarını bulacağız yahut sırtımızdan atıp hafifleyerek adımlarımızı hızlandıracağız. Başka yol bilmiyorum.Prof. Dr. Faruk Taşkale/Tezhip sanatçısı, Mimar Sinan Ünv. Gel. Sanatlar Bölüm Bşk:Geleneksel sanatlar altın dönemini yaşıyor“Sanat yaratmak değil yaratılanı yansıtmaktır.” Hat, tezhib, ebru , kalemişi, gibi geleneksel sanatlar olarak sınıflandırdığımız görsel sanatların temelinde güzel yatar. Güzel duyguları yansıtır. Hat sanatında belirli kaideler ve ölçüler vardır. Bu kaideler ve ölçüler yüzyıllar içinde belirlenmiştir. Hat sanatkarları bu kaideler ve ölçüler doğrultusunda kompozisyonlarını tasarlarlar. Bir harfi biraz daha kalınlaştırmak ya da uzatmak estetik gelmez. Dolayısıyla hat sanatkarları yazmak istedikleri metinleri en güzel yazmak şeklinde bilgi ve becerilerini en üst düzeyde kullanırlar. Farklı ama güzel tasarımlarla anlatmak istediklerini anlatırlar. Tezhib ve kalem işi sanatlarının temelinde de güzel yatar. Çiçeklerin, rumilerin ve diğer tezyini motiflerin kompozisyon içerisinde kendi içlerinde ve birbirleri ile belirli orantıları vardır. Lacivert ve altın değişen ekoller ve ihtiyaçlara rağmen vazgeçilmez ikili olarak kullanılırlar… ebru su ile boyanın dansıdır adeta. Tezhib kağıtta açan çiçeklerdir. Dolayısıyla bu sanatlar güzelin yansımasıdır. Güzele ışık tutarlar. Güzeli ruhuna yansıtan da erdemli ve adil olur. Bundan daha iyi mesaj olur mu? Sanatkarlar farklı biçimlerde güzeli yansıtırlar. Güzeli yansıtan, temelinde güzel yatan bu sanatlar dolaylı olarak sosyo- ekonomik hayatı yansıtan, politik hayata yön veren, ışık tutan, siyasi hayatı yönlendiren sanatlardır. Tezib benim yaşam biçimim, inançlarım, kültürel yapım ve duygularım doğrultusunda kendimi ifade etme biçimidir. Benim için adeta bir besindir. Hüznüm, mutluluğum, sıkıntım, duygularım yaptığım eserlerin içerisinde gizlidir. Aktif olarak ilgilendiğim sanat adeta bana ışık tutan, ruhumu aydınlatan bir fenerdir. Ruhu aydınlık olan insanın hayat tarzı ve düşünceleri de aydınlıktır. Dolayısıyla geleneksel sanatlara farklı misyonlar yüklemeye gerek yoktur. Ben yaptığım sanatı duvarları süsleyen, eskinin nostaljisinde kalmış cansız resimler olarak görmüyorum. Ve böyle düşünüp hissedenlerin kendi sorunu. Sanat sınırlandırılamaz, belirli kavramların kontrolüne alınamaz. Herkes kendi sanatını icra etmekte ve kendini ifade etmekte özgürdür. Genellenemez… İsteyen toplumdaki kargaşayı ve karanlığı yansıtmak için varsın siyah zemin üzerine karışık ölçüsüz çiçekler yapsın ya da harflerin anatomisini bozup toplumdaki kaosu yansıtsın; isteyen de sorunlara çözüm bulup ışık tutsun…Zaten hayatımızda her şey, her birim, her film, her müzik sosyo- ekonomik hayata, politikaya ışık tutar oldu (!). Tezhib, hat, ebru, kalem işi gibi görsel sanatlar da bırakın güzele, doğruya, en büyük sanatkara yönlendirsin insanları.Kişisel olarak, günümüzde de icra edilen ve itibar gören sanatlar olduğuna göre, geleneksel sanatlar adı altında sınıflandırılmasını çok fazla tasvip etmediğim hat, tezhip, çini, ebru, kalemişi, minyatür, cilt gibi sanatlar 21. yy’da altın dönemini yaşamaktadır. Geleneksel sanatlar çağdaş sanatlar içerisinde yerini almıştır. Çağdaş ressamlar Erol Akyavaş, Ergin İnan, Burhan Doğançay geleneksel unsurları eserlerinde kullanarak farklılıklar yapmışlardır. Koleksiyonerlerin koleksiyonlarına eski ve yeni müzehhep hat levhalarını, hilyeleri katmak istemeleri , müzayedelerde bu eserlerin değerlendirilmeleri, yapılan onlarca etkinlik ve bu etkinliklere katılım, yurt dışında yapılan etkinlikler bir şeylerin eskisi gibi olmadığına ve hızla farklılık gösterdiğini ve geliştiğinin göstergesidir. Sanatçıları belirli konuları işlemeleri için yönlendirmek, kontrol altında tutmak, zorlamak sanatın tekamülünü önler… Umutsuz olmadan çağdaş sanatçıların önünü açmak ve yaptıklarına tahammül göstermek sanatın gelişimine katkıda bulunacaktır. İnsanın yaratılışında var olan estetik duygunun denetiminden geçemeyen ne varsa zaten yok olmaya mahkumdur.Hüseyin Kutlu/Hattat:İslam sanatları hayatımızın içinde şekillenebilirBen aslında geleneksel sanatlar yerine bu sanatlara Kuran’ı Kerim kaynaklı sanatlar ya da İslam kimlikli sanatları demeyi tercih ederim. Çünkü bu sanatları gerçek kaynağından koparıp kimliksiz hale getirdiğimiz zaman ruhsuz bir şey olur, görsel sanat olur. Peki İslam sanatları bu duruma nasıl geldi? Aslında sanatçılar bu duruma geldi. Bütün İslam alemi seküler olduk. Günümüzün Müslümanı inancını içine gömmüş, vicdani ve kalbi çerçevenin içine almış, ama onu ne ekonomisine, ne siyasetine, ne de sosyal hayatına hiçbir şeye yansıtmamak üzere çok muhafaza altında tutan ve din denilen şeyi de bundan ibaret kabul eden bir anlayışa sahip.Efendimiz Mekke’den Kuba’ya ya da Medine’ye geldiğinde ilk işi cami yapmaktı. Çünkü yaşam biçimi o cami etrafında şekilleniyor. Osmanlı’nın külliye fikri de buradan geliyor. Beş vakit camiyle irtibat var, hayat o caminin, külliyenin etrafında dönüp dolaşıyor. Cami ve insan o kadar iç içe ki… Dünya ile icap ettiği kadar irtibatlı. Bu tam bir Müslüman anlayışı, Müslümanca yaşam biçimi. Dini hücrelerine kadar yerleştirmiş, kendini, dünyasını, işlerini, duygularını, düşüncelerini hep ona göre dizayn etmiştir.Şimdi Süleymaniye, Sultanahmet gibi büyük camilere bakalım. Hepsi muazzam çinilerle, kalemişiyle donatılmış. İyi de bugünkü Müslüman’a bu sanat lüzumsuz. Niye, çünkü camiye girecek pat küt, pat küt namaz kılıp hemen çıkacak. Etrafına bakmayacak bile, bir an evvel çıkıp gitme derdinde. Kim izleyecek o sanatı. Cami, Müslüman’ı her bakımdan tatmin edecek bir müesseseydi. Filpayelerin dibindeki o kürsülerin birinde bakıyorsun hendese dersi veriliyor, diğerinde sohbet ediliyor, bir başkasında tefsir öğretiliyordu. Müslüman böyle yaşıyor, böyle yaşaması gerekiyor. Mimari de bu anlayışla gelişti. Kadim zamanlarda İslam medeniyetinin günlük yaşamda karşılığı vardı, fakat bugünkü Müslüman’da karşılığı yok. Tıpkı bu sanatlarda olduğu gibi. Çünkü bunları biz görsel sanatlar yaptık. Kimi süs eşyası olarak görüyor, kimi hava atmak için, kimi de yatırım için değer veriyor. “Hilye-i şerife bakıyorum, çok keyif alıyorum” diyor bir koleksiyoner mesela.Şimdi camiler yapılıyor. Çarpuk çurpuk, süsleri, yazıları bu işin ticaretini yapan, hiçbir şeyden anlamayan, ucuz iş yapanlara teslim ediliyor. Ayet yanlış yazılıyor, renkler lunapark gibi. ‘Niye yaptırdın?’ diye soruyorsunuz. ‘Bomboş mu olacaktı’ diye cevap veriyor. İmama, müezzine ‘Burada ne yazıyor diye soruyorsun, ‘Okuyamıyoruz’ diyor. Madem okuyamıyorsunuz niye yazdınız? E işte süs. Bakın Allah’ın kelamı ne duruma düşüyor. Dekoratif bir malzeme. Ucuz olsun diye camiyi baştan aşağı fayans yaptıranlar var. Temizliği kolay oluyor, toz tutmuyor diye savunuyor bu fikrini. Peki ‘sen evinin misafir odasını, salonunu fayans yapıyor musun?’ ‘Hayır, olur mu ya.’ ‘Peki nereye fayans döşüyorsun’ ‘Tuvalet, banyo’. Bakın kendi ağzıyla söylüyor. Bunu yapan, söyleyen Müslüman. Yani anlatılacak çok şey var. Ben teğet geçiyorum.Hadi levhalara gelelim. Bugün hat sanatı para eder konuma geldi. Hattat yazıyor, para kazanacak. Yazdıran niye yazdırıyor, salonuna astıracak, hava atacak. Yani hep şova dönük. Kaç kişi okuyoro hattı, ne yazıyor orada, manasını kaç kişi merak ediyor, kaç kişi okuduğunu anlıyor ve ona göre amel ediyor. Şov meraklısı olduğumuz için bu sanatlarımız öldü.Kurslarda ise geleneksel sanatların sadece işçiliği öğretiliyor. Kuran’ı Kerim Cenab-ı Hakk’ın kelamıdır. Bu ilahi kelamı sayısız meleklerinin içerisinde dört büyük meleğin serdarı olan Cibril ile gönderiyor. Günümüz Müslümanı bundan gafil, bugünün hattatı da, sanatkarları da hepsi gafil. Kime gönderiyor Cenab-ı Hak? 124 enbiyanın serdarına gönderiyor. Kuran’ın indiği gece bin aydan daha hayırlı oluyor. Hat sanatı bundan dolayı var. Ne rastgele yazılmalı, ne rastgele okunmalı, ne rastgele tefsir edilmeli, ne rastgele ahkam çıkarmalı. Bunların hepsinin ilmi oluşmuş. Bunun adı Kuran medeniyetidir. Bir medeniyet oluşuyor. O aşk, o nur o feyiz, o bereket…“Allah’ın mescitlerini ahirete ve Allah’a inananlar imar eder.” Mimar Sinan’ı coşturan bu ayettir. Bir mabet medeniyeti oluşturuyor bu ayet. Nihayetinde dört duvar çevirip kılarsınız namazınızı ama değil, hayır medeniyet bu değil. ‘İşte yaz yahu, okunacak kadar.’ diyor adam. Olmaz, olamaz böyle bir anlayış. Bir ayakkabı için bir hafta gezenler var, ‘yahu hoşuma giden bir şey bulamadım’ diyorlar. Bir ayakkabı alırken tatmin olmuyorsunuz da, Allah’ın kelamını okurken yazarken niye rastgele iş yapıyorsunuz.Ziya Gökalp’ın “İslam ümmetindenim Garp medeniyetimden” safsatasını çok benimsedik ve bunu çok makul da bulduk. Yalnız Türkiye değil, bütün İslam alemi böyle. Müslümanız ama Batı medeniyetine mensubuz. Bu anlayış, ölümcül bir şeydir. Bu, İslam’ın bir medeniyeti olmadığını inkar anlamına gelir. “Müslümanım ama bizim medeniyetimiz yok, e şimdi medeniyet dediğin Batı. O halde kendimi bir medeniyete yaslamam lazım mantığı anlayışı hakim. Ya da İslam medeniyeti bir zamanlar vardı ama tarihe mal oldu, nostalji. O halde yeni bir medeniyete mensup olmam lazım.” Bu düşünceyi ben katiyetle kabul etmiyorum. Reddediyorum. İslam’ın bir medeniyet olduğunu ve bu medeniyetin şimdi, şu çağda yaşanılır, yaşatılır olduğunu, çağdışı filan olmadığını, İslam kültürünün ve sanatlarının hayatımızın içinde olabilecek şekilde kullanılabileceğini ve bizim onlara göre hayatımızı düzenleyebileceğimizi düşünüyorum ve inanıyorum. Bu saf bir hayal değil. Bunların hepsinin gerekçelerini anlatabilirim, projelendirebilirim. Bu kadar ayağı yere basan bir konudur. Ama bugünkü Müslüman camianın böyle bir davası yok. Müslümanların bir medeniyet projesi yok.Peki ne yapacağız? Bir kere bu sanatlarımızın daha önce ifade ettiğim gibi hem öğreten hem öğrenmek isteyen hem de merakı olanlar için söylüyorum; bunun İslami ve Kurani bir ruhu olduğunu unutmadan icra etmek lazım. Bu irtibat kesilirse ruhsuz görsel bir sanat olur İslam sanatları. Edep, adab, usul yerleştirilmesi ve bunu modellerinin oluşturulması lazım. Ben İSMEK’lere hasım oldum sırf bu yüzden. Her yerde eleştiririm bu kursları. Onlar da benim dilimden kurtulmak için her yere çağırarak idare etmeye çalışırlar güya. Ben İSMEK’lerdeki bu geleneksel sanat kurslarına karşıyım. İşin edebi adabı hiçbir şeyi yok. Şekli de bozuk. Öğreten bilmiyor ki… Eski harflerle bir şey yazmayı hat sanatı zannediyorlar. Belediye başkanı da öyle zannediyor, hizmet ettiklerini sanıyorlar. İslam sanatlarına en büyük zararı onlar veriyorlar. Şimdiye kadar bozulmamış yozlaşmamış sanatı yozlaştırıyorlar.Üniversiteler bunun usülünü, adabını bir sorsun. Fakat şunu belirtmem lazım. Hiçbir güzel sanatlar fakültesinde bugüne kadar hattat yetişmedi. Yetişenler bizim talebelerimiz. Neden yok, iklim müsait değil. Hat bölümü hepsinde var. Ya hocası benim talebemdir. Bizden icazet alıp hattat olmuştur. Ben hatta şunu iddia ediyorum, Türkiye’deki bütün güzel sanatlar fakültelerinin geleneksel sanatlar bölümünde okuyan öğrencilerinden daha çok talebeyi Ben Ali Paşa Camii’nde eğitiyorum. Kimse itiraz edemez. Eser ortada.Hat sanatına şu anda çok talep var. Beni bırakın talebelerimin bile siparişleri 2-3 yılını dolduruyor. Geçmişten daha ileride olduğumuzu düşünenler bile var. Bunlar karşılığı olmayan bir sanatlar gibi mütaale edilemez. Bunların eğitiminin usulünce ve kendine has edebiyle verilmesi gerekir. Usul olmadan vusul olmaz. Dünyanın gündeminde bir sürü mesele var, Türkiye’nin gündeminde bir sürü mesel var. Klasik sanatlarla uğraşan sanatçılarımızın nasıl bir irtibatı var bu meselelerle. Çevre ile ilgili bir hat sergisi duydunuz mu? Yok. Nasıl olabilir böyle bir şey’ Oysaki öyle bir hazine var ki… Kuran’ı Kerim’i ilgilenmediği tek bir mesele yok. Ayetlerde, hadislerde şiirlerde atasözlerinde onca söz var. Mütefekkirler, filozoflar, büyük insanlar yetişmiş, hepsi ne sözler söylenmişler. Suskun gelip gitmiş adamlar değil bu isimler. Hazine hepsi. Yahu sen bunlardan bir şey ortaya çıkaramıyor musun? Çıkaramıyor, çünkü sanatçılarımızın kafasında böyle bir şey yok. Bilgi yok çünkü. Mesela Mevlana yılını ele alalım. Hazreti pirin 6 ciltlik Mesnevi’si var, Divanı Kebir diye dört ciltlik eseri, Fihi Ma-Fih mevcut. Daha birçok eser. Niye bu zatı kendi sözleriyle dünyaya tanıtmayalım? Hem de sanat diliyle. Sanat bu işe yarar.Konya Belediyesi’ne zamanında bir proje sundum: Hz. Mevlana’nın sözlerinden 40-60 söz seçelim, fakat şuna dikkat edelim. Bugün Mevlana’yı nasıl tanıyor insanlar? Hoşgörü insanı, sevelim sevilelim, ne olursan ol gel, aşk filan… Bu kadar. Neredeyse aşure çorbası gibi. Siz biliyor musunuz, Avrupa’da, İspanya’da, Amerika’da Rumilik diye bir din türedi. İslam dışı bir şey bu. Peki Mevlana böyle biri mi, değil. Biz Mevlana’nın gerçekte kim olduğunu kendi sözlerinden levhalar yaparak anlatabilirdik. Değişik tasarımlar yaparak, hem tezhipli levhalar, hem çiniye hem madene işleyerek… Namütenahi sanat imkanımız var. Bir yıl önce sundum projeyi bana 3 ay kala kabul edildi diye haber geldi. Üç ayda ancak 18 eser çıkartabildik. Biz dünya çağında bir insanımızı dahi sanatkarlar olarak tanıtamadık. Mesneviyi okumak, anlamak ve anlatabilecek kadar hazmetmiş olmak lazım. Hattat dediğin adam kalemi eline alıp harf yapan adam olmayacak. Tıpkı eskiden olduğu gibi alim olacak. Dünyadan haberi olacak. Her şeyi bilecek. Kendini yetiştirecek, seviyeli olacak. Bizim sanatçılarımız dünyada olan bitene tamamen kayıtsız. ‘Bilinen sözler, ayetler var, sipariş de var, yazalım edelim’ bu anlayış hakim. Gündemli ve konular sergiler açılmalı. Ayrıca devletin Kültür Bakanlığı vs. bu mevzuda projeleri destekleyecek bir açılım yapmalı.Daha güncel bir olay anlatayım. Bilirsiniz hattat Hamid Aytaç, Diyarbakırlıdır. Bir-iki ay önce beni aradılar, anma töreni düzenleneceğini, konferans vermemi istediler. Ben de konferanstan ziyade, gündemli bir sergi hazırlayalım dedim. Diyarbakır’ın şu andaki en önemli meselesi Kürt-Türk meselesi. Ahmedi Hani, Cezeri gibi Kürt alimlerinde sözlerinden hat levhası yazayım, dedim. Hala ses yok. Ufuk yok. Benim şimdi bu sanatlarımız nostalji olmasın, fonksiyonel olsun derken neyi ifade etmek istediğimi anlatabildim mi?Hasan Bülent Kahraman/Sanat EleştirmeniBugünün koşullarıyla bütünleşmiş bir ebru yapılamazBugün sadece bizde değil dünyanın her yerinde bir dönemin sanatı eskimiştir ve sadece antika değeri taşımaktadır. Bu o kadar böyledir ki, mesela adeta Batı için ekmek ve su kadar önemli olan ve onun gündelik hayatını meydana getiren klasik müzik tamamlanmıştır. Sadece bir performans sanatı olarak icra edilmektedir. Kimsenin kalkıp Beethoven veya Bach gibi müzik yapması düşünülemez. Veya Barok sanat tamamlanmıştır. Yahut ortaçağ kitap tezyini bitmiştir. Çağ değişir, üreten koşullar aşılır, sona gelir, bir dönemin gözde sanatsal üretim biçimleri, yöntemleri devre dışı kalır. Bugün ortaçağ müzelerindeki vitrayları aynen yapmayı düşünenler mutlaka vardır, sağda solda ama onlar da sizin tabirinizle bir zanaatı nostaljik bir maksatla üreten insanlar olarak kabul görürler. Bizde de çağ değişti, koşullar değişti hat, ebru, kaatı daha fazla üretilmez oldu. Burada şaşacak bir şey yok. Kaldı ki, biz büyük kültür kopuşları yaşadık. Arap alfabesi devam etseydi hat bugün farklı bir yere gelecekti. Bu muhakkaksa da Mustafa İzzet Efendi’nin veya Yesari’nin hattı hala eskinin bir mirası olarak yaşayacaktı. Üstelik 16. yüzyılın hattıyla 19. yüzyılın hattının aynı olduğunu kim söyleyebilir? Çağ değişir her şey onunla birlikte farklılaşır. Buradaki hassasiyeti anlamak mümkünse de bir noktayı daha belirteyim: Belli bir sanatın ifade imkanlarını yaratan içinde bulunulan dönemin zihinsel yapısıdır. Osmanlı sanatı belli bir dünya görüşünün içinden üretiliyordu. Hat sadece hat değildi, aynı zamanda dünyayı kavramanın ve yorumlamanın bir aracıydı. Ebru da, tezyin de aynı şeydi. Bütün bu dokunun değiştiği bir dönemde bütün o yapının aynen kalmasını istemek olanaksızdır. Bütün bunlardan daha uzakta duran ama hepsinden daha önemli bir olguyu da şimdi dile getireyim: Bütün o eski sanatlar, halk katında icra edilse dahi, büyük kültürün ve yüksek saray zevkinin bir uzantısıydı. Halk sanatı değildi. Osmanlı müziğini, bezzazlar, kömürcüler, hamamcılar ürettiler. Halk içinde idiler ve halktılar. Ama zevkleri saray zevkiydi. Ancak 20. yüzyılda ayırdına vardığımız yüksek kültür-gündelik kültür ayrımı içinde tüm o sanatlar da yüksek kültürün ve zevkin sınırlarındaydılar. Halkın zekası ve birikimi onu ancak zenginleştirebilirdi. Bugün eğer bu yapıdan söz edemiyorsak o sanatların da eskidiğini, nostaljik değerini kabul etmek zorundayız. Peki bugün hiçbir şey yapılamaz mı?Cevabım elbette olumsuz. Eğer yukarıda belirttiğim çerçeve doğruysa böyle bir soru zaten ortadan kalkar. Hiçbir zaman bir çağın sanatı bir başka çağın günlük, gündelik ihtiyacının yansıtıldığı alan olamaz. Bugünün meselelerini vitrayla anlatamaz, Batı da veya klasik müzikle. Hem o vitray hem de o müzik bugünün bir ruh durumunu ifadede araç olabilir ama o da kolektif hafızayla ilgili bir sonuçtur. Yani, bugünkü gerçekliği ifade için insanlar Barok müzik yazmazlar. Barok müzik ortak zevkin ve belleğin içinden süzülerek gelip bugünkü bir durumla bütünleşebilir-ancak. O da kültürün sürekliliği içindedir. Bach’ı veya Bartok’u ancak o müziğin ifade ettiği meseleyi ve zevki kavrayan kesimler dinleyebilir; sokaktaki insanın meselesi değildir bu. Aynı şey bizim klasik sanatlarımız için de geçerlidir. Bugünün koşullarıyla bütünleşmiş bir ebru yapılamaz. Ama ebru dönüştürülebilir. Ebru bir teknik ve bir form olarak kullanılabilir fakat o da bir araçsallaştırmadır. Aynı şey hat için de geçerlidir. Dediğim gibi hat belli bir ideolojik arka plana yaslandığından bugün onu araçsallaştırdığımızda o ideolojik dokuyu yok edeceğiz. Eğer bunu kabul ediyorsak o zaman bir ‘tersim’ aracı olarak elbette her şeyi kullanabiliriz. Buna mukabil bir sentez arayışı şarttır. Bu öteden beri Türkiye’de sorgulanmış bir sahadır. Fakat fazla ilerlememiştir. Nedeni sanıldığı gibi kültürel ihmal değildir. Zevk meselesidir. Kabul edelim ki, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de gündelik kültür, popüler kültür hayatı ve zevki sıradanlaştırmaktadır. O zevkin artık klasik ve çok yüksek bir düzeye erişmiş ifade imkanlarını benimsemesi beklenemez. O zaman geriye bir tiyatro mizanseni içinde ve bir, tabiri mazur görün, bayağılık içinde eskiye yönelmek kalıyor. Bunun adı ‘kiç’tir. Geçenlerde uğradığım hem de Kültür ve Turizm Bakanlığı binasının girişinde, eskiyi vurgulamak maksadıyla gerçekleştirilmiş düzenleme sadece kiç olarak nitelendirilebilir. Osmanlı asırların içinden süzdüğü bir zevkle hayata bakıyordu ve kendisini sürekli olarak geliştiriyordu. Öyle olduğu için daha 19. yüzyıl ortasında o da geleneksel/klasik sanatlarının zevkini Batı klasiğine yansıtmaya başlamıştı. Unutmayalım Şehzade Abdülmecit Efendi sanıldığı gibi yaşamıyordu. Batı tarzı resim yapıyordu ve Harem’de Beethoven dinlenip Goethe okunuyordu. Kısacası eğer zevkimizi yükseltirsek eskiyi belki hala yeniden üretemeyiz, bunu olanaksız görüyorum, ama hiç değilse onu yozlaştırmamayı öğrenebiliriz.Haldun Dostoğlu/Galeri Nev’in Sahibi: Bu durumu handikap olarak görmemek lazımAdı üzerinde "geleneksel sanatlar" denince bu tanımın içeriği ister istemez nostalji olmanın ötesine geçmekte zorlanır. Hem içerik hem de mecra (medium) olarak kullanılan ifade tarzının günümüz dinamiklerini dile getirmeye elverişli olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla nostalji olmanın ötesine geçemezler. Bu durumu handikap olarak görmemek lazım. Kullanılan dilde ifade tarzında daha da mükemmeli aramak varken günümüzü cevaplamaya çalışmamalı seklinde düşünüyorum ben. Hat, ebru katı vs gibi sanat alanlarında daha da mükemmeli aramak varken sosyal siyasi ve ekonomik meselelere cevap arama hatasına düşmemeli. Sanatçıları sanatçı adaylarını bu yönde yönlendirmemek gerekir.
↧
↧
ESKADER ödülleri açıklandı
Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği'nin, kurulduğu 2008 yılından bu yana düzenli olarak verdiği kültür-sanat ödüllerinin bu yılki sahipleri önceki gün Basın Müzesi'nde gerçekleştirilen bir toplantıylaaçıklandı.Bir yıllık bir değerlendirme sonucu, 650 üyenin fikirleri alınarak ve kültür dünyasından önemli isimlere danışılarak alınan kararla bu yıl ödüller 29 dalda verilecek. ESKADER Başkanı Mehmet Nuri Yardım, yıl içinde sadece roman dalında 500 eserin yayınlandığına dikkat çekerek, bu ödüllerin taşıdığı mesuliyetin büyüklüğünden söz etti ve “Ödüller yerini bulmayınca vebali var diye düşünüyoruz.” dedi. Yardım, siyasi gündemin yoğunluğuna da değinerek, toplum olarak daha fazla sanata odaklanılsaydı bugünkü kavgaların yaşanmayacağını dile getirdi. Nisan 2014'te ödüllerini alacak isimler ise şöyle: Ansiklopedi: İhsan Işık (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi), Araştırma: Prof. Dr. İsmail Erünsal (Osmanlılarda Sahaflar ve Sahaflık), Biyografi: Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar (Abdülbaki Gölpınarlı), Çocuk Edebiyatı: Bestami Yazgan, Deneme: Nâzım Payam (Ses ve Yaz), Dergi: İtibar Dergisi, Düşünce: Dr. Cezmi Bayram (Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Seyri Yeni Hedefleri), Temaşa Sanatı: Tacettin Diker, Halk Edebiyatı: Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Hâtıra: Kâğıt Kokulu Yıllar (Hasan Başpehlivan), Hikâye: Recep Seyhan (Güneşin Doğduğu Yerde), İnceleme: Prof. Dr. Bilge Ercilasun (Edebiyat Tarihi ve Tenkit), Karikatür: Osman Suroğlu, Klâsik Türk Sanatları: Prof. Dr. Fatma Çiçek Derman (Rikkat Kunt Hoca Hanım), Kitap Yayıncılığı: Büyüyen Ay Yayınları, Kurum: Yunus Emre Enstitüsü, Kültür Projesi: Edirne Valiliği (“Akademi Rumeli” projesiyle), Monografi: Muhsin İlyas Subaşı (Toprağın Dili-Bir Âşık Veysel Monografisi), Müzik: Gönül Paçacı, Okumaya Teşvik: Bitlis Valiliği “Doğu Okuyor” projesiyle, Roman: Leyla Karaca (Göğsündeki Gökyüzü), Seyahat: Rahşan Tekşen (Kırkbirkere İstanbul), Sinema: Üç Yol filmi, Şiir: Ayşe Sevim (İşlenmemiş Suç), Tarih: İsmail Bilgin (Kut'ül Amare – Osmanlı'nın Son Zaferi), Tasavvuf kültürü: Mustafa Özdamar, Tiyatro: Âmâk-ı Hayal (Tiyatro Nefes), Üstün Hizmet Ödülleri: Mehmet Türker Acaroğlu, Dr. Cahit Öney, M. Necati Demirtaş, Özel Ödül: Feyzi Halıcı KÜLTÜR SANAT
↧
Dünden bugüne Namık Kemal
Sultanahmet'teki Türk Edebiyatı Vakfı'nın bu haftaki “Çarşamba Sohbeti”nde, Prof. Dr. Birol Emil “Dünden Bugüne Nâmık Kemal” başlığı altında bir konuşma yapacak.Saat 17.00'de başlayacak olan programa katılım ücretsiz. Tel. (0212) 526 16 15 / 527 50 32
↧
Büyük ustaları yitirdik
2013’te sinema, müzik ve tiyatro dünyası ustalarını yitirdi. Geride bıraktığımız yıl, kayıplarıyla da hatıralarda önemli yer tutacak.İşte 2013’ün kayıpları... Tiyatro/Sinema: Tuncel Kurtiz, Nejat Uygur, Zafer Önen, Tekin Akmansoy, Metin Serezli, Dinçer Çekmez, Macide Tanır, Tomris Oğuzalp, Tuncay Özinel, Savaş Akova, İsmet Hürmüzlü, Osman Gidişoğlu, Dinçer Çekmez, Yaşar Güner, Şahin Gök, Çetin Akcan, Alev Sururi, Gül Yalaz. Edebiyat/Düşünce: Metin Kaçan, Turgut Özakman, Güzin Dino, Mustafa Miyasoğlu, Nevzat Köseoğlu, Leyla Erbil, Sedat Umran, Ahmet Erhan, Aytunç Altındal, İsmet Kür, Sait Maden. Müzik: Müslüm Gürses, Adnan Şenses, Şenay Yüzbaşıoğlu, Ferdi Özbeğen, Nigar Uluerer. Resim: Burhan Doğançay.
↧
2013’te kültür-sanatın en iyileri
2013 her açıdan öyle kolay unutulmayacak bir yıl olarak kayıtlara geçti. Fakat kültür-sanat adına verimli ve hareketli bir seneyi geride bıraktığımız söylenebilir.Yıl içerisinde birbirinden iyi filmler-tiyatrolar izledik, sergiler gezdik, kitaplar okuduk ve müzikler dinledik. Bu ‘iyilerin’ yanı sıra 2013, sinema, müzik ve tiyatro dünyasından pek çok ustanın aramızdan ayrıldığı bir yıl oldu. Biliyoruz ki her liste biraz eksiktir lakin 2013’ün bu son gününde, geriye dönüp yılın en iyilerini “işin” uzmanlarına sorduk.En iyi tiyatro oyunları: (Hüseyin Sorgun’uN seçtikleri)1- Sessizlik (İstanbul Devlet Tiyatrosu)2- Örümcek Kadının Öpücüğü (Sahne Hal)3- Küskün Müzikali (Emek Sahnesi)4- Kim Korkar Hain Kurttan (Oyun Atölyesi)5- Oda ve Adam (Moda Sahnesi)6- Yeraltından Notlar (Seyyar Sahne)7- Çehov Makinası (İstanbul Devlet Tiyatrosu)8- Para (İstanbul Şehir Tiyatrosu)9- Müziksiz Evin Konukları (Tiyatro Kare)10- Hıdırellez (İstanbul Şehir Tiyatrosu)En iyi filmler: (M. Nedim Hazar’ın seçtikleri)1- Pi’nin Yaşamı (Yönetmen: Ang Lee)2- Yerçekimi (Yönetmen: Alfonso Cuaron)3- Zerre (Yönetmen: Erdem Tepegöz)4- Düşler Diyarı (Yönetmen: Benh Zeitlin)5- Çocuklar / Djeca (Yönetmen: Aida Begic)6- Kelebeğin Rüyası (Yönetmen: Yılmaz Erdoğan)7- Yozgat Blues (Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun)8- Hayat Avcısı / The Imposter (Yön.: Bart Layton)9- World War Z (Yönetmen: Marc Forster)10- Samsara (Yönetmen: Ron Fricke)En iyi kitaplar: (Can Bahadır Yüce’nin seçtikleri)1- Kafka: Karar Yılları (I), Kafka: Kavrama Yılları (II) – Reiner Stach (Sel)2- Kendi Ruhumuzu Ararken – M. Fethullah Gülen (Nil)3- Ölümle Baş Başa – Peter Nadas (Can)4- Beni Sorarsan – Gülten Akın (YKY)5- Mel’un - Selim İleri (Everest)6- Hayat Düzeyleri – Julian Barnes (Ayrıntı)7- Heba – Hasan Ali Toptaş (İletişim)8- Sinan Çağı – Gülru Necipoğlu (Bilgi Ünv.)9- İrade, Hareket, İsyan - Nurettin Topçu’nunEntelektüel Biyografisi - Mehmet Birgül (Dergâh)En iyi albümler: (Ali Pektaş’ın seçtikleri)1- Mabel Matiz - Yaşım Çocuk2- Emre Aydın - Eylül Geldi Sonra3- Rubato- Bir4- Birsen Tezer - İki Cihan5- Melis Danışmend- Biraz Gülmek İstiyorum6- Nilüfer - 13 Düet7- Çiğdem Erken - İstanbul Kızı8- Aynur Doğan - Hevra9- Duman - Darmaduman10- Model - Levla’nın HikâyesiEn iyi sergiler: (Jülide Güngör’Ün Seçtikleri)1- Erol Akyavaş Retrospektif / İstanbul Modern / 29 Mayıs 2013 – 1 Aralık 20132- Milyonluk Manzara / Tütün Deposu / 12 - 30 Temmuz 20133- Yıldız Moran - Zamansız Fotoğraflar / Pera Müzesi / 27 Kasım 2013 - 19 Ocak 20144- Anish Kapoor İstanbul’da / Sakıp Sabancı Müzesi / 10 Eylül 2013 – 5 Ocak 20145- Haset, Husumet, Rezalet / ARTER / 24 Ocak – 7 Nisan 20136- Hüsamettin Koçan Retrospektif / İş Sanat Kibele Galerisi / 13 Şubat - 30 Mart 20137- Bir Daha Asla: Geçmişle Yüzleşme ve Özür / Depo / 25 Ekim - 15 Aralık 20138- Duvar Resminden Korkuyorlar / SALT Beyoğlu / 31 Ocak – 21 Nisan 20139- Mat Collishaw - Hayalet Görüntü / ARTER / 2 Mayıs – 11 Ağustos 201310- Sarkis – İkiz / Galeri Manâ / 10 - 24 Eylül 20132013’ün kültür sanat olaylarıHüsn-i Hat ve Mukaddes Mirassergilerini 1 milyon 200 bin kişi gezdiBu yıl hiç kuşkusuz en dikkate değer kültür sanat olayı, ikisi de Sultanahmet’te açılan Hüsn-i Hat ve Mukaddes Miras sergilerini toplam 1 milyon 200 bin sanatseverin ziyaret etmesiydi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle düzenlediği Ayasofya Müzesi’ndeki Hüsn-i Hat sergisini, bir haftada 400 bin kişi ziyaret edince serginin kapanış tarihi 2 Mayıs’a kadar uzatıldı. İslam Kültür ve Sanat Platformu’nun Sultanahmet Medresesi’nde açtığı 99 adet elyazması Mushaf-ı Şerif’ten oluşan “Mukaddes Miras” sergisini ise bugüne kadar 200 bin kişi gezdi. Bugüne kadar diyoruz çünkü sergi, 2 Eylül’de İstanbul’da kapandıktan sonra 14 şehri gezdi. Sergilerden devam edecek olursak, açtığı her sergi dünyada büyük ses getiren Hint asıllı sanatçı Anish Kapoor’un heykel çalışmalarını ilk kez İstanbul’da sergilemesi de önemliydi. Sabancı Müzesi’nde 10 Eylül’de açılan ve şimdiye kadar 97 bin kişinin ziyaret ettiği ‘Anish Kapoor İstanbul’da’ sergisi 2 Şubat’a kadar uzatıldı. 20 Eylül-20 Ekim arasında açık kalan ve bu yıl ilk defa ücretsiz olan 13. İstanbul Bienali’ni ise 337 bin 429 sanatsever gördü. Kültür Bakanlığı’nın son yıllarda üzerinde ısrarla durduğu en önemli kültür olayı, yıllar önce Türkiye’den yurtdışına kaçırılan tarihî eserlerin geri getirilmesi. Bu ısrar, bu yıl da meyvelerini verdi. 2013’te, Almanya’dan Kanatlı Denizatı Broşu (1), Avustralya’dan sikke grubu (23), İngiltere’den Osmanlı mezar taşları (4) ve son olarak Aksaray Ulucamii Minber Kapısı Kanatları (2) olmak üzere toplam 30 tarihî eser Türkiye’ye getirildi. Türk edebiyatına Sessiz Ev, Beyaz Kale, Kar, Benim Adım Kırmızı, Cevdet Bey ve Oğulları, Kara Kitap gibi eserler kazandıran, 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Orhan Pamuk’un, İletişim’den YKY’ye transfer olması, bu yıl yayın dünyasında en çok konuşulan olaylardan biriydi. Yılın son ayında herkesi sevindiren kültür sanat olayı ise 1999’da ülkesinden sürgün edilmek zorunda bırakılan ve gittiği Fransa’da vefat eden sanatçı Ahmet Kaya’ya, müzik dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü’nün verilmesiydi.
↧
↧
Almanya’da gurbetçi okurlar ‘Siyah’ ile buluşuyor
"Dostuna aramızda kalsın diyorsa aranızda dostluk kalmamış demektir." diyor yazar Talha Bora Öge. Siyah aslında bir günce... Kara başlayan bir hayatın vefayla, sabırla ve sağlam bir dostlukla devam eden hikayesinin yazıldığı samimi bir günlük. Radyocu kimliği sebebiyle Nam-ı diğer Gölge olarak tanınan Öge, son kitabıyla hayata bakışını, "Kara günlerden ancak siyahın asaletiyle kurtulursun; siyah, yastan değil asaletten olsun!" sözüyle özetliyor...Gecenin karasını günün ışık hüzmelerine bağlayan noktada dostluğu yakalıyor yazar ve şair Talha Bora Öge. Karanlığın aksine, siyahla aydınlatıyor bütün hikâyeyi. Bir fener misali, kahramanlaştırıyor matemin rengini."Ancak umutla erenlerden olunur!" diyen Talha Bora Öge’nin yeni kitabı Siyah, son dönemin en çok ilgi gören kitapları arasında yer alıyor. Kendini Siyah'ta doğrulayan yazarın imza gününden imza gününe koşması da bunun en açık göstergesi.Konya’dan Trabzona kadar Anadolu’da binlerce okuruyla buluşan Öge, 4-5 Ocak tarihlerinde ise Almanya Duisburg Kitap Fuarı’nda E-Kitap Medya Standı’nda gurbetçi okurlarıyla bir araya gelecek.
↧
ESKADER ödülleri açıklandı
Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği’nin, kurulduğu 2008 yılından bu yana düzenli olarak verdiği kültür-sanat ödüllerinin bu yılki sahipleri önceki gün Basın Müzesi’nde gerçekleştirilen bir toplantıyla açıklandı.Nisan 2014’te ödüllerini alacak isimler şöyle: Ansiklopedi: İhsan Işık (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi), Araştırma: Prof. Dr. İsmail Erünsal (Osmanlılarda Sahaflar ve Sahaflık), Biyografi: Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar (Abdülbaki Gölpınarlı), Çocuk Edebiyatı: Bestami Yazgan, Deneme: Nâzım Payam (Ses ve Yaz), Dergi: İtibar, Düşünce: Dr. Cezmi Bayram (Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Seyri Yeni Hedefleri), Temaşa Sanatı: Tacettin Diker, Halk Edebiyatı: Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Hikâye: Recep Seyhan (Güneşin Doğduğu Yerde), İnceleme: Prof. Dr. Bilge Ercilasun (Edebiyat Tarihi ve Tenkit), Klâsik Türk Sanatları: Prof. Dr. Fatma Çiçek Derman (Rikkat Kunt Hoca Hanım), Kitap Yayıncılığı: Büyüyen Ay Yayınları, Kurum: Yunus Emre Enstitüsü, Müzik: Gönül Paçacı, Roman: Leyla Karaca (Göğsündeki Gökyüzü), Sinema: Üç Yol filmi, Şiir: Ayşe Sevim (İşlenmemiş Suç), Tarih: İsmail Bilgin (Kut’ül Amare–Osmanlı’nın Son Zaferi), Tasavvuf kültürü: Mustafa Özdamar, Tiyatro: Âmâk-ı Hayal (Tiyatro Nefes). Tam liste www.zaman.com.tr’de
↧
Fotoğrafın ‘Ozan’ı 80 yaşında
Türkiye’deki foto muhabirliğinin yaşayan çınarı Ozan Sağdıç’ın 80. yaş günü anısına bir fotoğraf sergisi açıldı. Aynı gün eşi Olcay Hanım’la evlilik yıldönümünü de kutlayan Sağdıç’ın anlattıkları fotoğraflı Türkiye tarihi gibi.Kültür ve sanat ile aşinalığınız ailenizden geliyor. Babanız ile Mehmet Akif Ersoy arasındaki muhabbeti birçok insan bilmiyor. Bu yakınlıktan söz eder misiniz?Bu yakınlığın kurulmasına vesile Balıkesirli bir aydın olan Hasan Basri Çantay. Mütareke yıllarında çıkardığı bir gazetede işgallere karşı sert muhalefet ettiği için İngilizlerin takibine uğramış. Kaçak durumundayken dedem onu bir süre Pelitköy’deki evinde saklamış. Hasan Basri Bey, Ankara’da Mehmet Akif’in Tacettin Dergâhı’nda-ki ev arkadaşı aynı zamanda. Akif’e, dedemin asaletinden, âlicenap-lığından, konukseverliğinden ve Pelitköy’ün güzelliğinden bahsedip dururmuş. Öyle ki, Mehmet Akif Pelitköy’e, gıyaben âşık olmuş. Diğer taraftan babamın da Balıkesir’de Çağlayan dergisini çıkardığı yıllarda da Hasan Basri Bey ile derin bir muhabbeti olmuş. Mehmet Akif’te, dünyadan el etek çekip inzivaya çekilmek gibi bir eğilim sezilince dedem, Pelitköy’deki mevcut iki evinden birini emrine seve seve verebileceğini söylemiş. Mithat Cemal’in Mehmet Akif’e ait biyografik eserinde, ölümünü anlatan bölümünün sonunda şöyle bir cümle var: “Eğer biraz daha yaşasaydı son günlerini Burhaniye’nin Pelitköy’ünde denize nazır bir evde geçirecekti.” Sözü edilen o ev benim doğduğum evdir.“Elimdeki negatiflerle ve baskılarıyla o adrese gittim. Vedat Nedim Tör, Şevket Rado, Hikmet Feridun Es ve Karl Rudolf gibi kişilerden kurulu heyet fotoğraflarımı incelediler.”Fotoğraf ile tanışıklığınız ne zaman ve nasıl başladı?Babamın dostları arasında Fehmi Mine diye bir fotoğrafçı vardı. Stüdyosunda eskiden çektiği birçok portresini görmüştüm, hep usta işiydi. Benim üç aylıkken, altı aylıkken çekilmiş fotoğraflarım hep onun imzasını taşıyor. 1953 yılında ülkede döviz sıkıntısı vardı. Fotoğraf makinesi lüks eşyadan sayılıyor ve ithal edilmiyordu. Fehmi Bey’e iki adet Alman malı kutu makinesi gelmişti. Birini babam bana aldı. Oyuncak gibi bir şeydi. Bir mercekten ibaret objektifi vardı ve sabit, tek enstantaneliydi. Fehmi Bey çektiğim kareleri hayretle karşıladı ve tanıdıklarına “Göreceksiniz bakın, Ozan’ın fotoğrafları bir gün Avrupa mecmualarında çıkacak.” dedi.İstanbul Boğazı buz tuttuğunda siz de ilk foto röportajınızı yapmış oldunuz. O günü anlatır mısınız?Kabataş Lisesi’nde okurken yaz tatillerinden sonra yatakhanede pencere kenarındaki karyolayı kapmak için okula erken dönerdim. Gerçi orası soğuk olurdu, çoğu öğrenci beğenmezdi. Gece ışıklar sönüp herkes uykuya daldığı saatlerde Boğaz’da bir şehrayin başlardı ki, deme gitsin. Sabahları hep farklı bir manzara beklerdi bizi. 1954 yılının bir Mart sabahında, daha camların buğusunu silmeden, dışarıdan acayip bir beyazlığın ışığı yansıyordu içeri. Buğuyu elimle silip baktığımda Boğaz bembeyazdı. Bağırarak bütün koğuş arkadaşlarımı ben uyandırdım, ‘Arkadaşlar, Boğaz buz tutmuş.’ diye... Yaz tatilinde aldığım kutu makineyi okula getirmiştim. Beşiktaş’a koşup bir fotoğrafçıdan iki rulo film alıp okula döndüm. Birkaç öğrenci buzların üzerine çıkmıştı. Buzlar hareket halinde oldukları için bazıları üzerlerindeki çocuklarla birlikte uzaklaşmışlardı. Daha sonra arkadaşlarım kayıklarla kurtarıldı. O gün çektiğim fotoğraflar, benim bir olayın çeşitli evrelerini saptadığım ilk dizi fotoğraflar oldu.Fotoğraflarınızda estetik ve şiirsel bir tarz mevcut. Bu özellik nereden geliyor?Babamda ve dedemde şairlik damarı mevcuttu. Babam şairlikten çok şiir hocalığı etmekle övünürdü. Örneğin Sabahattin Ali’yi henüz 9 yaşındaki bir çocukken keşfetmiş ve 15 yaşına kadar onun eğitimiyle meşgul olmuştu. Ona ağabeylik etmiş, yol göstericilik yapmış. Kesin olarak yetiştirdiği bir şair var: Mustafa Seyit Sutüven. Orhan Şaik Gökyay, Esat Adil Müstecaplıoğlu, Sıtkı Yırcalı gibi bazı isimlerin de babamdan feyiz aldıkları söyleniyor. Böyle bir aile içinde büyümüş olmanın elbette insan üzerinde birtakım kalıcı etkileri oluyor. Ağabeyim Emrah Sağdıç kasaba ölçeğinde de olsa gazetecilik mesleğini seçti.Gazeteciliğe geçişiniz nasıl oldu?Aslında ilk basın fotoğrafım Akis dergisinde yayımlanmıştı. Fotoğraftan ilk telif ücretimi ise Milliyet Gazetesi’nde rahmetli Abdi İpekçi’nin eliyle almıştım ama maaşlı olarak gazeteciliğe başladığım yer Hayat Mecmuası oldu. Bir gün Cumhuriyet gazetesinde ‘Manzara fotoğrafları satın alınacaktır.’ şeklinde bir ilan gördüm. Elimdeki negatiflerle ve baskılarıyla o adrese gittim. Vedat Nedim Tör, Şevket Rado, Hikmet Feridun Es ve Karl Rudolf gibi kişilerden kurulu heyet fotoğraflarımı incelediler. On tanesini kartpostal basmak üzere satın aldılar. Bana da orta karar bir makine alabilecek bir para ödendi. İş bittikten sonra Şevket Rado’nun yönlendirmesiyle Hikmet Feridun Es benimle konuştu. Dediği şuydu: “Biz burada iki aya kadar modern bir dergi çıkaracağız. Babıâli tecrübesi olmayan taze bir göz arıyorduk. Onu sende bulduk. Bizimle çalışır mısın?” Tepeden inme, şoke edici bu davet ilk anda beni ürkütmüş olmalı ki hemen karar veremedim. Hayat Mecmuası isimli bu dergi çıkmaya başlayınca kendim gidip ‘Evet’ dedim.Hayat Mecmuası’nda Ara Güler ile birlikte çalışıyordunuz. Biraz o günlerden bahsedebilir misiniz?Hayat Mecmuası’nda yazı işleri dediğimiz idarehane bölümündeki salona ilk girişimde Ara Güler bana, “Yeni bir fotoğrafçı arkadaş almışlar, sen misin o?” diye sordu. Diyaloğumuz böyle başlamış oldu. Benden kıdemli sayılırdı ama bana kıdemli tafrası yapmadı. Birlikte çok uyumlu çalıştık, dostça birbirimizin nazını çektik. Bazen amaçsız, plansız fotoğraf çekimlerine çıkardık. Eski mahallelerde, Haliç çevresinde, Kumkapı’da filan birlikte dolaşırdık. Ara o zamanlar daha tertipli, düzenli konuşurdu. Özel hayatında mizah duygusu hayli yüksek olan Ara’nın o mizah duygusunu fotoğraflarına taşımadığına hep hayret etmişimdir. Fotoğrafları son derece ciddidir.1960’lar Türkiye için zor yıllardı. O dönemde yaşadıklarınızı anlatır mısınız?27 Mayıs günü sokaklarda fotoğraf çekiyorum diye beni adeta tutuklu gibi Harp Okulu’na götürdüler. Yassıada’ya gideceklerin kuyruğuna soktular. Tam bodruma giden kapıda aklıma bir şeytanlık geldi. Oraya izin almaya gelmişim gibi, “Ben gazeteciyim, fotoğraf çekebilir miyim?” dedim. Sıradakileri içeri atan ak saçlı albay bir ‘La havle’ çekti, “Biz neyle uğraşıyoruz, bu vatandaş neyle.” dedikten sonra yanındaki askerlere, “Atın bu herifi dışarı.” dedi. Beni evimin kapısına kadar getirdiler. Ama 10 dakika sonra yine sokaklardaydım. Ankara’da Milli Birlik hükümetleri ve Kurucu Meclis döneminde çok fotoğraf çektim. Nihat Erim, Naim Talu, Ferit Melen hükümetlerini gördüm. Sonra İnönü, Demirel ve Ecevit dönemleri de bana arşivimi daha çok zenginleştirme fırsatı sundu.60 yılı aşkın meslek hayatınızı göz önünde bulundurduğunuz zaman günümüzde nelerin eksikliğini hissediyorsunuz?Nostalji, eski günlerin hayali güzel şeydir ama faydasız. Her dönem kendi olanakları ölçüsünde kendi çağını yaşar. Yüz metre öteye su fışkırtan araçlar varken yangına tulumbacı takımıyla koşamazsınız artık. 1950’lerde ve 1960’larda ben çok güzel, çok yalın ve özlü fotoğraflar çektim. Yaşam daha sade, çevre daha doğal, insanlar daha naifti. Çevre sorunları sözünü ben ilk kez 1960’larda duymaya başladım.
↧
'Türkiye'de Zaman' sergisi, New York'ta görücüye çıkıyor
Zaman Gazetesi'nin 25. kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında düzenlenen 'Türkiye'de Zaman/Time in Turkey' fotoğraf sergisi New York'un tarihi mekanlarından Grand Central'da fotoğrafseverlerle buluşuyor. Şu ana kadar birçok ülkeyi dolaşan sergi, 2-9 Ocak tarihleri arasında ziyarete açık olacak.'Türkiye'de Zaman', Zaman Gazetesi'nin 25. yılı etkinlikleri çerçevesinde Türkiye'ye davet edilen dünyaca ünlü sanatçıların çektikleri fotoğraflardan oluşuyor. Sergi, önce Türkiye'nin farklı şehirlerinde fotoğrafseverlerin beğenisine sunulmuş, ardından farklı ülkelerde görücüye çıkmıştı. 'Türkiye'de Zaman' sergisinin turu Londra'da dünyanın sıfır noktası kabul edilen Greenwinch'in Penninsula Meydanı'nda başlamıştı.Dünyaca ünlü fotoğrafçıların Türkiye temalı eserleri daha önce Viyana, Selanik ve Brüksel'in yanı sıra İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir, Antalya, Erzurum, Trabzon, Samsun, Kayseri, Bursa ve Malatya'da görücüye çıktı.(CİHAN)
↧
↧
‘Oldboy’ bu kez Spike Lee’nin kamerasından çıktı
Sinemaseverler bu hafta 4 yeni film ile buluşuyor. 3 Ocak haftasının öne çıkan yapımı "Oldboy". Birkaç yıl önce Park Chan Wook'un Kore yapımı olarak vizyona giren film bu kez, usta yönetmen Spike Lee'nin kamerasından çıktı. Günümüz sinema dünyası böylesine bir intikam hikâyesine daha önce tanık olmamıştı.Günümüz film dünyası fanatik intikam hikâyeleriyle doludur. Fakat bunlardan hiçbiri "Oldboy"a yanaşabilmiş değil. Öyle ki "Oldboy", soyutlanmayı, psikolojik baskıyı, kan davasını, ahlak duygusunu, suçluluk duygusunu ve günahlardan arınmayı modern pop kültürünün karanlık yüreğinde birbirine bağlayan; aynı anda kışkırtıcı biçimde duygusal ve vahşi bir hikâye. Kore yapımı orijinal filme bağlı kalırken, yeniden yapımı ile seyirci ile buluşan "Oldboy", başını kendi şok edici ve gölgeli alanına çeviriyor. Garın Tsuchiya ve Nobuaki Mnegishi'nin çizgi romanına, hem de bir kült haline gelmiş Park Chan Wook'un Kore yapımı filmine dayanan efsanevi hikaye, bu sefer iki defa Oscar adayı olmuş Spike Lee'nin yeniden çekimiyle karşımızda. Bir gece içkiliyken apansız kaçırılan ve tuhaf, hotel benzeri bir hapis içerisinde, O'nu esir alan kişinin kimliği ve gerekçesiyle ilgili en ufak bir iz olmadan, eziyetle dolu, bezdirici, yalnız ve 20 yıl sürecek bir mahpusluğa terk edilen, Joe Doucett'in akıl sır ermez deneyimi. Serbest bırakılan Joe, bu kâbustan bir saplantıyla çıkar: Cezasını organize eden kişiyi bulmak ve nedenini anlamak. "Oldboy" da Josh Brolin, Elizabeth Olsen, Sharlto Copley ile Samuel L. Jackson'ın rol aldı.HALAM GELDİFilm, gazeteci Evrim Kanpolat'ın bizzat şahit olduğu gerçek bir olaydan yola çıkarak yazdığı senaryosu ile Türkiye'nin en büyük problemlerinden birini, çocuk yaşta gelin olan kızların acı dramını ve akraba evliliklerini ele alıyor. Aynı zamanda Kıbrıs Barış Harekatı'nın 40. yılına denk gelen filmde, Kıbrıs Rum Kesimi tarafı ile yaşanan sınır meselesi de en insani yanıyla işleniyor. Erhan Kozan'ın yönettiği ve Miray Akay, Melisa Celayir, Melis Kara, Burçin Terzioğlu, Necip Memili, Dilek Çelebi oynadığı "Halam Geldi"nin çekimleri Akıncılar köyünde gerçekleştirildi.WALTER MITTY'NİN GİZLİ YAŞAMI"Walter Mitty'nin Gizli Yaşamı"nda, herkesin iyi hissetmesi için gereken potansiyelin içinde bir yerlerde gizlendiği anlatılıyor. Sıradan bir adam olan Walter, sessiz sakin hayatına devam ederken, komik ve şok eden gerçek üstü hayaller görmeye başlar. Bir gün kaderi öyle bir değişir ki, hayallerinin bile ötesinde bir maceralar zincirine adım atar. Ben Stiller'in yönettiği ve Ben Stiller, Kristen Wiig, Sean Penn ile Kathryn Hahn'ın oynadığı "Walter Mitty'nin Gizli Yaşamı" macera, dramatik-komedi türünde.KUSURSUZLARÇeşme. Mayıs'ın son günleri. İstanbul'dan gelen iki kız kardeş, Lale ve Yasemin bir kaç ay önce vefat etmiş anneannelerinin yazlığında tek başlarına kalıyorlar. İki kardeş gün içinde, yarımadayı arabayla geziyor ve ıssız plâjlarda uzanıp tembellik yapıyorlar. İlk başta her şey çok güzel, hava berrak, deniz pırıl pırıl ve belde huzurlu... Ancak bu ilişkide tuhaf bir gerginlik var. Ramin Matin'in yönettiği ve Esra Bezen Bilgin, İpek Türktan Kaynak, İbrahim Selim ile Mehmet Ali Nuroğlu'nun oynadığı "Kusursuzlar" Antalya Altın Portakal'da En İyi Yönetmen ödülünü almıştı.(CİHAN)
↧
47 Ronin zarara koşuyor
Ülkemizde 27 Aralık’ta gösterime giren 47 Ronin filminin yapım şirketi Universal, büyük bir zararla karşı karşıya.Keanu Reeves’in, Japon sinemasının ünlü oyuncularıyla birlikte oynadığı ve büyük umutlarla çekilen film, 175 milyon dolara mal oldu. Japonların meşhur bir efsanesini anlatan filmin dünya genelindeki gişe geliri 44 milyon dolarda kaldı. İlk haftasonu 9,9 milyon dolarlık açılışı ile Hollywood ölçülerinde hayli düşük bir gişe elde eden filmin yapım şirketi şimdiden 150 milyon dolarlık zarara ‘hazırlanıyor’. Yaklaşık üç hafta daha gösterimde kalacak filmin muhtemel zararı ne kadar düşüreceği merak konusu.
↧
Hüseyin Su ‘yazma cesareti’ni anlattı
Ankara Atlantik Eğitim Kurumları Nevin Gökçek Lisesi “Yazarlık Atölyesi”nin her ay düzenlediği “Ayın Yazarı” programının bu ayki konuğu, Ana Üşümesi, Gülşefdeli Yemeni, Aşkın Halleri ve Bir Yağmur Türküsü kitaplarının yazarı Hüseyin Su oldu.Önceki gün yapılan etkinlikte Su, öğrencilerle yazma cesareti ve yazmanın incelikleri konusunda bir söyleşi gerçekleştirdi. Öğrencilerden gelen soruları yanıtlayan Su, programın sonunda kitaplarını imzaladı. Okul Müdürü Mustafa Gülebaş, teşekkür konuşmasının ardından Hüseyin Su’ya bir plaket takdim etti.
↧