![]()
‘The Wolverine’, Hollywood filmlerinin Uzakdoğu’yu mesken tutup gişe hasılatını şişirme taktiğinin son halkası. Yönetmen James Mangold’un farkının hissedildiği filmin tamamına yakını Japonya’da geçiyor. Temel mesele ise geçmişin yüklerinden kurtulmak isteyen Wolverine’in, mutant olmakla imtihanı!Sinemadaki uzun soluklu serilerde geriye dönüp bakmak gerekiyor. İki yıl önce yine bu zamanlar gösterime giren ‘X-Men: Birinci Sınıf’ filminde, genetik dönüşüme uğrayan mutantlar, Soğuk Savaş’ın en ‘sıcak’ olayında, 1962’deki ‘Küba Füze Krizi’nde aktif rol oynamıştı. Hatta, ABD ile Rusya arasındaki muhtemel 3. Dünya Savaşı’nı, Kennedy’nin değil, Wolverine ve ekibinin engellediğini öğrenmiştik! Ayrıca film, başlangıç noktası olarak 2. Dünya Savaşı’ndaki bir Nazi kampını tercih etmişti.Serinin altıncı adımı ‘The Wolverine’, tıpkı öncülü gibi, 2. Dünya Savaşı’ndan trajik bir kesitle açılıyor. Geçmişin yüklerinden kurtulamayan Wolverine, 9 Ağustos 1945 günü, Japonya’nın Nagazaki şehrine atom bombası atıldığında oradadır. O gün hayatını kurtardığı Japon asker Yashida, yıllar sonra izini bulur ve ‘helalleşmek’ için onu çağırır. Ancak Wolverine, ölüm döşeğindeki Yashida’nın son isteğini kabul etmeyince işler karışır. Yashida’nın oğlu, Japonya Adalet Bakanı ve Japon mafyası Yakuza peşine düşer. Wolverine, sadece kendini değil, Yashida’nın torunu Mariko’yu da korumak zorundadır.‘The Wolverine’, Hollywood filmlerinin Uzakdoğu’yu mesken tutup gişe hasılatını şişirme taktiğinin son halkası. Büyük bütçeli yaz filmlerinin maliyeti o kadar arttı ki, Kuzey Amerika pazarı yapımcılar için tek başına yeterli gelmiyor. Dolayısıyla, önceleri ABD dışında genelde Londra galasında arz-ı endam eden Hollywood yıldızları, artık Tokyo, Hong Kong, Mumbai ve Seul’de düzenlenen özel galalara da katılıyor. Tabii ki bu galalar için, filmin hikâyesine bir tutam Uzakdoğu sosu katmak gerek. Bu sos, ABD iç pazarında da otantiklik ve egzotiklik iştahını belli ölçüde tatmin ettiği için ürünü albenili hale getiriyor.JAPONYA’YA BİR KIRIK DİLEKÇESöz konusu ‘taktik’, ‘The Wolverine’de zirveye çıkıyor. O kadar ki, isminden ‘X-Men’ ibaresini atan ve sadece başkarakterin adıyla yola çıkan film, hikâyesinden de mutantları çıkarıyor. Wolverine’in güçlerinin zayıfladığı ve ölümü arzuladığı film, X-Men serisinden ziyade, mesleğinde gözden düşmüş bir Amerikalının Japonya’da kendini bulma hikâyesine dönüşüyor. Bu durumda, hikâyenin ‘Son Samuray’ ya da ‘Lost in Translation’ ile çağrışım kurma ihtimali doğuyor. Ancak, meseleyi politik bir zemine oturtmak için Wolverine’in geçmişindeki hatalar ile ABD’nin geçmişindeki ‘nükleer hatalar’ aynı potada eritiliyor. Serinin önceki adımlarında karısını öldürmek zorunda kalan Wolverine, bu filmde vicdan azabıyla mücadele ediyor. “Beni nasıl öldürebildin?” diyen karısına karşı kendini, “Ama sen insanlara zarar vermeye başlamıştın.” sözleriyle savunuyor. Hikâyenin, Wolverine ile ABD’nin günahlarını paralel bir şekilde temize çekmesinden hareketle bu diyalog pek âlâ, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılmasına karşılık “Ama siz de Çin’e, Tayvan’a ve Pearl Harbour’a saldırdınız; bize zarar verdiniz!” savunması olarak görülebilir. Filmin ‘egzotiklik’ takıntısı ise rahatsızlık veren bir başka unsur. Wolverine’in, 70’lerdeki kafası karışık Batılıların hayatın anlamını Uzakdoğu’da araması gibi bir ruh haliyle gezinmesini hazmetmeye çalışırken, Japon karakterler vasıtasıyla oryantalizm durağını es geçip doğrudan oksidentalizme yuvarlanıveriyoruz. Yashida’nın torunu Mariko’nun, gelenekle modern arasında sıkışmış Japon neslini işaret etmesi yerinde bir tespitken, mevzu bir anda “Biz birbirimizi sevdik, dedem izin vermedi; geleneklere takıldık; sen Batılısın anlamazsın bizim geleneklerimizi, biz çok tutucuyuz vs.” içlenmelerine yol alıyor. Wolverine, iki dünya arasında sıkışan Mariko’yu (Japonya da diyebiliriz) kurtaran bir süper kahraman (ABD). Dolayısıyla mesele, ‘Atom bombası attık ama bak sonunda sizin için iyi oldu!’ noktasına kadar geliyor. E, Hollywood’un özrü de bu kadar olur. Amma velakin, algınızı bu tür alternatif okumalara kapatabilirseniz, ‘The Wolverine’, politik göndermeleri ve nispeten yakaladığı derinlik ile bu yaz önümüze gelen ‘gişe canavarları’nın en derli toplusu. Üstelik; Yakuza’ların, kimonoların, çay servis törenlerinin, Japon sofra âdâbının otantik cazibesine kapılmak; yanı sıra Son Samuray, Kill Bill ve Başlangıç (Batman sonrası çizgi roman uyarlamalarındaki ‘Christopher Nolan etkisi’ ayrı bir bahis) filmlerinden aroma tadında esintiler devşirmek de vereceğiniz bilet ücretine dâhil…