Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Kömüre hücum

$
0
0

İlk gösterimini 65. Berlin Film Festivali'nde yapan Kar Korsanları, 12 Eylül dönemine çocukların gözünden bakan masalsı ve naif bir hikâye anlatıyor.

1981 yılında Kars'ta kömür sıkıntısı had safhadadır. Birkaç devlet kurumu ve ayrıcalıklı kişi dışında o kış kömüre ulaşabilmek imkânsızdır. Tek servetleri kızakları ve hayalleri olan Serhat, Gürbüz ve İbo, kömürün peşinde dayanışmanın gücünü keşfedecektir...


‘Kültür merkezinden vazgeçtim, kitabını yazdım'

$
0
0

Haziran 2005'te açılan Tepebaşı'ndaki Pera Müzesi 10. yılını kutluyor. Müzede bugüne kadar 70'ten fazla sergi açıldı.

Henri Cartier-Bresson, Rembrandt, Niko Pirosmani, Josef Koudelka, Joan Miró, Akira Kurosawa, Marc Chagall, Pablo Picasso, Frida Kahlo, Goya gibi sanatçıların eserleri Türkiye'ye getirildi. On yılda müzeyi 1 milyon 200 bin kişi ziyaret etti. En çok gezilen sergi ise Müze Müdürü Özalp Birol'un verdiği bilgiye göre 23 Aralık 2010'da açılan Frida Kahlo ve Diego Rivera sergisi. Bu başarının arkasında 10 yıldan daha fazla bir birikim var. Suna-İnan Kıraç Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı, müzenin kurucusu İnan Kıraç, önceki akşam müzede düzenlediği toplantıda kültür-sanat gazetecilerine 35 yıllık serüvenini anlattı.

İnan Kıraç, vakfın eğitime ve sanata yılda 50 milyon TL ayırdığını söylüyor. Bu paranın yüzde 35 eğitime, yüzde 15'i başta Pera Müzesi olmak üzere Antalya'daki müze ve kültür merkezine gidiyor. Yirmi yılda 114 bin gence eğitim imkânı sağlayan Kıraç, müzeden para kazanmak şöyle dursun, “Müzeye -aldığımız eserler hariç- 30 milyon TL harcamışız. Bunu 1 milyon 200 bine bölerseniz, demek oluyor ki ziyaretçilerin cebine 20 TL daha koymuşuz.” diyor. Kıraç, toplantıda, ‘Burada başarısız oldum' dediği bir konuyu anlattı. MS hastası eşine adadığı ve on yıldır uğraştığı Suna Kıraç Kültür Merkezi'nden artık vazgeçmiş ama kitabını yazmış. “Suna Kıraç Kültür Merkezi'nin Yapılamama Öyküsü” adlı kitap, bir hafta içinde yayınlanacak fakat satışa çıkmayacak. Kıraç, “Büyük mücadele verdim, on senede pes ettim. Frank Gehry, bizim projeyle aynı dönemde Paris'te Louis Vuitton Müzesi'ni yapmaya başladı ve tamamladı. Aramızdaki fark şu: Paris belediyesi, şehirdeki en güzel parkı Louis Vuitton'a 30 yıllığına parasız verdi ve o eser ortaya çıktı. Bendeniz başarısız oldum. Sebeplerini de hazırladığım kitapçıkta anlattım.” diyor.

Projesini Amerikalı mimar Frank Gehry'nin çizdiği kültür merkezi TRT binasının yerine yapılacaktı. Fakat TRT-İstanbul Büyükşehir Belediyesi-dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve müze arasında birlik kurulamadı. Kıraç, kitapta, yaşadıklarını belgeleriyle anlatmış. Kızı İpek Kıraç, “Babamın kaç kere eve güleç bir yüzle ‘Bu kez oluyor galiba' diyerek girdiğini hatırlıyorum. Ama artık içimiz soğudu.” diyor.

İnan Kıraç'ın cebinde taşıdığı resim

Suna-İnan Kıraç, ‘Oryantalist Resim', ‘Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri' ve ‘Kütahya Çini ve Seramikleri' koleksiyonlarını 2006'da Pera Müzesi, Suna ve İnan Kıraç Vakfı'na devrederek tüm eserleri halka mal ettiler. İnan Kıraç, en sevdiği resimleri görmek için bile müzeye gidiyor. Bir tanesini de cebinde taşıyor. Fausto Zonaro'nun Göksu Sefası isimli tablosunu cep telefonunun kabına bastırmış. Zonaro, başına tozpembe renkli şalını dolayıp Göksu deresine gezintiye çıkan, hüzünlü ama aynı zamanda sevinçle bakan bu genç kız tablosunu 1910'da yapmış.

‘Oryantalist Resim' koleksiyonuna Sotheby's'in biçtiği değer

300'den fazla oryantalist tabloyu vakfa devreden İnan Kıraç, İngiltere'nin ünlü müzayede evi Sotheby's'in yetkilileriyle aralarında geçen diyaloğu şöyle anlatıyor: “İki sene Sotheby's'in hem Avrupa, hem Amerika başkanı Türkiye'ye gelmişti. Müzeyi gezerken oryantalist resimlerin değerini sordum. Dediler ki: ‘Eğer biz şimdi alırsak 80 milyon dolar, ama müzayedeyi beklerseniz 100 milyon doları geçer.' 30 resim için bu değer biçildi. Akabinde fiyatların neden bu kadar yükseldiğini konuştuk. Son dört senede Araplar Ortadoğu'da 30 müze açmış. Ve çoğu oryantalist resim aldığı için fiyatlar bu denli yükselmiş.”

Bekârlık sultanlık değil!

$
0
0

Köpekdişi filmiyle Yunan Yeni Dalgası'na ivme kazandıran yönetmen Yorgos Lanthimos, üçüncü filminde uluslararası sulara açılıyor.

İlk İngilizce filminde genç yönetmen, yine tersine bir dünya öyküsü sunuyor seyirciye. Distopik bir hikâye anlatan The Lobster, bekâr olmanın suç olduğu bir yakın gelecekte geçiyor. Karısı tarafından terk edilen David, kendisi gibi bekâr insanların eş bulmak üzere yerleştiği bir otelde kalmaya başlar. Ruh eşini bulması için 45 günü vardır ve eğer bunu başaramazsa, kendi seçeceği bir hayvana dönüştürülecektir. Otelin absürt kuralları, aynı kaderi paylaştığı insanların halleri ve ceza olarak sürüleceği ormandaki asilerin korkusu bir araya gelince David çaresizce çıkış yolu arar…

Başarı ‘program'lanabilir mi?

$
0
0

Çok değil, üç yıl öncesine kadar, ‘Spor tarihinin en trajik öyküsü hangisidir?' sorusuna farklı cevaplar verilebilirdi.

Günümüzde ise bu sorunun tek cevabı var: Lance Armstrong! ABD'li sporcuya 1996'da kanser teşhisi konduğunda doktorlar % 40 yaşama şansı olduğunu söyledi. Ancak o kanseri yenmekle kalmadı, iki yıl sonra, dünyanın en zorlu yarışı olan Fransa Bisiklet Turu'nda altın madalya kazandı. Hatta tarihi bir rekora imza atarak, bu madalyayı 7 kez evine götürdü.

Spor dünyasının o güne kadar görmediği bir başarı, istatistik ve azimle neredeyse Muhammed Ali'yi bile geride bırakmıştı Armstrong. ‘Patron' (Le Boss) diyordu Fransızlar ona. Bu başarı öyküsünün trajediye dönüşmesi, Armstrong'un emeklilik günlerine rastlıyor. Bisiklet dünyasının ‘omerta yasası' gibi koruduğu uzun suskunluk 2012'de bozuldu. Fransa Bisiklet Turu'nda aldığı altın madalyalar dâhil, ‘efsane' sporcunun 1998'den sonra kazandığı tüm unvanlar geri alındı. Armstrong, uzun süre reddetse de nihayet 2013'te Oprah Winfrey'e verdiği röportajda, bir ‘program' dâhilinde sistematik olarak doping kullandığını itiraf etti.

İngiliz yönetmen Stephen Frears imzalı Son Efsane / The Program, Lance Armstrong'un ‘program'ının detaylarına ortak ediyor bizi. Karakterini derinleştirmeden, olay örgüsüne, kronolojiye ve doping programının detaylarına odaklanan film, canlandırmalı bir suç/hukuk filmi kıvamında ilerliyor. Takdir edilesi çabasına rağmen Ben Foster'ın biçimci kompozisyonu karakterin dünyasına girmemizin önündeki engellerden biri. Yönetmenin kreatif tercihler yerine ‘memurluğu' seçmesi de filmi zayıflatan unsurlardan.

Son Efsane, çok yakın tarihte gerçekleşmiş bir doping skandalının bilinen bütün unsurlarını kronolojik sıraya koymak dışında kayda değer bir şey yapmıyor. Vitrindeki hikâye ve olay çizgisinin ötesine geçip karaktere, spor dünyasına, başarı-hırs-sistem üçgenine nüfuz edemiyor. Buna rağmen, son birkaç yıldır ülke olarak değişik branşlarda bizim de haşır neşir olduğumuz doping skandalına eğilmesi ve Armstrong'un öyküsüne vâkıf olmayanlara öğretici bir olay çizgisi sunması sebebiyle tercih edilebilir.

Haftanın filmleri VİZYONDAKİLER'de: İyilik yap denize at

$
0
0

Dolaylı ya da doğrudan ‘devlet'in yapımcı olduğu filmlerde resmi tezlerle birlikte hamaset ve ideolojik törpü de ister istemez devreye giriyor.

Hal böyle olunca birey, daha doğrusu, insan hikâyesi geri plana itiliyor ve -çok çok azı hariç- film bir müsamereye dönüşüyor. Geçmişteki ‘Kemalist' günlerde de böyleydi, bugünün ‘İslamcı' devranında da değişen bir şey yok. En iyisi, devletin bakanlık teşviklerini sürdürerek rüsum vergisinde esneklik sağlaması; elinin bürokrasisi ve zihninin hamasi köhneliğiyle sinemaya hiç bulaşmaması.

Orta karar bir seyirlik olabilecekken, Ertuğrul 1890'ın ortaokul müsameresine dönüşmesinin en önemli sebebi ‘devlet dokunuşu'. Yoksa Japon yönetmen Mitsutoshi Tanaka, eli düzgün bir tarihi drama çekmiş. Birkaç sahnede tablo gibi görüntüler bile var. Özellikle Oshima Adası sakinlerinin karaya vuran Osmanlı askerlerini gördüğü sahne göz alıcı. Japon kasabasındaki kimi mizansenlerde ise Tanaka'nın ‘ecdada saygı' kabilinden kondurduğu, Mizoguchi ve Kobayashi filmlerini hatırlatan kareler mevcut.

BUGÜN BİZE, YARIN SİZE

İki yönlü bir hikâye anlatıyor Ertuğrul 1890. İlk bölümde Ertuğrul Firkateyni'nin tarihi yolculuğu haritalar üzerinden hızlıca anlatılıp Oshima Adası kıyılarındaki kazaya varılıyor. Eş zamanlı olarak Japon kasaba halkının yüzeysel hikâyesi kadraja girerken, Osmanlı askerlerinin kaza sonrası rehabilite sürecine geçiliyor. İlk bölüm Japonların fedakârlıkları üzerine kurulu. 1985'te geçen ikinci bölümde İran-Irak savaşı sırasında Tahran'da mahsur kalan Japon vatandaşlarının Türkiye tarafından kurtarılması söz konusu. Hamasetin ve devlet elinin devreye girdiği ‘müsamere' bölümleri de burada karşımıza çıkıyor.

Ertuğrul Faciası, Türkiye'de bilinen ama günümüzde nispeten unutulmuş bir olay. Böylesi bir filmle hatırlanacak olması ise talihsizlik. Japonya'da geçen ilk bölümün senaryosu çok güçlü olmasa da başta sanat yönetimi ve yönetmen Tanaka'nın titiz işçiliği sayesinde fazla renk vermiyor. Dolayısıyla, Ertuğrul'un seferinin ‘devletin itibarı' gibi muğlak bir nedene bağlanması, Bekir Çavuş ile Yüzbaşı Mustafa arasında kurulmaya çalışılan zoraki gerilim ve görsel efektlerin kendini hissettirmesi gibi filmin renk atan unsurları sineye çekilebilir. Fakat ‘Biz de Japonları kurtardık' temalı ikinci bölümde filmin makyajı dökülüyor. Hamasi dozu yüksek, acemice kotarılmış resmi tez bombardımanına maruz kaldığımız Tahran sahneleri, diyaloglarından mizansenine kadar hayli sorunlu. Filme konu olan iki tarihi olaya dair finalde birkaç satır bilgi verilmeyişi de önemli bir eksiklik.

TARİH DERSİ HİSSİYATI

Dış ses tercihinin tarih dersi izliyormuşuz hissiyatını sürekli canlı tutması, oturmamış karakterler, gereksiz bir Türk-İslam sentezi telaşı ve mütekabiliyet/denklik kurma gayretleri de Ertuğrul 1890'ın olumlu yanlarını alıp götürüyor. Türkiye'nin Tahran'daki Japon vatandaşları kurtarması ise tam bir muamma. Sözde bir devlet organizasyonu var, fakat filmde her şey Türk vatandaşların ‘insafına' ve dönemin başbakanı Turgut Özal'ın “Ben milletime güveniyorum.” sözüne bırakılıyor. 1985'te milletimiz fedakârlık yapmış olabilir fakat bugün benzer bir olay yaşansa Japonlara havaalanını dar ederdik muhtemelen!

Sonuç olarak, yönetmenlik dâhil, teknik alanlarda sorun yaşamayan Ertuğrul 1890, orta karar bir tarihi drama olma fırsatını senaryo zaafı ve ‘devlet dokunuşu' nedeniyle kaçırmış bir yapım. Devletin film yapımcısı olması sorunlu. Fakat illaki yapılacaksa, paranoyak ve uyduruk kumpas/kahramanlık hikâyelerindense paranın nereye harcandığını perdede gösteren Ertuğrul 1890 gibi filmler ehven-i şerdir.

125 yıl önce ne olmuştu?

II. Abdülhamit, Japon Prensi Komatsu'nun 1887'de İstanbul'a yaptığı ziyarete karşılık vermek amacıyla 1889'da Ertuğrul Firkateyni'ni 656 mürettebatıyla Japonya'ya gönderir. 14 Temmuz 1889'da başlayan yolculuk, Türk denizcilik tarihinin en acı olaylarından biri olarak tarihe geçer. İngiliz hâkimiyetindeki Hindistan'ın Bombay Limanı'na da uğrayan ve halk tarafından yoğun ilgiyle karşılanan Ertuğrul Firkateyni, yola çıktıktan 11 ay sonra, 7 Haziran 1890'da Japonya'nın Yokohama Limanı'na demir atar. 15 Eylül 1890'da Yokohama'dan ayrılan firkateyn, Kushimoto açıklarında tayfuna yakalanır ve 18 Eylül 1890'da kayalıklara çarparak batar. 587 denizcinin şehit olduğu kazadan sadece 69 denizci kurtulur.

HAFTANIN FİLMLERİ

Çevirmen Şemsa Yeğin hayatını kaybetti

$
0
0

1970'lerden bu yana çeviriyle uğraşan Şemsa Yeğin, 75 yaşında hayatını kaybetti.

1941'de İstanbul'da doğan ve ABD'de Amerikan edebiyatı öğrenimi gören Yeğin, Jack London, Maksim Gorki, Elias Canetti, George Orwell, Thomas Pynchon, José Saramago, Carlos Fuentes, Sigmund Freud, Erich Fromm gibi yazarların eserlerini Türkçeye çevirdi. 30'dan fazla çeviriye imza atan Yeğin, 2013'te İş Bankası Yayınları'ndan çıkan ‘Hayal Molaları: İstanbul'un Bir köyünden Edebiyat Dünyasına' adlı kitabında, hayatını kaleme almıştı.

Beatles arşivi nihayet dijital ortamda

$
0
0

Müzikseverlerin yıllardır beklediği haber önceki gün geldi. Ünlü İngiliz müzik grubu Beatles'ın bütün arşivi dün gece yarısından itibaren aralarında Apple Music, Spotify, Deezer ve Google Play'ın da aralarında olduğu dokuz platformdan yayınlanmaya başlandı.

The Beatles, internet üzerinden müzik dinlenmesine karşı en çok direnenlerden biriydi. Grubun hayattaki üyeleri, şarkılarının dijital ortamda ‘indirilmesini' kabul etmemişti. The Beatles'ın bazı albümleri dijital ortamda ilk defa 2010'da iTunes'ta satışa çıkmıştı. Beatles'ın arşivi dijital platformlarda ulaşılabilir olsa da Taylor Swift ve Adele gibi günümüz şarkıcıları halen bu ortamlarda eserlerinin paylaşımına izin vermiyor.

‘Şimdiki zaman'ın dayanılmaz cazibesi

$
0
0

2010 Man Booker Edebiyat Ödülü'ne aday gösterilen kitapların yarısı şimdiki zaman, öteki yarısı da geçmiş zaman kipinde yazıldığında büyük bir tartışma başlamıştı.

Kimi yazarlar şimdiki zaman kipinde yazmanın kurmacayı bir bataklığa sürüklediğini iddia etse de edebiyat dünyası şimdiki zamanda kurgulanan romanların yazarlar arasında yükselen bir seçim olduğuna kanaat getirmişti. Geçen beş yılın ardından, şimdiki zaman kipinde yazmak, yazarlar arasında daha da yaygınlaştı. 2015 Man Booker'ı kazanan Jamaikalı yazar Marlon James ve 2015 Goldsmiths Edebiyat Ödülü'ne değer görülen Kevin Barry bu isimler arasında. Bu iki ödülün ardından edebî; eserlerde ‘şimdiki zaman' kurgusu yeniden gündemde.

A Brief History of Seven Killings (Yedi Cinayetin Kısa Tarihi) romanıyla Man Booker'ı kazanan Marlon James'in romanı, Jamaika'nın toplumsal, siyasi ve ekonomik kargaşalarına odaklanıyor. İrlandalı yazar Kevin Barry'nin John Lennon'u anlattığı romanı da şimdiki zaman kipinde. Barry, bu tercihini şöyle açıklıyor: “Okurun sanatçının beynine bir anda dalmasını istediğim için bu yolu seçtim ve şimdiki zaman bunu gerçekleştirmek için en etkili biçimdi.” The Guardian'da bu konuda görüşlerini paylaşan Hilary Mantel ise Kurtlar Hanedanı adlı kitabında tarihi bir olayı şimdiki zamanda anlatmayı istediğini belirtirken, romanlarda şimdiki zamanın kullanımını Charlotte Brontë'nin Jane Eyre adlı kitabında da görülebileceğini aktarıyor. “Kimi kitaplar geçmiş zamandan öte şimdiki zaman ile anlatıldıklarında hayat buluyor.” diyen İngiliz yazar David Mitchell ise “Yazmak için başına oturduğunu kitap, size hangi zamanda yazılması gerektiğini söyler.” şeklinde devam ediyor.

Kimi eleştirmenler, günümüz yazarlarının şimdiki zaman kipine olan merakını yaratıcı yazarlık atölyelerine bağlıyor. Metni daha canlı ve doğrudan bir hale dönüştürmek için kimi yaratıcı yazarlık atölyelerinde şimdiki zaman kipi kullanımı öğütlenirken, genç yazarlar romanının şimdiki zamanda kurgulanmasının metni daha çekici kıldığını düşünüyor. Edebiyat ajansları şimdiki zamana karşı biraz mesafeli. 2010'daki tartışmanın ardından bir edebiyat ajansı kendi sitesinde “Lütfen şimdiki zamanda yazılmış romanları ve ölü ikizler hakkında yazılmış metinleri göndermeyin” diye uyarıda bulunmak istediğini duyurmuştu. Romandaki zaman kurgusu, karmaşık bir nitelik kazanabilir. Günümüz romancılarının epey rağbet gösterdiği şimdiki zaman bu kurguda yazılmış kitaplara gelen ödüllerin ardından daha da ilgi görecek gibi.


Eşref Kolçak: Filmler küfür dolu aileler gidemiyor

$
0
0

Yeşilçam'ın emektarlarından Eşref Kolçak, 2. Uluslararası Zeugma Film Festivali'nde Yaşam Boyu Onur Ödülü aldı. 88 yaşındaki oyuncu, son dönem filmlerin ‘küfür dolu' olduğunu, Yeşilçam'daki masumiyetin kaybolduğunu düşünüyor. Kolçak, ‘yeni nesil' oyuncuların kendilerine yaklaşımından ise bir hayli dertli.

Bu yıl ikincisi düzenlenen Uluslararası Zeugma Film Festivali, geçtiğimiz çarşamba günü yapılan açılış töreniyle başladı. Gaziantep Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi'nde yapılan törende Şerif Sezer, Eşref Kolçak, Çetin Tunca ve Hüseyin Kuzu'ya Yaşam Boyu Onur Ödülü takdim edildi.

Tören sonrası Zaman'ın sorularını cevaplayan Eşref Kolçak, sanatçıların özgür olmadığını söyledi. Devletin kendisine hâlâ telif hakkı ödemediğini söyleyen 88 yaşındaki oyuncu, ‘artist' kelimesinin Türkiye dışında dünyanın hiçbir yerinde küçümsemek için kullanılmadığını savunuyor. Son dönemdeki dizi ve sinema filmlerinin kaliteden uzak olduğuna dikkat çeken sanatçı, yeni oyunculara sitemde bulunmayı ihmal etmiyor: “Bize selam bile vermiyorlar. Bu, onların ayıbı.”

‘FİLMLER KÜFÜR DOLU, AİLELER GİDEMİYOR'

Türk sinemasının geldiği noktaya ilişkin tespitlerde bulunan emektar oyuncu, yeni dönem oyuncularının tavır ve davranışlarından şikâyetçi. Yeni oyuncuların kendilerine selam dahi vermediğini söyleyen Eşref Kolçak, “Ben bu yaşta bile ustamın elini öpmekten gurur duyarım. Bizim örf ve âdetlerimizin en güzel yanlarından biri bu. Sevgi ve saygı. Onun bana selam vermemesiyle ben bir şey kaybetmem. Kendi küçüklüğünü göstermiş olur. Ama onların hesabına üzülüyorum. Biz böyle bir şey düşünemezdik. Bizim zamanımızda ‘Benim işim ne zaman biter?' diye de düşünmezdik. Bugünkü yeni büyük oyuncularımızın gelir gelmez ilk lafı ‘Benim işim ne zaman biter?' oluyor.” diyor.

Son dönemde vizyona giren film ve dizileri de eleştiriyor Eşref Kolçak: “Biz yıllar yılı ağzımızdan insanları tedirgin edecek laf çıkmasın diye dikkat ederdik. Şimdi baştan aşağı küfür. Bu bizim sinemamız değil. Türk insanının sineması değil. Küfürsüz bir tek sinema var mı? Adam başlıyor, bitinceye kadar küfürden başka bir şey yok. Filmler gişe yapıyor çünkü insanlar oraya gidip deşarj oluyor. Ama dikkat edin, aile gitmiyor. Bir sinemaya eğer aile gitmiyorsa, insan çocuğuyla gitmiyorsa bu benim için makbul bir şey değil.”

Gaziantep'te festival vakti

Kırkayak Kültür Merkezi tarafından düzenlenen 2. Uluslararası Zeugma Film Festivali'nin açılış töreninde Suriyeli kadınlardan oluşan koro, Arapça ve Türkçe eserler sundu. Yarın sona erecek festivalde bu yıl 100'e yakın filmin yanı sıra usta sinemacıların katılacağı söyleşiler de yapıldı. Festival programında usta yönetmenlerin başyapıtlarına seçmeler, Sundance, Cannes ve Berlin, dünya festivallerinde ödül alan filmlerden, Uluslararası Altın Lale, Altın Palmiye, Altın Portakal ödüllerini alan, uzun metraj, belgesel ve kısa filmlerden oluşan geniş bir yelpazede filmler izleyicilerle buluşuyor. Festival boyunca, Gaziantep Prestige Sinemaları ve Gaziantep Üniversitesi Cep Sineması'nda yapılan gösterimlerden sonra filmlerin yönetmen ve oyuncuların katılımıyla seyircilerle söyleşiler yapıldı. (zeugmafestival.org)

Yayınevini sahiplerine iade edin

$
0
0

Nefret ve intikam operasyonlarında gasp sırası yayınevine geldi.

Bağımsız bir şirket olan ve önceki gün polis tarafından basılan Ufuk Yayınevi'ne İstanbul Anadolu Adliyesi'ndeki 2. Sulh Ceza Hakimi tarafından kayyım atandı. Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri kayyım tebligatını yayınevine getirdi. Tebligatta bilgisayarlardan çıkan bir dua listesinde 944 kişinin isminin bulunduğunu belirten hakimlik, çalışanların ‘hizmet, himmet ve abi' gibi ifadelerini kullanmalarını suç delili saydı. Tebligatta yayınevine kayyım atama gerekçesinin Kaynak Holding'le aynı binada hizmet vermek olduğunu belirten Ufuk Kitap Genel Müdürü Bülent Kaynaroğlu, böyle bir durum olmadığını ifade etti. Kayyım atamasının hukuksuz olduğunu, arama yapılmadan bir gün önce tayin edildiğinin şimdi anlaşıldığını belirten Ufuk Kitap Genel Müdürü Bülent Kaynaroğlu, “Hangi suç delili olarak bir atama yapıldığı belli değil. Kaynak Holding bizim müşterimiz. Biz de onlardan hizmet satın alıyoruz. Kitap satıyoruz. Dolayısıyla böyle ticari bir ilişkimiz var. Bunun dışında bir ilişkimiz yok. Bir üst mahkemeye itiraz edeceğiz.” dedi.

Yayıncılık Anayasa'nın teminatı altında

Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal Zeynioğlu, yayın özgürlüğünün Anayasa ile teminat altına alındığını hatırlatarak kayyım kararının hukuksuz olduğunu belirtti. Zeynioğlu, “Bu el koymaların sonucunda yayınevlerinin içeriklerine müdahale edildiği ve bazı kitapların sansürlenmesi, satışının durdurulması, imha edilmesi yoluyla yayınlama özgürlüğünün engellendiği haberleri de endişe vericidir. Süreli ve süresiz yayıncılığın özgürlüğünün Anayasa teminatında olduğunu ve bu Anayasal hakların korunmasının gerekliliğini tekrar hatırlatırız. Bu operasyonun durdurulmasını ve el konulan yayınevlerinin sahiplerine iade edilerek yayın faaliyetinin sürdürülmesine izin verilmesini talep ediyoruz.” açıklamasında bulundu.

İfade özgürlüğüne açık bir saldırı

Prof. Dr. Sedat Laçiner de kitap basan yerlerin hedef alınmasını ifade özgürlüğüne dönük ihlaller olarak değerlendirerek, “Tuhaf bir durumla karşı karşıyayız. Kitap basan bir yerin nasıl bir suçu olabilir ki? Her şeyi ortada, basıyor, satıyor. Zaten şu an hapishanede 34 gazeteci olduğu söyleniyor. Bunlar Türkiye'nin demokrasi karnesini aşağı doğru çeken uygulamalar. İfade özgürlüğüne açık bir saldırı var.” dedi.

2000 yılında yayın hayatına başlayan Ufuk Yayınları, bu süre zarfında 150'yi aşkın kitabı okuyucusuyla buluşturdu.

Mülkiyet hakkı ortadan kalktı

Ufuk'ta üç kitabı yayımlanan gazeteci yazar Mustafa Akyol da tepkisini şöyle dile getirdi: “Bu kesinlikle hukuksuz bir iş. Türkiye'de mülkiyet hakkı, mülkiyet güvenliği ortadan kalmış oluyor. Toplumda iktidara muhalif olan veya iktidarın diş bilediği hangi kesim varsa onun da şirketine, yayınevine, medya kuruluşuna iki gün sonra kayyım atanarak el konabilir. Bu hem mülkiyet hakkına hem de ifade özgürlüğüne saldırıdır. Biraz Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde gayrimüslim vakıflara el konma sürecini hatırlatıyor bana. Bunların iade edilme talebi bugün hâlâ 90 yıldır konuşuluyor. Türkiye'de mevcut iktidarın bazı uygulamaları giderek Cumhuriyet'in ilk dönemlerini hatırlatmaya başladı. Bu da bu Cumhuriyet'in ilk dönemlerinden 90 yıl boyunca şikayet etmiş muhafazakarlar için aslında hazin bir son.”

2015'te vizyona giren en iyi 10 film

$
0
0

2015 yılının 52 vizyon haftası önümüzdeki hafta sona eriyor. 1 Ocak-31 Aralık 2015 tarihleri arasında Türkiye'de vizyona giren filmler arasından ‘yılın en iyilerini' derledik. Birinci sırayı Leviathan'ın aldığı ‘yabancı' listesinin yanı sıra, yerli yapımlardan da ‘en iyi 5 film' seçtik.

2015 yılı sinema açısından bereketli geçti. Gerçi, geçen yılın rakamları yakalanmış değil henüz. 2014'teki 59 milyon 300 bin bilet satışı bu yıl henüz 58 milyon 500 bin civarında. Yani sinemaseverlerin bu yılki performansında biraz düşüş var! 392 yeni filmin gösterime girdiği 2015'in 658 milyon TL'lik bilet hasılatı ise geçen yıla 27 milyon TL fark atmış durumda. Tabii ki önümüzdeki beş günde bu sayıları güncellemek gerekecek.

EN İYİSİ LEVIATHAN

1 Ocak-31 Aralık 2015 tarihleri arasında Türkiye'de vizyona giren filmler arasından yapılacak bir değerlendirmede, ‘yılın en iyi filmi' unvanını Leviathan'a vermek gerek. Zamanımızın Tarkovski'si olarak da anılan yönetmen Andrey Zvyagintsev'in filmi şimdiden modern bir klasik sayılabilir. Film, devlet-birey karşıtlığında ahlak ve hukuk gibi insanlığın temel sorunlarını, evrensel bir hikâyede, güçlü oyunculuklar ve sağlam bir senaryoda buluşturuyor.

Whiplash: Faşizmin sınırlarında gezinen eğitim anlayışıyla başarıyı paydaş tutan sıra dışı bakış açısıyla seyirciyi esir alan kurgusu ve tabii ki müzikleriyle pekala bir sporcu filmi gibi de izlenebilir.

Turist: Başında gösterdiği ‘mükemmel' aileyi güven, sorumluluk ve korku gibi en temel insani dürtülerle test eden ustalıklı bir anlatım.

Citizenfour: Gazetecilik ile aktivizmin sınırlarının iyice belirsizleştiği günümüzde, tarihi NSA skandalına Edward Snowden ile beraber seyirciyi anbean ortak ediyor. Ayrıca, dinlemelerin hâlâ çiçekle böcekle yapıldığını düşünenler için ideal.

Ters Yüz / Inside Out: Kusursuz senaryosu ve küçük-büyük demeden insan ruhunun derinliklerine dokunan incelikli anlatımıyla yılın en iyi animasyon filmi.

Amy: Sadece şarkılarıyla değil magazin gündemine yerleşen olaylı hayatıyla da müzik tarihinde iz bırakan Amy Winehouse'un kameralar arkasında kalan çocuksu ve hüzünlü öyküsünü gün yüzüne çıkarıyor.

Foxcatcher: Ancak Fitzgerald romanlarında rastlanabilecek titizlikteki teşhis ve analiz özelliğiyle, iki kardeşin öyküsü üzerinden Amerikan rüyasının makyajını kazıyor.

45 Yıl / 45 Years: Kusursuz oyunculukları, dingin anlatımı bir yana, 45 yıllık ‘sorunsuz' bir evliliğin bile küçücük bir şüphenin ağır yükünü taşımayacağını gösteriyor.

Birdman: İlk dakikasından itibaren seyirciyi esir alan mekan ve kamera kullanımını, tiyatronun sahiciliğini, sinemanın ve hayatın tek plan hissiyatıyla birleştiren Oscar'lı film.

Mad Max: Fury Road: Tozlu raflarda kalmış bir seriyi bugüne uyarlarken yeşil perde teknolojisine gönül indirmeden seyirciyi gerçek bir aksiyona ortak ediyor.

10 Yabancı

-Leviathan

-Whiplash

-Turist

-Citizenfour

-Ters Yüz

-Amy

-Foxcatcher

-45 Yıl

-Birdman

-Mad Max: Fury Road

5 Yerli

-Sarmaşık

-Abluka

-Çekmeköy Underground

-Kuzu

-Nefesim

-Kesilene Kadar

Sanat nasıl sunulmalı?

$
0
0

“Günümüzde Sanat Nasıl Sunulmalı?” başlıklı panel, yarın Akbank Sanat'ta yapılacak.

‘Sanatçılar, Küratörler ve İzleyiciler İçin Yeni Zorluklar' konulu panel saat 18.30'da başlayacak. Moderatörlüğünü Contemporary İstanbul Program Direktörü Marcus Graf'ın yapacağı panele Marc Olivier Wahler ile Melih Görgün konuşmacı olarak katılacak. (0212 244 71 71) KÜLTÜR-SANAT

Dağlarca Ödülü sahiplerini buldu

$
0
0

İsmini daha önce Dağlarca belgeselinde de duyduğumuz Yasemin Arpa sahnede. Çok heyecanlı.

İsmini daha önce Dağlarca belgeselinde de duyduğumuz Yasemin Arpa sahnede. Çok heyecanlı. Adeta yerinde duramıyor. Elinde bir metin de yok, her şey doğaçlama. Heyecanında haksız da sayılmaz. Fulya Sanat Merkezi'nin salonunda herkes ‘Kâinat' Şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca adına ilk kez verilecek ödül töreni için orada. Adına tören düzenlenen isim çok özel, ödüle değer görülenler, Şükrü Erbaş ve Ömer Erdem de öyle olunca heyecanın katlanması da kaçınılmaz. Törene geçilmeden önce sahne piyanist Utku Asan'a bırakıldı. Chopin'den Grand Polonaise'i ve Fazıl Say'ın İlk Şarkılar albümünde yer alan üç baladını dinleyicilerle buluşturdu genç sanatçı. Ardından 50 yılını sahnelerde geçirmiş Dilek Türker ustanın iki şiirini seslendirdi.

Pen Türkiye Merkezi, Türkiye Yazarlar Sendikası, Tekin Yayınevi ve Beşiktaş Belediyesi tarafından verilen ödülün seçici kurulunda Ataol Behramoğlu, Doğan Hızlan, Enver Ercan, Ertan Mısırlı, Haydar Ergülen, Sennur Sezer ve Tarık Günersel var. Vardı demek gerek belki çünkü seçici kurulun son toplantısından iki gün sonra Sennur Sezer vefat etti. Arpa şöyle anlatıyor: “Tekerlekli sandalyeyle geldiği son gün demişti ki, beni iki kere yokladılar, öbür tarafa çağırıyorlar, sanırım orada da şiir yarışması düzenliyorlar. Beni oraya davet ediyorlar ama ben Dağlarca'yla ilgili ödül belirlenmeden gitmeyeceğim.” Sezer'in eşi Adnan Özyalçıner de törene katılanlar arasındaydı. Arpa ona da uzattı mikrofonu, “Sennur'un bir şiirinin başı var, ‘çocuklar hayır diyebilmek ölüme' diyor. Oysaki bugün çocuklar ölüyor, çocuklar öldürülüyor hayır diyemeden. Sennur yaşamanın, umudun şairiydi. Fazıl Hüsnü'yle çok yakın ilişkileri vardı.”

Şükrü Erbaş'a neler hissettiğini soruyoruz törenin ardından. Diyor ki, “Dağlarca, Ceyhun Atuf Kansu, Ömer Asım Aksoy ve diğer ödüllerde de şöyle bir şey hissediyorum; şiirleriyle büyüdüğünüz kocaman insanlar, tepelerde tuttuğunuz, kutsal gibi baktığınız insanlarla bir süre sonra yaza yaza bir paydada buluşuyorsunuz. Bütün yaş sınırları kalkıyor. Halil Cibran'ındı galiba, ‘Ben ustamın ustası, çırağımın çırağıyım' diyor. Ben ustamın ustasıyım, bana şiiri öğreten Yunus Emre'nin de, Fuzuli'nin de, Nazım'ın da, bugüne kadar benden önceki bütün kuşakların, bana şiiri öğreten herkesin ustasıyım. Benden sonra yazmaya başlayan çocukların da, gençlerin de çırağıyım.” Dağlarca adına verilen bir ödülde onunla aynı paydada buluşmanın çok değerli, onur verici olduğunu da eklemeden geçmiyor. Yüzüncü yaş gününde yüz şairle birlikte Dağlarca'yı ziyaret etme hayali olan Erdem'e de soruyoruz. Neler hissediyorsunuz? “Her şeyden önce model bir şair. Ömrünü bütünüyle şiire adamış değil, şiire vakfetmiş bir şair. Dili, kültürü, insanı, yaşadığımız çağı özünden kavramış ve bunu estetik düzeyde dilimize armağan etmiş büyük bir şair. Tabi insan şahıs olarak böyle şeylerden bir taraftan onur, bir taraftan sevinç duyuyor.” diyor. Son olarak, Erdem'in bol alkış alan tören konuşmasının bir kısmına kulak verelim...

ŞİİR TARİHİN KENDİSİDİR

“Burada yaşayan şairler hiç rahat etmediler. Kimisini Moğol bastı, kimisini padişah, kimisini devlet! Fakat onlar, ne şiirden düştüler, ne boyun eğdiler ne de umutsuzluğa kapıldılar. Bildiler ve bildirdiler ki, insanın yurdu asıl dili değildir sadece, onun asıl şiire durmuş halidir. Şiiri olan toplumlar asıl o zaman kendi mayalarını yaşadıkları topraklara katarlar. Şimdi ben, açık edeyim ki, bugün daha derin bir bilinçle, şiiri tam da tarihsel olanın içinde değil, tarihin kendisi olarak görüyorum. İnsan bir figür değil yaşayan özne olarak soluk alıp veriyorsa şiirimde bundandır. Ve bu özne, bugün her tür zorbalığın, ideolojik kabalığın, dinsel bağnazlığın, devlet fetişizminin, oligarşik kültürel ve sınıfsal faşizmin, ölüm yüceltişlerinin, evet evet, ölüm yüceltişlerinin karşısındadır. O öznenin, şair olarak yazdığı, şiirin estetik katından düşemez. O özne, şair olarak zalimin hizasında duramaz, halk şakşakçılığı ve popüler modalar mankeni olamaz. Bizden önceki şairlerin mirası budur.”

Hayaller Batı, gerçekler Doğu!

$
0
0

‘Arkadaşlar ve Gerçekler Tiyatro Grubu', Oğuz Atay'ın ölümünün 38. yılında yazarın tek oyunu olan Oyunlarla Yaşayanlar'ı sahneye taşıdı. Atay'ın mizahla perdelediği eserde, hayatın gerçekliğinden ‘oyunlarla' kaçmaya çalışan bir aydının aşırı acıklı öyküsü var.

Sahnede yorgun bir adam… Bedensel değil düşünsel bir yorgunluk onunki. Düşünüp düşünüp neticeye varamamanın yol açtığı bezginlik belki de. Yenilip yenilip yeniden başlamaktan bitap düşmüş bir fikir yorgunu… İçinde bulunduğu hayal dünyasından çıktığı nadir zamanlardan birinde şöyle sesleniyor halkına: “Ey halkım senin için meyhanelerde bunca gözyaşını kim döktü? Felaketler boyunca sayısız ağıtlar yazmadım mı? Kendimi bu yüzden içkiye vermedim mi? Kendine gel diye, bir zamanlar nasıl kahraman bir ulus olduğunu unutma diye seni cephelere sürmedim mi? Kötü rüzgârlara kapılmayasın, aklın karışmasın diye kendi okuduklarımı sana yasak etmedim mi?”

İster bir aydının itirafları deyin ister Türk aydınının ikilemi, istihza dolu bu sözler Oğuz Atay'ın tek tiyatro eseri Oyunlarla Yaşayanlar'dan. Bu zamana kadar farklı gruplar tarafından birçok kere sahnelenen oyun uzun bir aradan sonra profesyonel bir ekip tarafından bir kez daha sahneye taşındı. Yazarın ölümünün 38. yıldönümü dolayısıyla Arkadaşlar ve Gerçekler Tiyatrosu tarafından seyirciyle buluşturulan oyunun yönetmeni Prof. Dr. Erhan Tuna. Geçtiğimiz çarşamba akşamı prömiyeri yapılan oyun, tam olarak gerçeklik ve oyun arasında kalmış bir aydının açmazlarını konu alıyor.

Emekli tarih öğretmeni Coşkun Ermiş, hayatının kalan kısmında onu mutlu edeceğini düşündüğü oyun yazarlığına vermiştir kendisini. Önceleri piyesler yazan emekli öğretmen, arkadaşı Saffet ve tiyatro sahibi Servet'in farklı türlerde oyunlar yazmasını istemesi ile artık istediği işi yapabileceğini düşünmeye başlar. Yani aydının asli görevi olan halkını aydınlatma (!) işini. Fakat gerçeklerin bir tokat gibi yüzüne vurmaya başlaması ile olan bitene gözlerini kapamayan Türk aydınının aslında mutlu olamayacağını anlar.

Ülkenin olabildiğince yerli meselelerine Batılı bir gözle bakmayı sürdürmek gerçek bir oyunculuk gerektirir. Coşkun Ermiş'in hayatında oyun oynamayan tek kişi karısı Cemile'dir. Oyunlarla yaşayan Coşkun'un karşısına her akşam ‘hayatın gerçeği' olarak dikilir. Cemile aslında halkın ta kendisidir. Coşkun'a âşık reklam oyuncusu genç kadın vardır bir de. Mutluluk vaat ettiği düşünülen Batı'dır yahut. Saadetin orada da olmadığını acı acı anlar Coşkun. Tam bir arafta kalma durumudur yaşanan…

Oyunlarla Yaşayanlar, Oğuz Atay'ın her eserinde olduğu gibi sembollerle dolu bir baş yapıt. Tam da bu yüzden sahnelenmesi kolay değil. Hatta Atay'ın metnin ilk halini Kenterler'e okuttuğunda olumlu tepkiler almadığı söylenir. Bugün ansiklopedik bilgi olarak Oyunlarla Yaşayanlar'ın türünün karşısında hâlâ ‘komedi' ifadesi yer alıyor. Kenterler'in eleştirisi de özellikle ikinci perdede mizahın seyirciye aktarılamadığı yönündedir. Arkadaşlar ve Gerçekler'in temsilinde de oyunun mizahi tarafının tam olarak yansıtılamaması sorunu mevcut. Ama bu sembollerle örülü orijinal metinin zorluğundan da kaynaklanıyor. Dekorun, seyircinin çok fazla gözünün önünde değişmesi ve oyunun makul bir sürede tutulmamasını saymazsak Oyunlarla Yaşayanlar başarılı bir oyun.

Yazar Bahaeddin Özkişi, vefatının 40'ıncı yılında anılıyor

$
0
0

Bir Çınar Vardı, Köse Kadı, Uçdaki Adam, Sokakta, Göç Zamanı ve İki Prens adlı eserleriyle edebiyat dünyasına nitelikli eserler kazandıran edebiyatçı yazar Bahaeddin Özkişi, vefatının 40'ıncı yılında Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi'nde anılıyor.

Edebiyat dünyasının erken yaşta yitirilen bir değeri olarak kabul gören Bahaeddin Özkişi'yi anma programında, Mehmet Nuri Yardım, Cemal Şakar ve Doç. Dr. Cüneyt Issı Özkişi'nin hayatını, edebi eserlerini ve kişiliğini ele alacak. Moderatörlüğünü Ömer Lekesiz'in gerçekleştireceği Bahaeddin Özkişi'yi anma programı, 29 Aralık Salı günü saat 19.00'da Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi'nde gerçekleştirilecek.

Edebiyatçı yazar Bahaeddin Özkişi 1928 yılında İstanbul Fatih'te dünyaya geldi. İstanbul 20. Yıl İlkokulu'nda ve Karagümrük Ortaokulu'nda okudu. Eğitimine Sultanahmet Sanat Enstitüsü'ne devam etti. O sıralarda ilk hikayelerini yazmaya başladı. Sanat Enstitüsü'nü bitirdikten sonra Haliç Tersanesi'nde ustabaşı oldu. İki yıl Almanya'da kalan yazar, Almanya'da kaldığı sırada batı dünyasını daha yakından tanıma fırsatını elde etti. Edebiyat ustalarından Ahmet Hamdi Tanpınar, yazar Bahaeddin Özkişi ile yakından ilgilenen yazarlar arasında yer aldı. Hatta Tanpınar'ın evindeki bir sohbette yazdıklarını dinleyen Tanpınar, "Devam et evladım. Sen on tane Sait Faik edersin" dediği rivayet edilir. Özkişi, 1959'da hikayelerini "Bir Çınar Vardı" adlı kitapçıkta topladı. Bu kitapçık otuz hikayeden meydana geliyordu. Özkişi'nin hikayeleri, Akbaba dergisinde mizah öyküleri olarak da yer aldı. 1970-1971 yılları arasında Köse Kadı, Uçdaki Adam ve Sokakta olmak üzere üç roman yayınladı. Yayınlamadığı hikayeler ise ilerleyen yıllarda yeniden gözden geçirilip ilavelerle “Göç Zamanı” adıyla basıldı. Edebiyatçı yazar Bahaeddin Özkişi 10 Kasım 1975'te vefat etti.


Sanat ve sanatçı ‘Ağır Yük' altında

$
0
0

Resim, desen, heykel ve video alanında eser üreten 6 genç sanatçının Heavy Burden (Ağır Yük) adlı sergisi, Beşiktaş Akaretler'deki Artıon'da devam ediyor.

Ahmet Çerkez, Alper İnce, Erman Özbaşaran, Evren Sungur, Olgu Ülkenciler ve Burcu Yağcıoğlu, eserlerinde çağın getirdikleri karşısında üstlendiği yükleri konu ediyor. Sanatçı, günümüzde yaşanan tüm bu olan biteni nasıl izliyor? Sanat pratiğinin geri plana itildiği, sanatçı üzerinde gizli bir baskı kurduğu bir zamanda, sanatçının ısrarla üretmeyi ve sorgulamayı sürdürmesi ağır bir yük müdür? Umutsuzluğa kapılmadan üretmeyi sürdürmekten başka seçeneği var mıdır? Tüm bu soruların cevapları 30 Ocak 2016'da sona erecek Ağır Yük sergisinde aranıyor. (www.artonistanbul.com)

Osman Hamdi Bey'in tablosu tebrik kartlarında

$
0
0

Sakıp Sabancı Müzesi'nin resim koleksiyonunda yer alan Osman Hamdi Bey'in “Kuran Okuyan Adam” eseri, Bank of America Merrill Lynch Yatırım Bankası'nın 2015 Sanatı Koruma Projesi kapsamında hazırlanan tebrik kartları serisinde yer aldı.

Restorasyon maliyeti Bank of America Merrill Lynch tarafından desteklenen farklı sanatçılara ait 12 eserlik tebrik kartı serisi, Banka'nın bütün dünyadaki şubeleri tarafından kullanılacak.

Audrey Hepburn'ün oğlu geliyor

$
0
0

Dünyaca ünlü film yıldızı Audrey Hepburn'ün (1929-1993) oğlu film yapımcısı ve sanatçı Sean Hepburn Ferrer, “360 Dereceden Aşk Festivali” için 9 Şubat 2016'da İstanbul'a geliyor.

Bu yıl sekizincisi düzenlenecek festival kapsamında 11 Şubat 2016'da Galata Mevlevihanesi'nde İlahi Aşk Gecesi, 12 Şubat'ta Aşk ve Lezzet Gecesi, 14 Şubat'ta gündüz Caddebostan'da Dilek Balonları Etkinliği, aynı gece Mercan Dede ve Hayko Cepkin ile Love Concert, 17-24 Şubat aralığında Ses Tiyatrosu'nda Orta Oyuncuları Oyunları, 21-28 Şubat tarihleri arasında Aşk Filmleri Maratonu ve daha birçok etkinlik düzenlenecek. Festivale dünyadan katılacak sanatçılar arasında sosyal medya fenomeni Elyx by YAK da bulunuyor. İstanbul Concept ve Think Free tarafından düzenlenen festivalin küratör ve tasarım yöneticisi Işık Gençoğlu, “Audrey Hepburn yardımsever kimliği, oyunculuğu, başarılı işleri, aldığı sayısız ödülleri ve güzelliği ile tanınan bir sanatçıydı. Ayrıca hâlâ aşkı en güzel temsil eden kadınların başında geliyor. Aşkın sadece erkek ve kadın arasında yaşananlar değil, doğaya duyulan aşk, yaptığın işe duyulan aşk, ilahi aşk vs… Hedef bu festivali bir dünya markası haline getirmek. Bu yüzden Sean Hepburn Ferrer de onur konuğu olarak burada olacak.” diyor.

Çok satanlar listesi renklendi

$
0
0

Online kitap devi Amazon, 2015'in en çok satan kitapları listesini yayımladı. İdeal okur bu listelere itibar etmese de bu yılın en çok satanlarında şaşırtıcı bir tablo var. Bir yandan boyama kitapları dünyanın en çok satan kitapları arasına girerken, kadın yazarların da gittikçe daha çok okunması dikkati çekiyor.

Yılın bitmesine birkaç gün kala, yayın dünyası 2015'in çok satan kitap listelerini yayımlamaya başladı. İyi okurun bu listelere itibar ettiği söylenemez fakat listelerin yılın eğilimlerine ayna tuttuğu kesin. Dünya online kitap satış pazarının büyük kısmını elinde bulunduran Amazon, 2015'in en çok satan kitapları listesini geçtiğimiz hafta yayımladı. Amazon'un listesi şaşırtıcı bir tablo ortaya çıkardı. Yılın en çok satan kitapları listesinde ilk kez boyama kitapları yer alırken, kadın yazarların da başarısı dikkati çekiyor. Yılın en çok satan kitabı İngiliz yazar Paula Hawkins'in ‘tüyler ürperten bir gerilim' diye tanıtılan romanı Trendeki Kız oldu.

2015'in en çok satan kitaplarının ilk dördü kadın yazarlardan oluşurken, ilk yirmilik listede ise dokuz kadın ve on bir erkek yazar yer alıyor. Yetişkinler için boyama kitaplarına olan tüm dünyada yayıncılık endüstrisini bir anda hareketlendirirken, renklere meraklılar boyama kitaplarını bu sayede çok satan kitaplar listesine çıkardı. İskoçyalı çizer Johanna Basford'un Esrarengiz Bahçe adlı yetişkinler için boyama kitabı Mart 2013'ten bu yana dünya çapında 1,5 milyondan fazla satış rakamına ulaştı. Amerika ve Britanya'da çok satan ve Türkçede de geçtiğimiz nisanda yayımlanan kitaba ilgi şaşırtıcı. Basford'un Gizemli Orman adıyla Türkiye'de de yayımlanan kitabının yanı sıra Stres Azaltan Desenler: Yetişkinler İçin Boyama Kitabı (Blue Star) da Amazon'un en çok satan ilk yirmi kitap listesinde. Luckiest Girl Alive adlı ilk kitabıyla ilk yirmide yer alan Jessica Knoll da önemli bir başarı yakaladı.

Amerikalı yazar Harper Lee'nin, yayımlanan tek romanı ‘Bülbülü Öldürmek'ten 55 yıl sonra yayımladığı kitabı edebiyat dünyasında biraz hayal kırıklığına sebep olsa da epey sattı. Geçtiğimiz mayıs ayında Türkçede, İthaki Yayınları'ndan çıkan Paula Hawkins'in ‘Trendeki Kız' adlı polisiye-gerilim romanı bir başka yazara da aynı zamanda para kazandırdı. A. J. Waines'in ‘Trende Bir Kız' adıyla yayımladığı kitabı Hawkins'in romanı ile karıştıran pek çok okur oldu. Amazon'da kitap hakkında yapılan yorumlar karıştı ve “Hiç olmadığı kadar fazla para kazanıyorum.” diyen Waines'in romanı 30 binlik satış rakamına ulaştı. Amazon'un listesi, kitap dünyasının 2015'in okuma eğilimini gösterirken, tarihe de bir not düşmüş oluyor.

Oğuz Atay'ın 14 fotoğrafı ilk kez yayınlandı

$
0
0

Edebiyat dergisi Sözcükler, yeni yılı iki sürprizle karşıladı. Dergi, Nâzım Hikmet'in 1950'de yazdığı ama daha sonra kaybolan ve Türkçesi basılamayan “Nâzım'ın Oğlu Memed'in Fransa'ya Mektubudur” şiirini hem Fransızca hem de Rusça aslından çevirilerini yayımladı. İkinci sürpriz ise Türkçe romanın köşe taşlarından Oğuz Atay'ın ilk kez yayınlanan 14 fotoğrafı...

Nâzım Hikmet ve Oğuz Atay… Biri Türkçe şiirin en büyük şairlerinden, diğeri romanımızın köşe taşlarından kabul ediliyor. İki aylık edebiyat dergisi Sözcükler, Ocak-Şubat 2016 sayısında Nazım Hikmet'in bir şiirini iki farklı çevirisiyle sundu. “Nâzım'ın Oğlu Memed'in Fransa'ya Mektubudur, şairin 1950 yılında Fransa'daki seçimler üzerine yazdığı bir şiir. Ortadan kaybolduğu için Türkçe basılamayan ve Nâzım Hikmet'in hiçbir kitabında yer almayan şiiri, hem Fransızca hem Rusça çevirisiyle ilk kez yayımlandı. Şiirin Rusça ve Fransızca çevirilerini birlikte yayımlayan dergi, çeviri-dil arasındaki ilişkiyi de görmeye olanak sağlıyor. Sinan Fişek'in Fransızcadan çevirdiği şiirde, Nâzım son dizelerinde “İyi niyetli Fransızlar,/ barıştan ve umuttan yana insanlara oy verin/ ki bizler yaşayalım ve yaşasın Fransa.” diyor. Çevirmen Melih Gümüş, “Fransızca ve Rusça çeviriler karşılaştırıldığında, şiirin anlamını değiştirmeyen bazı farklar bulunmaktadır.” diyor.

Dergide ayrıca Nâzım'ın 1951 yılında Moskova'da ziyaret ettiği Mayakovski Müzesi'nin ziyaretinde müze defterine yazdığı anı yazısına da yer verildi. Nâzım, Mayakovski'yi “Büyük dost, büyük şair, büyük insan, Mayakofski ağabey” sözleriyle selamlıyor.

‘NAİF, ALÇAKGÖNÜLLÜ VE HÜZÜNLÜ'

Oğuz Atay'ın arkadaşı Çetin Yalçın'ın arşivinden büyük romancının on dört fotoğrafı da dergide ilk kez okurlarının karşısına çıktı. Yazarın farklı zamanlarda çekilen fotoğrafları, onun hüznünü, dalgınlığını yansıtıyor. Fotoğrafları çeken Çetin Yalçın, arkadaşı için, “Birlikte olduğumuz sınırlı zaman dilimleri içinde gözlemlediğim Oğuz Atay; naif, alçakgönüllü, kendini çok fazla anlatmayan ve hüzünlü bir insandı.” yorumunu yapıyor. Dergide, fotoğrafların yanı sıra Cevat Çapan'ın “Oğuz Atay'ı Tanımak” başlıklı yazısı yer alıyor. Atay'ı yakından tanıyan, onunla arkadaş olan Çapan, yazarın “okunduğunu görememenin hüznünü yaşadığı” Tutunamayanlar'ın yayımlanma serüvenini ve daha pek çok anekdot aktarıyor. Tutunamayanlar'ın yayımlanma sürecinde Atay'ın yaşadığı zorluklar, bir yayıncının “Arkadaşınız ruh hastası mı?” sorusu dahil pek çok anısını aktarıyor.

Soldan Sağa Çetin Yalçın, Konur Ertop, Mete Demirtürk, Demir Özlü, Barlas Özarıkçı, Oğuz Atay, Serpil...

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRİ

Nazım'ın Oğlu Memed'in Fransa'ya Mektubudur

İyi niyetli Fransızlar,

ben üç aylık bir bebeğim

mavi gözlü bir oğlan çocuğu,

henüz yürümeyi beceremiyorum

hatta emziğimi tutmayı bile,

ama öğrendim gülümsemesini

kuru kundağa, güneşli aydınlığa

ve anne sütünün kokusuna.

yaşamayı seviyorum,

hayatı sevmek uzun sürmüyor ve kolay.

İyi niyetli Fransızlar,

şehirlerinizden uzakta doğdum

ama bana yakın

kahraman bilgelerin yattığı topraklarınız:

bıçaklanan Marat

kurşuna dizilen Peri...

Onlar

Ömürlerini verdi, ölüm yok olsun diye

Yaşamak önemli şey, gerekli şey yaşamak

Hayatı sevmek uzun sürmüyor ve kolay.

İyi niyetli Fransızlar,

henüz öğrenmedim ana dilimi,

lakin vakti geldiğinde öğreneceğim dilinizi de

sizin bana anlatabilsinler diye

Diderot, Balzac, Picasso, Eluard,

Barbusse, Zola, Daumier ve Aragon,

Flaubert, Juliot-Curie, Pasteur ve Renoir.

Onlar anlatacak bana şanlı zaferlerinizi,

şehirlerinizi, köylerinizi, sevdalarınızı,

nehirlerinizi, ağaçlarınızı sizin,

eserlerinizin mükemmelliğini,

düşüncelerinizin gücünü,

ve günlerinizi

geçmiş ve gelecek olan…

İyi niyetli Fransızlar,

Barıştan yana olanlarla birlikte olun

Fransa yaşasın diye,

biz yaşayalım diye.

Memed, Nâzım Hikmet'in Oğlu. 1951, Rusçadan çeviren: Melih Güneş

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live