Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Macar Çigan Orkestrası geliyor

$
0
0

“Dünyanın en ünlü ve en büyük Çigan Orkestrası” olarak kabul edilen 100 kişilik Budapeşte Gypsy Senfoni Orkestrası, kuruluşunun 30. yılı dolayısıyla 21 Kasım Cumartesi akşamı Ataşehir Ülker Sports Arena'da konser verecek.

Tek konser için Türkiye'ye gelecek olan orkestranın basın toplantısı önceki gün Golden Age Otel Taksim'de yapıldı. Toplantıya katılan Budapeşte Gyspy Senfoni Orkestrası'nın Başkanı ve Manager'ı Farkas Beke Nandor ve 1. Keman Suki Andras orkestra hakkında bilgi verdi. Orkestranın en büyük özelliği, partisyonlar olmadan müzik parçalarını çalması. Liszt, Bartõk, Kodaly, Hubay, Erkel, Brahms, Tchaikovsky, Sarasate, Strauss'un eserlerinin yanı sıra Macar Çigan Müziği, Macar melodileri ve halk şarkıları da çalan orkestrayı Golden Bridge organizasyonuyla İstanbul'da olacak.

Farkas Beke Nandor, “Türkiye ile aslında birbirimize uzak kültürler değiliz. Uzun yıllar sonra Türkiye'de yeniden olmak bizi sevindiriyor. Konserin sonunda Türkiye'de en sevilen şarkılardan biri olan ‘Fıldır Fıldır Hayriye' şarkısını geceye özel çalacağız. Yerel çalgınız kemençe de bazı parçalarımızda bize eşlik edecek.” dedi.

Cimbalo enstrümanını en iyi çalan isimlerden virtüöz Oszkar Ökrös ve orkestranın aynı zamanda şefi Jozsef Lendvai Csocsi gibi sanatçıları bünyesinde bulunduran orkestra, 60 keman, 9 viola, 6 çello, 10 kontrbas, 9 klarnet ve 6 simbaldan oluşuyor. 1984 yılında efsanevî; Macar Çigan volinist Sandor Jaroka'nın cenazesi dolayısıyla tüm ülke çapında bir araya gelen Çigan müzisyenlerin doğaçlama olarak sergiledikleri performans sonrasında 1985 yılında kurulan orkestra, klâsik ile gelenekseli birleştirdikleri yorumları sayesinde tüm dünyada tanındı.


Altın Koza'da filmlerin gösterimi de iptal edildi

$
0
0

Adana'da 14-20 Eylül tarihleri arasında 22'ncisi gerçekleştirilecek Uluslararası Altın Koza Film Festivali'nde son günlerde yaşanan terör olayları nedeniyle törenlerin tamamı iptal edilirken, yarışma filmlerinin sinemalarda halka gösteriminin de yapılmayacağı açıklandı.

Her yıl düzenlenen Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması, Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması ve Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması ile bu yıl ilk defa gerçekleştirilecek Adana Konulu Uzun Metraj Senaryo Yarışması'na katılan filmler sadece jüriler tarafından izlenip sonuçları basın açıklamasıyla duyurulacak. Gelecek yıl 23'üncüsünün yapılabilmesi için bu yıl tamamı iptal edilmeyen Uluslararası Altın Koza Film Festivali'nde, 4 yarışmada jüri üyelerinin değerlendirmelerinin ardından ödül alanların açıklanması ile yetinilecek.

Bu arada bazı çevrelerde bu yılki para ödüllerinin Adana'daki şehit ailelerine aktarılması seslendirilirken, diğer bazı çevreler ise yerli filmlerin bu tür kaynaklarla yeni filmler üretebildiğine dikkat çekti.

(DHA)

Popüler dergilerin yükselişi

$
0
0

Türkiye'de pek az kişinin ilgilendiği ‘dergicilik gündemi'nde bu sıralar yeni bir tartışma var.

‘Dergicilik değişiyor mu? Dergiciliğin ekseni mi kayıyor? Edebiyat dergiciliği popüler dergiciliğe yeniliyor mu?' sorularının etrafında dönen bu tartışma, sınırlı sayıdaki ilgilisini aşıp geniş bir alana taşamıyor. Fakat dergi okuyan, takip eden, binbir emekle dergi çıkaranlar çoktandır ‘yaklaşan' bir tehlikeden söz ediyor. Haksız da değiller. Mizah dergileri bile hızla kan kaybediyor ve bazıları format değiştirme gibi yeni arayışlara girdi, haber dergileri neredeyse piyasadan silindi, kültür-sanat dergilerinin gardı yok olma derecesinde düştü, edebiyat dergileri ise bir bir kapanıyor, kalanlarsa idealist birkaç kişi sayesinde yaşıyor. Başta dağıtım sorunları, sosyal medya ile bilgiye ulaşmanın kolaylaşması ve insanların ‘kolay tüketilir' ürün peşinde koşması dergilerin sonunu getirecek sebepler olarak görülüyor.

Buna karşın hızla büyüyen, okur sayısını günden güne artıran, satış rakamlarıyla Türkiye ortalamasının çok üstüne çıkan dergiler de var ve bu dönemde iyiden iyiye serpilerek piyasaya hakim oldular. Şu anda Türkiye'nin en çok satan popüler dergileri OT, Kafa ve FİL. Aynı anda edebi, siyasi, politik ve sanatsal metinleri barındıran, şiir ve öykü yayımlayan, ışıltılı yazar kadrolarıyla dikkat çeken, sosyal medyanın diline hakim, daha çok gençlerin yazdığı ve okuduğu dergiler bunlar. Üçü de çok okunuyor, çok konuşuluyor ve tartışılıyor. Peki, nasıl oluyor da diğerleri kan kaybederken hatta kapanırken bu dergiler ilgi çekiyor?

POPÜLER YAZAR KADROSU

Dergicilikte yeni bir eğilim yükseliyor. Bu damarın öncüsü OT dergisi oldu. Sol, demokrat, muhafazakâr, liberal, İslamcı, feminist yazarların boy gösterdiği dergi, yayımlanmaya başladıktan kısa bir süre sonra geniş bir okur kitlesine ulaştı. Tam bu sırada OT'a rakip olabilecek ‘Deve' çıktı ama onun yakaladığı başarıyı yakalayamadı, kısa sürede silinip gitti. OT'un ardından da Kafa ve FİL dergileri geldi.

Bir yenilik de spor dergiciliğinde yaşanıyor. Can Yayınları'nın çıkardığı Socrates, spora edebiyat ve estetiğin dilini de kattı. Yakınlarda çıkan Fitbol dergisi ise klasik spor dergilerinden farklı, kültürel altyapısı olan bir dile sahip.

Bütün bu yeni nesil dergilerin ortak özelliği, adeta bir dil devrimi yapmış olmaları. Edebiyattan beslenen, muhalif, aynı zamanda eğlenceli, kıvrak bir dil... Dergicilik camiasında şimdilik fısıltıyla konuşulan bir bilgiye göre başka gruplar da benzer dergi yayıncılığı için kolları sıvamış durumda. Böyle bir değişim ve dönüşüme ihtiyaç olduğunu söyleyenler çoğunlukta.

Bu yeni nesil dergilerde, ‘uzun yazıları kimse okumaz' klişesini yerle bir edecek şekilde uzun metinler yayımlanıyor. Bazısı çok da göze batmayan sade bir tasarım ve üçüncü hamur kâğıtla piyasaya çıkıyor ve en çok kapaklarıyla dikkat çekiyorlar. Yazar kadroları da oldukça renkli. Edebiyatçılara, senaristlere, sinema aktörlerine, televizyonculara, dizi oyuncularına ve mahkûmlara aynı anda sayfalarında yer veriyorlar. Her birinde toplumun geniş kesimlerinin tanıyabileceği isimler yazıyor. İclal Aydın, Sunay Akın, Ataol Behramoğlu, Metin Uca, Rıdvan Akar, Tarkan, Teoman, Cem Yılmaz, Murat Menteş, Dücane Cündioğlu, Ertuğrul Mavioğlu, Gündüz Vassaf, Adalet Ağaoğlu, Nevşin Mengü, Mesut Yar, Aslı Erdoğan, Karin Karakaşlı gibi isimler bu dergilerde imzası olan ünlü isimlerden bazıları.

‘OKURUN BEKLENTİSİ VE DİLİ DEĞİŞTİ'

Temmuz sayısıyla yayın hayatına son veren Sarnıç Öykü Dergisi'nin Yayın Yönetmeni Faruk Duman, Zaman'a verdiği röportajda derginin neden kapanmak zorunda kaldığını ve ‘yeni dergilerin' neden tuttuğunu anlatmıştı. Duman, “Özellikle zamanın, genç okurun ruhunu yakalayabilen dergiler çok iyi, çok dikkatli takip ediliyor ve çok okunuyor. Dolayısıyla son on yıldan bu yana, edebiyat dergiciliği dahil, okurun hem görsel, hem içerik hem de dil bakımından tavrı, tarzı beklentisi ve okurun kendi dili çok değişti. Bir bakıma, aslında bu okurun, genç kuşağın hayat anlayışı, bu yeni dergileri doğurdu.” demişti. Geçen ay ilk sayısı yayınlanan Öykülem dergisinin yayın kurulundan Eyüp Tosun ise klasik edebiyat dergiciliğinin evrilmeyeceği görüşünde. OT, Kafa, FİL gibi dergilerin, ‘bambaşka bir yolda ilerleyen ve klasik manada değerlendirilemeyecek' dergiler olduğunu belirten Tosun, “Onların dergiciliği onlara bizim dergiciliğimiz bize.” diyor.

Kısa sürede okura ulaşıp büyük başarı yakalayan yeni nesil dergiler, başarılarının sırrı üzerine konuşmak istemiyor. Mail yoluyla ulaştığımız Kafa dergisinden ilginç bir cevap aldık. ‘Kurum olarak herhangi bir gazeteye görüş verilemeyeceği' ifade edildi. OT dergisi ise ‘yetkili kimse yok' cevabını vermekle yetindi.

Geçmişten kaçamazsın

$
0
0

Alman sinemasının usta ismi Wim Wenders'in yönettiği Her Şey Güzel Olacak/Every Thing Will Be Fine, yıldız oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor

. Genç yazar Tomas, trajik bir araba kazası sonrası içine girdiği vicdani hesaplaşma sonucu başka birine dönüşür. Yaşadıkları bir yandan yazarlık yanını beslerken yıllar içinde yavaş yavaş olayın izleri silinip gider. Fakat hiç beklemediği anda karşısına çıkan bir ‘hatırlatıcı', Tomas'ın yıllardır kaçtığı yüzleşmeyi bütün ağırlığıyla geri getirir.

Gelecek de bir gün gelecek

$
0
0

Haftanın animasyon filmi Doraemon, Japonya sularından geliyor. Sıcak bir aile öyküsü anlatılan filmde, Nobita, Tokyo'da yaşayan 10 yaşında saf bir çocuktur.

Bir gün Nobita'nın karşısına torununun torunu Sewashi ve insanlara yardım etmek için üretilmiş olan kedi robot Doraemon gelecekten çıkagelir. Sewashi'nin ailesi çok zor zamanlar geçirmektedir. Sewashi, ailesinin geleceğini değiştirmek için Nobita'ya göz kulak olacak Doraemon'u getirmiştir. Nobita'yı mutlu edemezse Doraemon asla 22. yüzyıla geri dönemeyecektir.

Eyvah, annem geldi

$
0
0

Kuzuların Sessizliği ve Philadelphia gibi ödüllü filmlerin yönetmeni Jonathan Demme imzalı Sıradışı Anne, komedi ile dramı harmanlamaya çalışan bir müzik filmi.

Meryl Streep'in öz kızı Mammie Gummer ile karşılıklı oynadığı filmde, rock'n roll yıldızı olma hayallerinin peşinde koşan Ricki Rendazzo, yıllar sonra yeniden bağ kurmak için eve döner ve ailesiyle yüzleşmeye çalışır. Filmin senaryosu daha önce Juno ve Kana Susadım filmlerinin senaryosunu da kaleme alan Oscar'lı senarist Diablo Cody imzası taşıyor.

Sherlock Holmes'un son davası

$
0
0

Dünya prömiyerini geçtiğimiz şubat ayında 65. Berlin Film Festivali'nde yapan Mr. Holmes, Türkiye'de Conan Doyle'un eserlerindeki gibi bir Türkçe isimlendirme ile gösterime giriyor: Mr. Holmes ve Müthiş Sırrı.

Tıpkı Altın Gözlüğün Esrarı, Altın Napolyon'un Esrarı ya da Mühendisin Baş Parmağı gibi orijinaline sadık bir isimlendirme. Bu şekilde düşününce filmin adı pekâlâ Mr. Holmes ve Arı Vakası ya da Sherlock Holmes: Kelmotların Esrarı olabilirmiş.

Amerikalı yazar Mitch Cullin'ın orijinali 2005'te yayımlanan Hafif Bir Akıl Tutulması (Türkçesi Zeynep Ünal çevirisiyle Labirent Yayınları'ndan çıktı) adlı kitabından uyarlanan Mr. Holmes, Conan Doyle'un ünlü kurgu karakteri Sherlock Holmes'un son demlerini anlatıyor. 93 yaşındaki Sherlock Holmes (Ian McKellen), 1947 yılında, iyileştirici güçleri olan nadir bir bitki aramak için Japonya'ya gider. Burada nükleer savaşın yol açtığı hasara tanıklık eder. Deniz kıyısındaki evine döndüğünde ise hafıza sorunlarıyla mücadele eder. Son günlerini yaşayan Holmes'a temizlikçisi Bayan Munro (Laura Linney) ve oğlu Roger (Milo Parker) eşlik eder. Bahçedeki arılarıyla ilgilenen Holmes, 36 yıl önce inzivaya çekilmesine neden olan son soruşturmasına dair hatırladıklarını yazıya dökmeye çalışır. Usta dedektifin hatırladıkları, aynı zamanda onun kendine ve insan ruhuna dair arayışlarını da olgunlaştırır.

Alacakaranlık serisinin yönetmenlerinden Bill Condon, Rüya Kızlar müzikali Kensey, Tanrılar ve Canavarlar gibi filmlere de imza attı geçmişte. Condon, Ian McKelen ve Laura Linney ile ikinci kez çalışıyor. Edebiyat uyarlamalarındaki başarısı malum yönetmen, Mr. Holmes'ta da incelikli bir iş çıkarıyor. Her şeyden önce bu derece ünlü bir karakterin insanî;, vicdanî; ve kişisel yönlerini gösterme konusunda usta işi bir işçilik var filmde. Tabii ki Ian McKellen gibi usta bir oyuncunun varlığı Bill Condon'un işini kolaylaştırıyor. Sherlock Holmes'un ‘zekâ fetişi'ni yıkan birkaç kritik sahne var filmde.

Nihayetinde mesele dönüp dolaşıp insanoğlunu çözmenin, insan ruhunu anlamanın ne kadar zor olduğuna geliyor. Nitekim, belki de hayattaki son davasını çözen yaşlı dedektifin ağzından dökülen şu sözler de bunu kanıtlar gibi: “İnsanoğlu her şeyi planlayamaz, bilemez.” Mr. Holmes ve Müthiş Sırrı, özellikle Ian McKellen'ın usta oyunculuğu ve yönetmenin incelikli anlatımı ile sakince ilerleyen zarif bir film.

‘Ziyaret' çarptı bizi

$
0
0

‘Buluntu film' formülüne yaslanan Ziyaret, yeni mezun sinema öğrencisinin çekebileceği basitlikte bir yapım. Fakat senaryo, Shyamalan'ın kıvrak zekâsıyla işlediği eğlenceli detaylarla zenginleşiyor. Yönetmenin geri dönüş filmi olmasa da ‘dip'ten çıktığını gösteriyor.

İki hafta oldu Guy Ritchie'nin ‘muhteşem' çöküşünden bahsedeli. Ritchie ile aynı kaderi paylaşan M. Night Shyamalan'ın çırpınışlarını da on yıldır seyrediyoruz. Hint asıllı yönetmen, çok değil, bundan 16 yıl önce ‘Yeni Hitchcock' olarak etiketlenmişti bile. Üçüncü filmi Altıncı His (1999), sinema dünyasında coşkuyla karşılanmış; ardından çektiği üç film (Ölümsüz, İşaretler, Köy) Hollywood'daki yerini sağlamlaştırmıştı. Hepi topu altı yıl sürdü Shyamalan'ın zirve yılları. Ne olduysa 2005'ten sonra oldu. Sudaki Kız (2006) ile birlikte çaptan düştü, Mistik Olay'da ise kendini kaybetti. Sonrası hayli acıklı. Korku-gerilim ‘ustası' olarak kariyer yapan yönetmen, eski günlerine dönmek için çizgisinin dışına çıktı. Bir çizgi dizi uyarlaması olan Son Hava Bükücü ile blockbuster işine soyundu; sonuç büyük fiyaskoydu. Yine de Shyamalan'ın kredisi tükenmedi, belki de tükenmeliydi. Will Smith ve oğlunun popülaritesini ardına alarak ‘geri dönüş' yapmak istedi. Şimdilik kariyerinin ‘dibi' Dünya: Yeni Bir Başlangıç filmi görünüyor. Zira, bugün gösterime giren Ziyaret / The Visit, yönetmenin dipten çıktığını gösteriyor.

KÖKLERE DÖNÜŞ

Ziyaret, hiç görmedikleri büyükanneleri ile büyükbabalarının Pennsylvania'nın ücra bölgesindeki evlerine bir haftalık tatil için giden iki çocuğun, Becca ile Tyler'ın öyküsünü konu alıyor. İki kardeş, annelerinin 19 yaşında kavga ederek ayrıldığı ‘ana ocağı'na dönmenin heyecanı ile yolculuğun her anını kameraya almaya karar verir. Bir nevi, canlandırma belgesel çekmeyi planlar Becca ile Tyler. Film, çocukların yola çıkmadan önce anneleriyle yaptığı röportaj ile başlıyor. Dedesi ve ninesi ile tanışan kardeşler, bir şeylerin ters gittiğinden şüphelenir, fakat üzerinde durmaz. Başlarda, onların yaşlılıklarına verdikleri garip davranışlar, bir süre sonra tedirgin edici bir hal almaya başlayınca iki kardeşin çektiği belgesel, bir reality şova dönüşür...

M. Night Shyamalan, kariyerinin çöküşündeki sorunu bulmuş gibi. Yönetmenin filmlerinde bütçe arttıkça kalite, zeka ve hayal gücü azalmaya başladı. Belli ki Shyamalan da faturayı bütçeye kesmiş! Beş milyon dolar gibi, Hollywood şartlarında dizi bile çekilmeyecek maliyetle kotarılmış Ziyaret. Dizi demişken, Shyamalan, Wayward Pines adlı bir dizinin yapımcılığını üstlendi bu yıl. İlk bölümünü de Shyamalan'ın yönettiği mistik bilim-kurgu türündeki dizi, pek parlak olmasa da yönetmenin dönüşüne dair ilk işaretleri vermişti.

BAŞA DÖNELİM, EN BAŞA...

Bütçeyi kısan Shyamalan, ikinci olarak basit düşünmeye ve mütevazı olmaya yöneliyor, belki de buna mecbur kalıyor. Ziyaret, yeni mezun sinema öğrencisinin çekebileceği basitlikte bir yapım. Fakat senaryo, Shyamalan'ın kıvrak zekasıyla işlediği, eğlenceli ve biraz da arsız detaylarla zenginleşiyor. Becca'nın film çekme konusunda verdiği başlangıç seviyesindeki bilgiler, çerçeve ve görselliğin temel detayları hakkında kardeşine yaptığı uyarılar, tür filmlerine, televizyon programlarına dair eleştirel göndermeler Shyamalan'ın hınzır yanıyla tanıştırıyor bizi.

Bütçeyi düşük tutması, ilk başladığı zamanlara dönmesi, yönetmenin üzerindeki baskıyı alıp götürmüş sanki. Hiçbir şeyi dert etmeyen, rahat, eğlenceli ve hınzır bir Shyamalan var filmde. Ziyaret'in, gizemi ve gerilimi korurken seyirciye verdiği tazeleyici rahatlığın sebebi sanırım bu.

Biri kız, diğeri erkek, ergenlik dönemindeki iki kardeşin köklerine dönme çabası, mecazi yönden Shyamalan'ın da her şeye yeniden başlamasını işaret ediyor. Öyle ki, karakterleri ve onların yolculuğunu Shyamalan'ın kariyeriyle özdeşleştirmek mümkün. Çocuklar, ‘yeni' Shyamalan'ı temsil ederken, filmin ‘deli' yaşlıları dede ve nine, yönetmenin son 10 yıllık kariyerindeki ‘akıl tutulmasına' işaret ediyor demek aşırı bir yorum olmaz. Shyamalan'ın kariyeri de tıpkı filmin gel-git akıllı, “gündüz tuhaf, gece daha da tuhaf” yaşlıları gibi.

Nihayetinde Ziyaret, M. Night Shyamalan'ın geri dönüş filmi değil. Fakat kariyerindeki çöküşün sona erdiğini müjdeleyen, yönetmenin köklerine dönüp geçmişine baktığı, kendisiyle yüzleştiği bir ‘dipten çıkış' filmi.


Aborjin dansı İstanbul'da

$
0
0

Avustralya'nın çağdaş dans topluluklarından Bangarra, 17-18 Eylül tarihlerinde Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi'ne geliyor.

16 dansçıdan oluşan topluluk, binlerce yıllık Aborjin kültürünü çağdaş figürlerle harmanlıyor. Kendine özgü müziği ve otantik hikâye anlatımıyla ülke ve dünya çapında ün kazanan dans grubu 1991'den bu yana Avustralya'nın kültür elçisi gibi dünyanın her yerinde gösteri yapıyor. Avustralya Büyükelçiliği ve İstanbul Avustralya Başkonsolosluğu tarafından organize edilen Spirit adlı gösteri, “Australia in Turkey 2015” etkinlikleri kapsamında ücretsiz olarak izlenebilir. (zorlucenterpsm.com.tr)

Akbank Caz'da virtüözlerin zamanı

$
0
0

Bu yıl 21 Ekim-1 Kasım 2015 tarihleri arasında gerçekleştirilecek 25. Akbank Caz Festivali'nin programı açıklandı.

Saksafon virtüözlerinden David Sanborn, kendine özgü tarzıyla dünyanın sayılı davulcuları arasında gösterilen Manu Katché, 20 yıl sonra tekrar aynı sahneyi paylaşacak olan cazın iki büyük ismi John Scofiled & Joe Lovano ve sıon yıllarda yükselen caz klarnetçisi olarak görülen Oran Etkin bu yılın isimleri arasında yer alıyor. Festival boyunca aralarında Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Akbank Sanat, Babylon Bomonti, Volkswagen Arena, The Seed, Caddebostan Kültür Merkezi, Moda Sahnesi, Summart, Nardis ve Zorlu Performans Sanatları Merkezi'nin de bulunduğu 16 ayrı mekanda 55 konser, 4 panel, 13 atölye gerçekleştirilecek. 25. yıla özel olarak bir Akbank Caz Festivali albümü, CD ve plak olarak da hazırlanıyor. Gençlerin merakla bekledikleri, cazseverlerin elektronik müziğe bakışlarını değiştirmelerine neden olan ünlü bas gitarist Tom Jenkinson da sıradışı projesi Squarepusher ile festivalde olacak.

Her sene gerçekleştirilen Kampüste Caz etkinliği bu sene de 3-14 Kasım tarihleri arasında sekiz farklı şehirdeki üniversitelerde yapılacak. Liselerde Caz Atölyeleri ile gençler caz müziğini ve enstrümanlarını daha da yakından tanıma fırsatı bulacak. Festivalin 25. yılına özel hazırlanan, ülkemizin önemli illüstrasyon sanatçıları arasındaki 9 sanatçının hazırladığı ‘İllüstrasyonlar ile Akbank Caz Festivali'nin 25 Yılı Projesi', festivalin tarihine sanatsal pencereden retrospektif bir bakış sunacak.

Akbank'ın kurumsal sosyal sorumluluk çalışmaları kapsamında uzun yıllardır kendi çalışanları ile sürdürdüğü gönüllülük projelerine 25. Akbank Caz Festivali kapsamında bu yıl gençler de dahil oluyor. “Şehrin İyi Hali” projesi ile üniversiteli gençler, toplum yararına düzenlenen etkinliklerin bir parçası olacak. “Şehrin İyi Hali” projeleri kapsamında toplum yararına projelerde gönüllü olan 400 üniversiteli, 30 Ekim günü Volkswagen Arena'da gerçekleştirilecek Belle & Sebastian konserini en ön sıradan, kendilerine ayrılan özel bir bölümden izleme imkanı bulacak. (www.akbanksanat.com)

David Sanborn

Manu Katche

Oran Etkin

Göç, hiç bitmeyecek

$
0
0

İlk insandan bu yana hep göçmekte olduğumuzu düşündünüz mü? Ya da bu göçün kıyamete kadar süreceğini... Perili Köşk'te açılan “Görünenin Ardındaki” sergisi, beş çarpıcı eserle son yılların en önemli konusunu sarsıcı bir şekilde dikkatlere sunuyor. Borusan Contemporary'nin aynı mekândaki diğer sergisi ise artık gelenekselleşen, Necmi Sönmez küratörlüğündeki koleksiyon sergisi “Tutku”.

‘Göç' artık hiçbirimizin uzağındaki bir konu değil. Kendimize dokunan kısmıyla, Suriyeliler geldiği için artan kira fiyatları da bir sohbetin konusu olabiliyor, sokaklarda Arapça konuşan insanların çokluğu da; lüks alışveriş merkezlerinde durmadan harcama yapanları da konuşabiliyoruz, köşe başlarında dilenen, çoluk çocuğuyla kaldırımlarda uyuyan yardıma muhtaç Suriyeli mültecileri de… Bir de medyadan, Akdeniz'de, Ege'de batan teknelerin, boğulan mültecilerin haberlerini okuyor, üzülüyoruz. Fakat bir şeyi çok az konuşuyoruz: Sayıları her gün artan mültecilerin yerinden yurdundan niçin ve nasıl sürüldüklerini, onları ‘öteki'leştirdiğimizi, iyi bir yaşam için uygun şartlar hazırlayamadığımızı… Geçtiğimiz hafta Aylan Kurdi'nin çocuk bedeni Bodrum'da sahile vurmasaydı, Yunanistan karasularında mülteci botları zıpkınla ‘avlanmaya' devam edecekti belki de, ya da bir şekilde ulaştıkları Avrupa sınır kapılarında kimse onlara kucak açmayacaktı.

Borusan Contemporary, geçtiğimiz hafta cumartesi günü Rumelihisarı'ndaki Perili Köşk'te “Görünenin Ardındaki” sergisiyle bu konuya kalbinden dokunan bir sergi açtı. Küratör Christiane Paul, üç sanatçı tarafından hazırlanan 5 eser seçmiş bu sergi için. En çarpıcı çalışma Polonyalı sanatçı Krzysztof Wodiczko'nun ilk kez 2009 yılında Venedik Bienali Polonya Pavyonu'nda gösterilen “Misafirler” isimli eseri. Bu çalışmada puslu pencerelerin ardından Çeçenistan, Ukrayna, Vietnam, Romanya, Sri Lanka, Libya, Bangladeş gibi ülkelerin göçmenlerine ait siluetleri görüyoruz. Bu göçmenler ya camları siliyor, ya dinleniyor ya da çeşitli günlük aktivitelerde bulunuyorlar. Aralarında konuştukları konu hep aynı: Nasıl ve neden göçmek zorunda kaldıkları, göçtükleri ülkelerde karşılaştıkları zorluklar... Yani birbirine benzeyen onlarca hikâye. Diğer sanatçı ise Michal Rovner. Onun işlerinde, durup dinlenmeksizin yürüyen minik insan figürleri var. İlk insandan bu yana süren daimi göçü, nereden gelip nereye gittiğimizi sorgulayan üç çalışmadan biri, “Parçalanmış Zaman” ismini taşıyan ikiye ayrılmış büyük bir taştan oluşuyor. Galerinin hemen girişinde yer alan biraz gürültülü eser de Zimoun'un hareketli 240 karton kutusu. Küratör Christiane Paul ile göç meselesini ve sergiyi konuştuk.

Göç sorunu son yıllarda ülkemizde en fazla konuşulan konulardan biri. Siz nasıl bu konuya yöneldiniz?

Bu konu üzerine düşünmeye başladığımda göç konusu üstünde durmamıştım ama özellikle son zamanlardaki olaylar sergiyi kavramsallaştırdı. Bir yıl önce daha çok güvensizlik, istikrarsızlık, güven duygusu gibi genel atmosfer üzerine odaklanmıştım. Tabii ki politik anlaşmazlıklar, dini, etnik sebepler, terör saldırıları, Arap baharı gibi sorunların sonucu olarak göç krizi vardı ama bugünküyle kıyas edilemez. Yani, daha geniş bir politik içerikten yola çıktı ama özellikle son haftalarda yaşanan olaylarla göç sorunu çok fazla ön plana çıktı. Ne olduğunu-olacağını bilmemek, sistemlerin çok kompleks ve şeffaflıktan uzak işlemesi… Bir şeyi anlamak için ciddi bir araştırma yapmak gerekiyor. Aksi halde bu durum çok rahatsız edici. Geçtiğimiz günlerdeki haberlere baktığımızda, çoğunlukla bu mültecilerin nereye gitmeye çalıştıklarını, nereden geldiklerini anlayamıyorsunuz. Sergi daha çok bu güvensiz ve istikrarsız atmosferi yansıtmaya çalışıyor.

Sergide beş eser var. İşleri nasıl seçtiniz?

Farklı perspektifler sunan işleri bir araya getirmek istedim. Mültecileri en görünür şekilde ele alan iş Krzysztof Wodiczko'nun Misafirler'i. Çok zaman önce yapılmış bir çalışma ama bugün de farklı insanlarla, farklı hikâyelerle yapılabilir çünkü hâlâ çözülmemiş problemler var. Göçmen nosyonu bir noktaydı ama diğer üçü, insanların nereden gelip nereye gittiklerine dair somut örnekler veriyor. Michal Rovner'ın işine baktığınızda çok daha geniş bir perspektif görebilirsiniz insanlık adına. Oradaki kaya, geçmiş zamanlara ait gibi duruyor. Aşınmış; öbür tarafta insanların durmadan bu aşınmış yollar üzerinde yürüdüklerini ve dünya var olduğu müddetçe de yürüyeceklerini görüyorsunuz. Burada zamanın kendisi de bir materyal haline geliyor. Bu tabii ki çok geniş bir çerçeve. Bütün bu projenin yaptığı, bize duygusal olarak karşılık vermek ve sorular üzerine düşünmek için bir alan yaratmak. Zimoun'un işine baktığında bazıları depremi düşünürken bazıları da o kutularda insanları görüyor.

Peki, Wodiczko'nun bir tonluk taşı buraya nasıl taşındı?

Süreçten bahsedeyim. Aslında oldukça zor oldu galeriye getirmek. Çok ağır. Ve onu başta dördüncü kata yerleştirmek istemiştim ama lojistik sebeplerle bu mümkün olmadı. Galeride yerleştirebileceğimiz sadece iki alan vardı. Bu taşın ne olduğunu bilmiyoruz. Sanatçı da hatırlamıyordu ama onun bir su kaynağı olduğunu sanıyor. Çünkü ortasına doğru suyun akış izleri var. Bu da suyun akışı ve insanların da içine akması gibi bir anlam katıyor. Bu taşın temsil ettiği tarih ve tarihsellik de önemli, insanoğlunun zamanın katmanlarında bir yer değiştirmesi var. Çünkü insanlar durmadan bir yerlere gidiyor…

Abluka'ya Venedik'ten Jüri Özel Ödülü

$
0
0

72. Venedik Film Festivali sona erdi. İki Oscar Ödüllü Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron'un başkanlığındaki Nuri Bilge Ceylan'ın da yer aldığı festivalde, Türkiye'den yarışan Emin Alper'in yönettiği Abluka, Jüri Özel Ödülü'nü kazandı.

Film ayrıca, festivalin yan bölümlerindeki 18-26 yaş arası farklı ülkelerden gençlerin bir araya gelip verdiği Arca CinemaGiovani ödülünü de aldı. Emin Alper ise, bağımsız sinema eleştirmenleri tarafından her sene Venedik'te verilen Premio Bisato D'oro ödülüne layık görüldü. Bu yıl nispeten zayıf bir ana yarışma seçkisi olan festivalde, Abluka, sinema eleştirmenlerini ve festival seyircisini heyecanlandıran ilk film olmuştu. Filmin basın gösterimi sonrası dünyaca ünlü sinema dergisi The Hollywood Reporter'da çıkan eleştiride övgü dolu ifadelere yer verilmişti. Venedik'in Altın Aslan'ı ise Venezuela yapımı Desde Alla'nın oldu. İlk filmi Desde all· ile Altın Aslan'ı kazanan Lorenzo Vigas, 'ustalarımdan' dediği Nuri Bilge Ceylan'a dönerek teşekkür etti. En iyi yönetmen ödülünü layık görülen Pablo Trapero (El Clan) ise ödülünü Ceylan'ın elinden aldı. Emin Alper'in ikinci uzun metraj filmi Abluka'da Mehmet Özgür, Berkay Ateş, Tülin Özen, Müfit Kayacan ve Ozan Akbaba rol alıyor.

Venedik'in Ödülleri

Geleceğin Aslanı-En İyi İlk Film: The Childhood of a Leader (Brady Corbet)

Altın Aslan-En İyi Film: Desde Alla (Lorenzo Vigas)

Jüri Büyük Ödülü: Anomalisa (Charlie Kaufman-Duke Johnson)

Jüri Özel Ödülü: Abluka (Emin Alper)

En İyi Yönetmen: Pablo Trapero (El Clan)

En İyi Senaryo: Christian Vincent (L'hermine)

En İyi Kadın Oyuncu: Valeria Golino (Per Amor Vostro)

En İyi Erkek Oyuncu: Fabrice Luchini (L'hermine)

‘Ama Sözcükleri Götüremezler' diyenler olduğu sürece susturamazlar!

$
0
0

T24 Yazarı Esra Yalazan, Gazeteci ve denemeci Ali Çolak'ın son dönem yazılarından oluşan yine ‘Ama Sözcükleri Götüremezsiniz' başlıklı yeni kitabı hakkında yazdı. Yalazan, " Epeydir hemen herkesin huzursuzluk ve kederle kıvrandığı bu karanlık iklimde, muktedirin tasallutuna edebiyatla, faşist zihinler tarafından ele geçirilememiş berrak diliyle direnen bir yazarı okumak kaybetmek üzere olduğum umudun kıymetini hatırlattı." dedi.

İşte T24'teki Esra Yalazan'ın o yazısı:

‘Ama Sözcükleri Götüremezler' diyenler olduğu sürece susturamazlar!

Gazeteci ve denemeci Ali Çolak'ın son dönem yazılarından oluşan yine ‘Ama Sözcükleri Götüremezsiniz' başlıklı yeni kitabının ithaf bölümü muradını iyi anlatıyor: “Talan edilmiş ormanlara, kurutulmuş derelere, peşkeş çekilmiş sahillere, sökülmüş zeytin ağaçlarına, yağmalanmış şehirlere, kömür karasına bulanmış madencilere, kıyılmış gencecik canlara, oğul yası tutan annelere, devlet kibrine meydan okuyan kadınlara, iftiraya uğramış, horlanmış, sürülmüş mazlumlara, dünyayı güzelleştiren muhacirlere, sokaktaki mülteci çocuklara, intikam uğruna zindana atılmış masumlara, ülkemin bütün merhametli, uygar ve güzel insanlarına…”. Yazar elinde sözcüklerden başka silahı olmayan, insan sevgisine, merhamete, edebiyatın gücüne sığınarak onurunu ve umudunu korumaya çalışan herkesin yüreğine sesleniyor.

Siyaset bilimi okuyan gençlerle, işini severek yapan gazetecilerle içinde kaçamadığımız ‘memleket halleri' de olan sanattan, edebiyattan bahsettiğimiz bir öğle yemeği sohbeti sonrası kitabı yazarından aldım, çantama koydum ve beni şehre ulaştıracak arabaya bindim. Yazar her zamanki sakin sesi ve uysal tebessümüyle arkamdan seslendi. “Sözcüklerime iyi bak, onları parklara, bahçelere, deniz kenarlarına, ormanlara, dağlara götür' dedi. “Olur, götürürüm gönüllerince gezdiririm onları ” dedim. Uğuldayan trafik konvoyu ve hayatından bezmiş sürücülerle birlikte beklerken camı araladım. Ilık güneş yüzümü ısıtıyordu. Saçlarımı ensemde topladım ve çantamdan çıkardığım, kitaba adını veren son yazıyı okumaya başladım: “İçi içine sığmıyor sözcüklerimizin, çın çın ötüyorlar. Bir ince müzikle dokunup geçiriyorlar şehirleri; insanları umutlara, sevinçlere, neşelere yükselterek. Vadileri, kırları, dağları dolaşıyor sözcüklerimiz; çocuklarımızı avutuyor, umutsuzları yerinden doğrultuyorlar. İyi bir haber gibi ışıtarak yüzleri yaşamaya teselli buluyorlar. Bir türküde eğleşiyor sonra, bir halaya giriyor, müziğin estirdiği rüzgarla arılar gibi uçuşuyorlar”.

Serin bir nehir misali şıkırdayarak akan cümleler, her ölüm, katliam haberiyle büzüşen ruhumu okşarken ani bir fren sesiyle irkildim. Dev bir canavar gibi ağzını açmış viyadüğün ayağıyla çıldırmış bir minibüs arasında sıkışmış, kaldırımın üzerinde hızla sürükleniyorduk. Saniyelerin uzadığı o zaman diliminde tam ne düşünüyordum hatırlamıyorum ama hayatım bir film şeridi gibi geçmedi önümden, o kadarını biliyorum. Durabildiğimizde kitap hala kucağımda açık duruyordu. Şoför arabadan indi, ben derin bir nefes alıp kazayı atlatmış olmamıza şükrederek durumun kendisine pek uygun olmayan tuhaf bir sükunetle kaldığım yerden okumaya devam ettim. Zihnimden sadece kelimeler akıp gidiyordu. Ormanda yolunu kaybetmiş bir hayvan gibi dışarıdan gelen seslerden korkuyordum. İnsan yüreği, bizi iyileştiren, hayata bağlayan, ölümün ürkütücü yüzünden koruyan, merhametiyle avutan kelimelerin yokluğunda yavan ve boş bir şeydi sanki o anda. “Sözcükleri çıkarın, dünya durur” diyen İlhan Berk'i hatırladım. Ve severek mısralarını, cümlelerini ödünç alıp hayatıma eklediğim yazarları, şairleri, onların hayatın fenalıklarına yazıyla direnen cesaretlerini düşündüm.

Evet, bazıları yazarın dediği gibi onlardan başka gücümüzün olmadığını bildikleri halde sözcüklerden ölesiye korkuyorlardı. Onlarla inşa edilen hayatın, insanlık tarihi boyunca direneceğinin farkındalar çünkü. Yazar o korkaklardan bahsediyordu: “Biliyorlar, onların açtığı yaralar kapanmaz. Biliyorlar, yüzyıllar geçse de unutulmaz sözcükler, unutturmaz. Bir şarkıya, bir şiire düşüvermekten öte ödleri kopuyor. Bir gün dağ başında yol alırken, bir kayanın alnına yazılmış fiyakalı bir sözcüğü görüverince yüreklerinin ağızlarına gelivereceğini biliyorlar. Bir şarkının sonunda, beklemedikleri bir anda duyuverecekleri bir sözcük, uykularını kaçırıyor. Biliyorlar, bir sözcüğün ömürleri boyunca peşlerini bırakmayacağını. Onu, o minicik cansız varlığı yok edememenin ve susturamamanın çaresizliğiyle korku salıyorlar”.

Gazeteci ve denemeci Ali Çolak, bu defa son dönemde köşesinde yazdıklarını ‘Ama Sözcükleri Götüremezler' başlığıyla yeni bir kitapta toplamış. Bence çok iyi yapmış. Günlük bir gazetede yayımlanan yazılardan ziyade yine usta olduğu türe, ‘denemeye' yakın duran yazılardan oluşuyor çünkü. Epeydir hemen herkesin huzursuzluk ve kederle kıvrandığı bu karanlık iklimde, muktedirin tasallutuna edebiyatla, faşist zihinler tarafından ele geçirilememiş berrak diliyle direnen bir yazarı okumak kaybetmek üzere olduğum umudun kıymetini hatırlattı.

Sözcüklerden başka silahı olmayanlar

Sözcükler hakikate dokunabildikleri ölçüde güçlüdür ve hayat iksiri tam da orada gizlidir. Küçük bir kız tarafından yazılmış (İtalya'da) bir masal okumuştum. Masalın adı Gül; “Gül mutluydu. Diğer çiçeklerle iyi geçiniyordu. Bir gün Gül solmakta olduğunu hissetti, ölmek üzereydi: Kağıttan bir çiçek gördü ve ona ‘Ne kadar güzel bir çiçeksin' dedi. ‘Ama ben kağıttanım!', ‘Ama ben ölmek üzereyim, anlamıyor musun?'. Gül bir daha konuşamadı, çünkü ölmüştü”. Bu kısacık masal ‘eşyanın' da canlı varlıklar gibi nihayetinde ölümlü olduğunu söylüyor aslında. Geriye kalabilen sözcükler, onları yazanlardan bağımsız istedikleri gibi özgürce dolaşabilir. Bazen imza bile önemini yitirir. Gücünü de en çok bu vasfından alır bana kalırsa. Yazıldığı sırada yazan da önemini pek anlayamaz. Boş sayfalara dalgınlıkla çiziktirilmiş ‘karınca bacaklı' harflerden müteşekkil kelimelerin gizemli yolculuğunu tahayyül edemezler. Günün birinde sözcükler hakiki sahiplerine, okurlarına kavuştuklarında mutlak acının, yoksunluğun, trajedinin, umudun, direnişin edebiyata dönüşmesiyle tarihteki yerlerini alırlar.

Ali Çolak'ın son 3 yılı içeren yazılarından oluşturulan seçki, sadece dönemin kültürel yozlaşmasını göstermiyor. Elinde sözcüklerden başka ‘silahı' olmayan, insan sevgisine, merhamete, edebiyatın gücüne sığınarak onurunu ve umudunu korumaya çalışan herkesin yüreğine sesleniyor. Kitabın alt başlığının ‘Bir dönemin güncesi' olması boşuna değil. İthaf bölümündeki cümleler muradını iyi anlatıyor: “Talan edilmiş ormanlara, kurutulmuş derelere, peşkeş çekilmiş sahillere, sökülmüş zeytin ağaçlarına, yağmalanmış şehirlere, kömür karasına bulanmış madencilere, kıyılmış gencecik canlara, oğul yası tutan annelere, devlet kibrine meydan okuyan kadınlara, iftiraya uğramış, horlanmış, sürülmüş mazlumlara, dünyayı güzelleştiren muhacirlere, sokaktaki mülteci çocuklara, intikam uğruna zindana atılmış masumlara, ülkemin bütün merhametli, uygar ve güzel insanlarına…”. Bu ithaftan yazıların dönemin muhalif sesinden ibaret olduğu sonucu çıkarılsın istemem. Çolak'ın sözcüklerinin gücü, dolandırmadan dile getirdiği dikensiz fikirlerinden ziyade en sert insanlık hallerini edebiyatın diliyle anlatabilmesinde saklı.

Erguvanlar da geçip gittiler

Onun yazıları dönemi aktaran yazın anlayışıyla sınırlı değil. Yazı sanatının kuşaklar boyu akan nehrinde, sözcüklerin şiiriyle, sesiyle, şarkısıyla, kadim masallarıyla yıkanmayı seviyor. Daha önceki deneme kitaplarındaki lirik tını bu yazılarda da hissediliyor. Üstelik edebiyat tarihine dönük okumalarla hafızamızı da diri tutuyor. ‘Söz Tükenmez' başlıklı yazısında, Anna Ahmatova, Platonov, Mandelstam'ın susturuluş biçimlerini, edebi kimliklerini aktarırken, “Küflenmiyor söz, yokluğa karışıp gitmiyor. Aksine, antik çağlardan bugüne ulaşmış buğday taneleri, bal petekleri gibi ışıyıp duruyor. Bir gün, umulmadık bir anda, sürgülü demir kapılardan, sığınakların gözeneklerinden, umutsuzluğun en koyu yerinden içeri sızıveriyor” dediğinde ani bir çocuk sevinciyle ürperiyorsunuz mesela. Sonra ‘Hevesi Kaçmış Erguvan'da betonlaşma yüzünden küsmüş bir ağacı anlatıyor. Bitkilerle ilişki kuramayan bir toplumun hazin resmini gösterirken burasının insanların soykırım yapmak için diş bilediği bir ülke olduğu gerçeğini hatırlatıyor. Sonunda usul sesiyle soruyor; “Seneye çıkar mı bizim meydanın erguvanı? Sanmam, muhtemelen keserler kurudu, diye. Sonra kimsecikler hatırlamaz olur. Kimse demez ki, burada mor bulutlar gibi tutan bir erguvan vardı, baharı çekip getirirdi. Demeyecek kimse biliyorum….Erguvanlar da geçip gittiler farkında mısınız?”.

Yazar umudu kaybetmeyelim diye, ‘İyi bir gün için okuma parçaları' başlıklı yazısında Cioran, Canetti, Galeano, Refik Halid Karay, Karakoç, Necatigil, Altıok'tan alıntılar aktarıyor. Hepsi ‘iktidarı' kendi üslubuyla eleştiriyor. Ali Çolak'ın dilinde yaşayan keder, onu yaşatan saf yaşama sevinciyle buluştuğunda kendi direniş türküsünün mahzun sesi yükseliyor: “Umutla, sevinçle yaşamak esastır, kabuslar geçici. Hayatın türküsü son insan yeryüzünü terk edene dek susmaz. Muktedirlerin yaşama sevincini susturabildiği görülmemiştir. Aksine, hayatın ırmakları onların saltanatını silip süpürmüştür. Bana inanmıyorsanız, tarihe sorun. Size, sayısız zalimin mezar taşını gösterecektir, adları lanetle anılan. Bir de şairlere sorun. Onlar da durmadan, yaşama sevincinin türküsünü söyler ve umudun bayrağını taşırlar”.

Eski yazılarımdan birinde ‘deneme' türünün babası hakkında şunları yazmışım; Kendisinden dört asır evvel hayatın, insanın, yazının sırrını arayan Montaigne, ‘benim sanatım yaşamaktır' diyordu. Montaigne'in içindeki yazar, onun içindeki gölgesiydi ama ona yazma gücü veren, tecrübelerini yazının diline tercüme edebilen de yazarın benzersiz hayat sevinciydi. Yaşama sevincini yazıya dönüştüren ‘kutsal' yazı coşkusu, sözcüklerle hafızaya, geleceğe bağlanmak için şüphesiz önemlidir ama yetmeyebilir. Yeryüzü ağrısının kuytumuzda en dibe vurduğu yerde, öfkeyi acının özsuyuyla yıkayan sese de ihtiyacımız var. O da aynı yazarın sesi: “Övünçle andığımız Anadolu irfanı bu olmalı, derin Anadolu'nun bin şıllık duru sesi. Annelerin o büyük asaleti karşısında afallıyor, sonra bu ülkeye ve insanına bir kez daha inanç tazeliyoruz. Bu tertemiz vicdanlar, bu inanç var oldukça barbarların saltanatı uzun sürmez. Pek yakında perde sıyrılacak ve hakikat gün gibi ışığı…Anneleri izleyin, hakikati göreceksiniz”.

Hakikat sözcüklerle dile geldiğinde bu kitapta olduğu gibi umut ışığını, çok ihtiyar bir zeytin ağacının hikayesinde, bir şairin mısralarında, umutsuz ve kederli bir insanı gülümsetebilen yazıda, asırlardır yazanların iz bırakan eserlerinde göreceksiniz. Saltanatın zulmü elbet biter, hep bitti. Geriye götüremedikleri sözcüklerin sonsuz gücü, büyüsü kalır: “Bütün saltanatı sözcüklerden kurulu fanileriz biz. Başımıza yastık yapar uyuruz, ekmeğimize katık yapar doyarız. Serinleriz, ısınırız, giyiniriz ve gülümseriz onlarla. Aşık oluruz, şarkı yazarız, gönül alırız. Bir armağan gibi sunarız, bir buket sözcüğü. Yol arkadaşımız, can dostumuz, avuntumuz bir tutam sözcüktür”. Edebi lezzeti, umudu ve ruha verdiği ferahlıkla ömrümüze eşlik ederek hayatın bütün fenalıklarına rağmen içimizi sağlam tutacak, bizden sonrakilere kalacak olan da böyle kitaplardır.

*Ama Sözcükleri Götüremezler – Ali Çolak / Zaman Kitap

Leyla Gencer Şan Yarışması ödülleri sahibini buldu

$
0
0

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) ve La Scala Tiyatrosu Akademisi tarafından düzenlenen 8. Leyla Gencer Şan Yarışması'nın final gecesi ve ödül töreni, önceki akşam Süreyya Operası'nda gerçekleştirildi.

Leyla Gencer Şan Yarışması final gecesi, İtalyan şef Antonio Pirolli yönetimindeki Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası'nın seslendirdiği Giuseppe Verdi'nin I Vespri Siciliani Uvertürü ile başladı. Ardından finale kalan 7 yarışmacı, Pirolli yönetimindeki orkestra eşliğinde birer arya seslendirdi. Leyla Gencer Şan Yarışması'nda dereceye giren finalistleri, jüri başkanlığını üstlenen ünlü İtalyan Soprano Luciana Serra açıkladı. Yarışmada Marigona Qerkezi birinci, Jonathan Winell ikinci, Hubert Zapior ve Dierdre Judith Angenent üçüncü oldular. Yarışmacılar 12.500 Euro, 7.500 Euro ve 3.500 Euro olmak üzere toplam 23.500 Euro'luk ödülü paylaştılar.

Antalya Mevlevihânesi'nin talihsizliği

$
0
0

Yedi asırlık paha biçilemeyen Selçuklu çinilerini kırmaktan ceza alan müteahhidin, birçok tarihî; eserin restorasyon işini üstlendiği ortaya çıktı.

10 yıl önce Konya Sahip Ata Külliyesi'ndeki Selçuklu çinilerini tahrip etmekle suçlanan müteahhit Aşur Taştan, yargılanıp ceza aldı. Müteahhidin, buna rağmen yakınlarının üzerine kurduğu başka bir firma aracılığıyla yıllardır devletin farklı kurumlarından tarihî; eserlerin restorasyon ihalelerini aldığı ileri sürüldü. Gölcük'te Roma Ilıcası, Kastamonu'da İkiçay Köprüsü, Divriği'de Süleyman Ağa Camii, Bafra'da Tayyar Paşa Camii gibi tarihi mekanların restorasyon işini üstlenen müteahhidin son işi 8 asırlık Antalya Mevlevihanesi'nin restorasyonu oldu. Teslim tarihinin üzerinden 9 ay geçmesine rağmen restorasyonu süren Antalya Mevlevihanesi, turistlerin yoğun olarak geldiği yaz sezonunda ziyarete kapalı kaldı. Müteahhit Taştan, Türkiye'nin birçok yerinde restorasyon işlerinin devam ettiğini belirterek, Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nün Mevlevihane'nin iç tanziminin nasıl yapılacağına karar veremediği için işi teslim edemediklerini savundu. Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkilileri ise Mevlevihane'nin ne zaman açılacağı hakkında net bilgi bulunmadığını belirtti.

437 SELÇUKLU ÇİNİSİ HÂLÂ KAYIP

Sahip Ata Külliyesi'nin 2005 yılındaki restoresi adeta faciayla sonuçlandı. Eyvan ve türbe duvarlarındaki mor renkli altıgen Selçuklu çinilerinden oluşan panolar kırılarak tahrip edildi. Parçalar birleştirildiğinde 437 çininin kayıp olduğu anlaşıldı. Vakıflar Bölge Müdürlüğü, Gündağ inşaat firması ve yöneticiler Aşur, Mikdat ve Seher Taştan aleyhine tazminat davası açtı. Konya 1. Asliye Mahkemesi'ndeki tazminat davasında mahkeme heyeti, eyvan bölümündeki altıgen 700 adet çininin yerinden sökülerek tahrip edildiğini tespit etti. Hangâhın türbe bölümünün batı ve güney cephesindeki 437 çininin ise yerinden söküldüğünü ve kayıp olduğunu belirledi. 5 kez bilirkişi raporu hazırlandı ve sonunda tahrip edilen her bir çiniye bin TL fiyat biçildi.

PARA CEZASI HENÜZ ÖDETİLEMEDİ

Konya 1. Asliye Mahkemesi, firma ve yöneticilerini tazminat ödemeye mahkum etti. Mahkeme heyeti, tahrip edilen 700 çini için 700 bin TL, yerinden sökülen ve halen kayıp olan 437 çini için ise 546 bin 250 TL olmak üzere toplam 1 milyon 246 bin TL tazminat miktarı belirledi. Taştan'ın temyiz ettiği dava şu an Yargıtay'da. Gündağ firması iflasını açıkladığı için Vakıflar, parayı henüz tahsil edemedi. Öte yandan Konya Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün firma yöneticisi aleyhine açtığı ceza davasında ise Konya 5. Asliye Ceza Mahkemesi, restorasyonu yapan firma yetkilisine 18 ay hapis cezası verdi. Bu dosya da temyiz edilmesi sebebiyle Yargıtay'da bulunuyor.

YENİ FİRMA İLE RESTORASYONA DEVAM

Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu'na göre, sözleşmeye aykırı davranan firmalar ihalelerden men cezası alıyor. Ancak müteahhit Aşur Taştan'ın yakın akrabalarının üzerine kurduğu firma ile bu yasağı aştığı iddia ediliyor. Firma, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı'nın ihalelerine girerek birçok restorasyon işi aldı. 2007 yılında Divriği Süleyman Ağa Camii, 2008 yılında Bafra Tayyar Paşa Camii restorasyon işini üstlendi. 2012 yılında Gölcük Yazlık Roma Ilıcası restorasyonu işini başka bir firma ile ortak aldı. 2014 yılında ise Kastamonu'nun Küre ilçesindeki İkiçay Köprüsü'nün restorasyon ihalesini aldı.

758 yıllık Mevlevihâne

Alaaddin Keykubat tarafından 1255 tarihinde yaptırılan Antalya Mevlevihanesi, Güzel Sanatlar Galerisi olarak kullanılıyordu. Mevlevihaneyi restore ederek müze haline getirmeyi planlayan İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, ihale açtı. Restorasyon Mayıs 2014'te 1 milyon 63 bin lira bedelle ihale edildi. İşin teslim süresi 250 gün olarak belirlendi. Restorasyon, 758 yıllık Antalya Mevlevihanesi'nin drenaj, teşhir-tanzim yerlerinin yanı sıra türbe ve hamamı da içeriyor. Ancak müteahhit sözleşmede teslim tarihi olarak belirlenen Ocak 2015'te işi bitiremediği için Mevlevihane turizme açılamadı. Mevlevihanenin inşaat işini bitirdiklerini belirten müteahhit Taştan, “Kültür ve Turizm Müdürlüğü müzenin bazı yerlerinin nasıl tanzim edileceğine daha karar veremediği için işi teslim edemedik. Süre uzatımı aldık.” dedi. Firmanın, oğlu tarafından yönetildiğini belirten Taştan, Türkiye'nin birçok yerinde restorasyon işi aldıklarını da sözlerine ekledi.


Dostum Nuri İyem

$
0
0

“Nuri adıyla tanıdığımız yaratılış mucizesi…” Tanpınar, bir yazısında Nuri İyem'den böyle söz ediyordu. Yaratılış mucizesi… Sanatçı, bir yaratılış mucizesidir. Sanat, doğaya aykırı bir eylemdir de ondan… Doğayla yarışa girmiş bir apayrı “doğa.” (…)

Nuri İyem “büyük” bir sanatçımız. Altınız çizerek, büyük diyorum. Cumhuriyet dönemi Türk sanatının, resim alanında ortaya çıkardığı birkaç gerçekten önemli ressamından, en başta adı anılması gerekenlerden biri. (…) Ta 1940'taki “Liman sergisinde mim koymuştum Nuri'ye. Hepsi genç, ateşli, hızlı, büyük savlarla dolu genç ressamlar arasında en çok dikkatimi çeken İyem olmuştu. İkinci sergileri de Eminönü Halkevi'nin alt katındaki dar uzun bir salonda açılmıştı. İyem'in bir İlhan Berk deseni vardı. Başka resimleri… Tanıyış o tanıyış, seviş o seviş… 1940, şimdi tam kırk yıl geride… Demek kırk yıllık bir hayranlık, bir sevgi, bir dostluk. (…)

1945-46'daki siyasal serüveninden bende kalan bir anı var: Köprüden Fahir Önger ve Suavi Koçer'le geçişimiz Nuri'nin yanındaki iki “sivil”le bize doğru gelişi. Tam yanımızdayken başını Haliç yönüne çevirip, bizi görmezlikten gelişi, Fahir'in bana “yürü” deyip kolumdan çekişi, ama Suavi'nin içtenlikle “Nuriciğim” diye ona doğru koşuşu, sonra “Nuri'nin yanındakiler beni tersledi” diye yanımıza gelişi… Bir zamandı o heyecanlar, o arayışlar da… Sonuçsuz kalan dürüst coşkular. Türkiye'de bir toplumculuk ışığının yakılmak istenmesi. Ama her zaman karşılaşılan o kapkara güçlerin o ışığı hemencecik söndürmeleri…

Nuri içine kapandı, kendi evrenine kapandı ardından. İşsizlik, yalnızlık, yoksulluk… Ne var ki Nasip vardı yanında. Gerçek bir sanatçı, gerçek bir insandı Nasip. Nuri'nin kırk yıllık yaşam arkadaşı. Gençtim, çok gençtim o günlerde, o yeni evlendikleri günlerde… Nuri ile Nasip kadar birbirine yakışan çifti tüm yaşamımda göremeyeceğimi nereden bilebilirdim! Sırt sırta verdiler, el ele… Sanat evreninden güç aldılar, çalıştılar, yarattılar, yaşadılar. En dürüst, en sağlıklı, en güvenli yaşamı sürdürdüler. Yaratarak hep yaratarak… Doğa, toplum, yasalar, alışkanlıklar, korkular bir yana itildi, varsa yoksa sanattı baş tacı olan, önemli olan…

Kimse inanmaz: Bir Nuri'dir gelmiş geçmiş Türk ressamları arasında Avrupa görmeyen… Bugün adı ünlüye çıkmış tüm ressamlarımız, heykelcilerimiz Paris kaldırımlarında birkaç yıl dolaşmışlardır. Müzeleri, galerileri, kahveleri tatmışlardır. Bir Nuri İyem'le eşidir Paris'i bilmeyen, görmeyen, bilmek görmek için de aşırı bir tutkusu olmayan..

Tanpınar şöyle yazar bu konuda: “Bu Nuri adıyla tanıdığımız yaratılış mucizesini iki defa Derian'le konuşturun, üç ay Matisse ve Bonnard'la kalsın, Louvre ve Uffici müzesini gezsin, doya doya Cezanne'ı, Rembrandt'ı görsün, 15. asır İtalya'sı dediğimiz o mücevher yağmuruna altı ay tutulsun, sel halinde aydınlık iliklerine kadar işlesin, elbette ki Nuri'nin peyzajları, o sükut musikisi bize bu temaslardan bir fecri şimali gibi zengin, şaşırtıcı ve sadece tabiatüstü infilak halinde dönecektir.”

Nuri İyem –son yıllarda gitti mi bilmiyorum- Avrupa yolculuğu yapmadı hiç. Tanpınar'ın dediği yapıtları, müzeleri yakından görmedi. Demek ki ille de görmek, gezmek değil sanatçıyı büyük ve önemli kılan; kendi iç zenginliği, aydınlığı, içindeki o mücevher… Nuri de somuttan soyuta, soyuttan somuta geçen, ama her durumda da “kendi olan” yapıtlar veren bir sanatçı olduysa, yapısındaki “mucize”ye benzer cevherden.. Hem yaşamını sanatıyla kazanmak, hem de sanatını yeni yeni doruklara çıkarmak gibi güç, ama onu verici bir savaşımdan yüzünün akıyla çıkmak da bu “cevher”in güçlü oluşundan doğmuyor mu?

Karşımda Nuri'nin bir kadın portresi var. Acıyla kasılmış, her an bağırdı bağıracak, çığlıkları yeri göğü tutacak bir köy kadını bu. Ama böyleleri çığlık atmazlar, bağırmazlar, dışa doğru, içlerinde kalır bütün o çığlıklar, acı birikimleri… Bir sanatçı alır kor tablosuna o çığlıkları. Bir anlık acı, olur mu sana yüzyıllık bir acı… Bir etkililik, bir kalıcılık kazanıverir. Nuri'nin kadın yüzlerinde bu anlam var işte. Hem bugünde yaşıyorlar hem de yarında yaşayacaklar. Goya'nın Greco'nun insanları gibi. *(Sanat Çevresi dergisi, sayı 16, Şubat 1980, sayfa 8-9)

Nuri İyem eşi Nasip İyem ile birlikte, 2001'de TÜYAP Tepebaşı'nda açılan retrospektif sergisinde.

Nuri İyem 100 yaşında

$
0
0

Kartvizitinde ‘ressam' yazan ilk Türk sanatçı Nuri İyem, doğumunun 100. yılında “Nuri İyem 100 Yaşında / Portre” sergisiyle anılıyor. 16 Eylül Çarşamba günü Bebek'teki Evin Sanat Galerisi'nde başlayacak sergide, sanatçının ismiyle özdeşleşen kadın portrelerinin yanı sıra vefatından sonra atölyesinden çıkan, tamamlanmamış resimleri de olacak.

Figüratif Türk resminin en önemli, bizce en değerli sanatçılarından Nuri İyem için en kapsamlı sergi, 2001'de TÜYAP Tepebaşı'nda açılan “Dünden Yarına Nuri İyem” retrospektif sergisiydi. Büyük bir ekiple hazırlanan bu sergi, Türkiye'de resim alanında yapılan ilk dijital arşivleme çalışmasıydı. 531 kişi, kurum ve özel koleksiyonlardan yaklaşık 2 bin tablo sadece sergilenmemekle kalmamış Apple Bilkom tarafından bir sergi için özel yazılan arşiv sistemiyle kaydedilmişti. Nuri İyem'in günümüzde 2-3 bin arasında (belki daha fazla) resmi olduğu biliniyor.

Nuri İyem'in resmini etkileyen en önemli kadın, 1922'de vefat eden ablası Aliye hanımdı. Evin Sanat'taki sergi 31 Ekim'e kadar açık kalacak.

1915 yılında İstanbul Aksaray'da doğan Nuri İyem aramızdan 18 Haziran 2005'te ayrıldı. Yaşasaydı bugün 100 yaşına girecekti. Oğlu ve gelini Evin-Ümit İyem'in 1996'da kurduğu Evin Sanat Galerisi, sanatçının 100. doğum yılını 16 Eylül Çarşamba günü açılacak “Nuri İyem 100 Yaşında/Portre” sergisiyle anıyor. Kapsamı daha dar olan bu sergide, Nuri İyem'in ismiyle özdeşleşen Anadolu kadınlarının portrelerinin yanı sıra sanatçının vefatından sonra atölyesinden çıkan, tamamlanmamış resimleri de yer alacak. Ama elbette ki, kartvizitinde ‘ressam' yazan ilk Türk sanatçı Nuri İyem'i, bugün anıyorsak ve eğer bundan sonra anmaya devam edeceksek, bu, o portreleri sayesinde olacak. Beyaz yaşmaklı, çakmak çakmak bakan gözlerinde hüznü ve acıyı taşıyan o eşsiz kadın portreleri… Sanatçının 1960'tan itibaren bıkmadan usanmadan resmettiği bu tablolarda aslında gerçek bir hikâye gizlidir. Kendisinin ifadesiyle ‘hep ablasının yüzünü arar' sanatçı.

Henüz üç yaşındayken babasının görevi nedeniyle Cizre'ye giden İyem bir gün sıtmaya tutulur. Nöbet nöbet gelen ateş, titreme, terleme… Kendini kaybetmeler, saatlerce süren ızdırap, buhran hali. O günlerde İyem'in yanı başında hep ablası vardır. Gözünü açtığında Aliye hanımın merhametli, aynı zamanda endişe ve acı dolu yüzüyle karşılaşır sanatçı. Özellikle gözlerini hiç unutamaz. Nuri İyem hastalığı atlatır fakat Aliye Hanım, 1922'de doğum yaparken vefat eder. İyem, yaşadığı şoku yıllar sonra bir dostuna şöyle anlatır: “İnanamadım… günlerce, aylarca, yıllarca onun öldüğüne inanamadım. Hâlâ, ben inansam bile, içimdeki ben, ablasının öldüğüne inanmıyor.” Çocuk yaşta ablasını kaybetmesi, ölüm acısı Nuri İyem'i ve sanatını çok etkiler.

İyem, son yıllarını Etiler Çamlık'taki atölyesinde, yazın ise Şile'deki evinde geçirdi. Sağlığı elverdikçe resim yapmaya devam etti. Hayatında en büyük değeri kadınlara verdi. 23 yaşındaki genç bir kıza bile elini öptürmeyecek kadar kadına saygılıydı. Kimsenin önünde eğilmesini istemezdi. Nüvit Özüdoğru'nun dediği gibi, ‘kadın Nuri İyem'in resminde başlıca konuydu. Sömürüldüğünden ötürü. Necati Cumalı'nın, Cahit Atay'ın, Adalet Ağaoğlu'nun tiyatroda yaptığını Nuri İyem resimde yaptı.'

Ahmet Hamdi Tanpınar, Oktay Akbal, Sabahattin Eyüboğlu, hocası Leopold Levi, Adalet Cimcoz, Hilmi Yavuz, Sezer Tansuğ, Adnan Benk, Turgay Gönenç ve daha pek çok kıymetli isim onun Türk resmindeki değerini bildi ve yazılarıyla bunu her zaman dile getirdi. O anlamlı yazılardan biri de kısa bir süre önce (28 Ağustos'ta) kaybettiğimiz Oktay Akbal'ın, 1980 yılında Sanat Çevresi dergisinde yazdığı yazıdır. Hem Nuri İyem'i hem de Oktay Akbal'ı, daha dün gibi yazılmış bu yazıya yer vererek bir kez daha hatırlıyor ve saygıyla anıyoruz.

Osmanlıca kitaplar ‘ses'leniyor!

$
0
0

Türkiye'nin ilk sayısal kütüphanesi İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) Farabi Kütüphanesi şimdi de “Osmanlıca OCR” adıyla yeni bir sistemi hayata geçirdi.

Osmanlıca OCR sistemiyle birlikte kütüphanede yer alan eserler en ince ayrıntısına kadar taranarak, kitapların içerikleri bilgisayara yükleniyor. Kütüphaneye üye okuyucu, böylece istediği kitabı, istediği dilde dijital ortamda dinleyebiliyor. Osmanlıca OCR'ı tamamlamak üzere olduklarını söyleyen IRCICA Genel Direktörü Halit Eren, proje üzerinde altı yıldır çalıştıklarını, iki ay içerisinde de projenin tamamlanacağını ve okuyucuyla sesli dijital ortamda buluşacağını belirtiyor. Okuyucular kütüphaneye internet üzerinden ücretsiz üye olarak bu hizmetten faydalanabilecek.

İnternet tabanlı sayısal bir kütüphane olan IRCICA Farabi, uzman bir kadro ile 2008 yılında oluşturulmuştu. Kütüphane sadece Türkiye'nin değil, tüm İslâm coğrafyasının kültür hazinesine ev sahipliği yapıyor. Dünya milletlerinin ve ağırlıklı olarak İslam ülkelerinin tarihi, kültürleri, dilleri, sanatları, folkloru, kalkınma durumu gibi konularda ve genel anlamda İslam kültür ve medeniyeti alanında uzmanlaşan IRCICA kütüphanesinde 148 farklı dilde İslam medeniyetiyle ilgili tarih, coğrafya, bilim, sanat, mimarlık, din, edebiyat gibi konularda 80 bin kitap yer alıyor. (tr.ircica.org)

“Romeo ve Juliet” yeniden!

$
0
0

William Shakespeare'in binlerce yıllık hayalini bugünün hayal gücüyle sahneleyen “Romeo e Giulietta, Ama e cambia il mondo” müzikali, şubat ayındaki gösterisinin ardından yoğun istek üzerine kasım ayında bir kez daha İstanbul'a geliyor.

3-8 Kasım günleri arasında sadece sekiz gösteriyle Zorlu Center PSM'de sahnelenecek Romeo ve Juliet, İtalyan David Zard'ın modern yorumu ve üç boyutlu dijital sahne düzenlemesiyle bir kez daha İstanbullu sanatseverlerle buluşacak. Bugüne kadar sayısız kez bale, film, müzikal ve opera olarak sahnelenen Shakespeare'in ölümsüz eseri, Giuliano Peparini'nin özgün rejisi, Gérard Pres-gurvic'in besteleri ve Vincenzo Incenzo'nun sözleri ile bir kez daha hayat bulacak.

Bosna Savaşı filmleri Pera Müzesi'nde

$
0
0

Pera Müzesi'nde açılan “Günümüz İmgeleri: Saraybosna Güzel Sanatlar Akademisi'nden Yapıtlar” sergisine “Şimdi Saraybosna! Bosna-Hersek Sineması” başlıklı sinema gösterimleri eşlik ediyor.

Pera Film etkinliğinde, güncel Bosna sinemasının son dönemde öne çıkan örnekleri yer alacak. Program, 16 Eylül'de başlayıp 3 Ekim'e kadar devam edecek. Etkinlik kapsamında beş film gösterilecek. Film gösterimleri, yönetmen Arsen A. Ostojic'in Bosna Savaşı'nda ölen ve toplu mezarlardan birinde gömülü olan üvey oğlunun kemiklerini teşhis etmeye çalışan Halime'nin trajik hikâyesini anlattığı “Halime'nin Yolu” ile başlıyor. Jasmila Žbani'ın “Saraybosna'da Bir Gün” filmi yüzyıl önce Avusturya Macaristan İmparatorluğu tahtının vârisine karşı yapılan ve I. Dünya Savaşı'na neden olan suikastı çok farklı merceklerden ele alıyor. Nedim Alikadi'in “Özdüşünme”si yalnızca 10 dakika süren bir mini-film. Yönetmen çocukluğunu, mesleğine duyduğu aşkı, kamerayla ilk tanışmasını ve evini terk etmeye iten savaş deneyimlerini anlatıyor. Ahmed Imamovic'in “Belvedere”i Bosna-Hersek'teki etnik temizlikten on beş yıl sonra savaşın trajedisini unutma arzusu içinde çırpınan Rüveyde'nin öyküsünü perdeye yansıtıyor. Vladimir Tomic'in “Flotel Europa” adlı filmi ise savaştan kaçarak Danimarka'ya ulaşan ve Kızıl Haç'ın gemisinde iltica başvurularının karara bağlanmasını bekleyen insanların dramını belgesel görüntüler eşliğinde anlatıyor.

Bosna sinemasının son yıllarda ülkenin çalkantılı geçmişine ve güncel meselelerine değinerek akılda kalıcı ve beğeni toplayan filmler ürettiğini belirten Pera Müzesi Film ve Video Programları Yöneticisi Fatma Çolakoğlu, “Bu beş filmlik seçki, gelecek vaat eden ve uluslararası tanınırlığa sahip yönetmenlere görünürlük sağlayan bir platform sunarken; ülkenin geniş kültürüne ve tarihine de ışık tutuyor.” diyor. (info@peramuzesi.org.tr)

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live