Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Cinler sarmış dört yanımı

$
0
0

Cinli perili yerli film furyasına bir halka daha ekleyen Siccî;n, henüz bir yılı doldurmadan devam filmiyle karşımızda.

Hicran ile Adnan mutlu bir evlilik sürdürürken 2 yaşındaki oğullarını bir kaza sonucunda kaybedince hayatları altüst olur. Aynı evde yaşamaya devam etseler de artık iki yabancıdırlar. Hicran bunun üstüne bir de açıklanması mümkün olmayan olaylar yaşamaya başlayınca psikolojisi daha da bozulur. Sonunda bir hocaya gider ve ikinci kanından bir kadının ona farklı bir büyü yaptırdığını öğrenir.


Ava gidip av olmak

$
0
0

Genç kuşaktan Jeremy Irvine ile Michael Douglas'ı buluşturan Tehlikeli Oyun, bir roman uyarlaması.

Finans dünyası ile av temasını özdeşleştirmeye çalışan filmin senaryo ve yönetmenlik konusunda ciddi zaafları var. Çölde avlanmak isteyenlere rehberlik hizmeti veren Ben, para babası işadamı Madec tarafından küçük bir av gezisine rehberlik yapması için tutulur. Fakat Madec çölde gezen birini yanlışlıkla öldürünce, Ben bu cinayetin açığa çıkmasını istemeyen Madec'ten kaçmak zorunda kalır. Sıcaklığın 50 dereceye kadar çıktığı çölde kedi fare oyunu başlamıştır.

Onun bedeni, benim kararım

$
0
0

2000'lerin başında Hollywood'da bir umut ışığı olsa da parıltısı çabuk sönen Hintli yönetmen Tarsem Singh, yeni filminde de ferahfeza bir ışık saçmaktan uzak.

Ölümsüzlük temasını işleyen filmde, multimilyarder sanayici Damian Hale, ölümcül bir hastalığa yakalanır. Bilincin başka bir bedene nakledilme işlemi olan ‘deri değiştirme' yöntemiyle tıbbi müdahaleyi kabul eder. Bilinci, kendisinden genç bir adamın bedenine nakledilir. Damian, yeni edindiği kimliğinde ilk başlarda çok rahattır. Fakat zamanla bazı problemler ortaya çıkar...

Azdan az, çoktan çok gider

$
0
0

Bazı filmler talihsizdir. Merakla beklenir, ama bir türlü vizyona girmezler. Gösterim tarihleri sürekli ertelenir. Bir gün gelip sinemalarda gördüğünüzde ise artık içinizdeki heves kaçmıştır. ‘Beklenen' film olmaktan çıkmış, umudun kesildiği bir film olmuştur. Hatta bunlardan bazılarını festivallerde görürsünüz, kimisi ‘dijital ortamlara' düşer.

A Most Violent Year, bu tür filmlerden. Yaklaşık bir buçuk yıldır, geldi-gelecek, şu gün gösterime girecek diye gündemde olan bir film. Nihayet bugün beş kopya ile de olsa sinemalara uğradı. En Şiddetli Yıl şeklinde Türkçeye çevrilebilecek film, 1980'lerin başında New York'ta ayakta kalmaya çalışan bir işadamının öyküsünü anlatıyor. 1981, New York tarihindeki en tehlikeli yıldır. O yıl şehirde 120 binin üzerinde soygun, 2 bin 100'ü aşkın cinayet kayıtlara geçer. Latin Amerikalı göçmen Abel (Oscar Isaac), Brooklynli eşi Anna'nın (Jessica Chastain) gangster babasından satın aldığı küçük bir kalorifer yakıtı işini büyütmeye çalışmaktadır. İşini kurallara uygun şekilde yönetmeye kararlıyken, başarıya çıkan merdivenlerin eğri olduğunu fark eder. Bu sırada meydana gelen rekabetler ve nedensiz saldırılar işini, ailesini ve inancını tehdit etmektedir.

Oyunun Sonu / Margin Call (2011) ve Sona Doğru / All is Lost (2013) gibi dikkat çekici iki filmin ardından genç yönetmen J.C. Chandor, üçüncü filmi A Most Violent Year'da suç dünyasına farklı bir yerden bakmayı başarıyor. Polis teşkilatı başta olmak üzere şehrin suç dünyasının elinde olduğu bir dönemde kanunlar çerçevesinde iş yapmaya çalışan bir adamın mücadelesi, hakikaten daha şiddetli olabilirdi. Fakat yönetmen, ‘gangster filmleri' trüklerine kendini kaptırmaktan özenle kaçınıyor. Belki Baba 3'te Michael Carleone'nin ailesini ve işlerini suç dünyasından çıkarıp finans dünyasında temize çekmeye çalışmasıyla benzeştirebiliriz. Abel, gangster kayınpederinin yardımıyla işlerini düzeltip başarı merdivenlerini çıkabilecekken temiz kalmayı tercih ediyor. Fakat şartlar, yerleşik kalıplar ve alışkanlıklar onu zayıf gösterdiği için ihanete ve saldırıya uğruyor. Abel'in hem kendi dünyasında hem de karısı ve iş yaptığı insanlarla yaşadığı bu yaman hesaplaşma, etkili bir şekilde perdeye yansıyor.

Hasretinden yüzümü eskittim [VİZYONDAKİLER]

$
0
0

Bir önceki filmi Barbara'da (2012) Doğu-Batı Almanya dönemine giden Christian Petzold, ülkesinin tarihine kazı yapmaya devam ediyor. Alman yönetmen bu kez 2. Dünya Savaşı'nın hemen ertesine götürüyor seyircisini ve sıkı bir yüzleşme öyküsü anlatıyor.

“Affetmek ve unutmak iyi

insanların intikamıdır.” (Schiller)

Bizim aksimize, toplumsal yüzleşme bahsinde Almanya dünyadaki nadir örneklerden. 2. Dünya Savaşı sonrası -galip devletlerin de baskısıyla- Nazi geçmişiyle yüzleşen Almanya'da bugün gelinen noktada, Yahudi soykırımı ve Nazi meselesinde toplumsal bir mutabakat var. Örneğin, etnik mizah konusunda mezhebi geniş Amerikalı komedyenler gibi anti-semitik bir espri yapmanız zor Almanya'da. Sinema için de geçerli bu durum. Hal böyle olunca 2. Dünya Savaşı ve sonrasına dair çekilecek filmlerde bir süre sonra tekdüze bir ‘söylem birlikteliği' ortaya çıkıyor. Politik ve insani olarak doğru olsa da bu tekdüzelik içinde orijinal bir damar yakalamak da zorlaşıyor.

Yüzündeki Sır/Phoenix, söz konusu zorluğu aşan, orijinal bir yapım. Bir önceki filmi Barbara'da (2012) Doğu-Batı Almanya dönemine giden Christian Petzold, ülkesinin tarihine kazı yapmaya devam ediyor. Alman yönetmen bu kez 2. Dünya Savaşı'nın hemen ertesine götürüyor seyircisini ve sıkı bir yüzleşme öyküsü anlatıyor. Auschwitz toplama kampından yüzünde ağır yaralarla, tanınmayacak halde kurtulan Nelly (Nina Hoss), ameliyat geçirerek yeni bir yüze kavuşur. Arkadaşı Lene'nin (Nina Kunzendorf) ülkeden ayrılma teklifini reddeden Nelly, hakkında duyduklarına inanmak istemediği eşi Johnny'i (Ronald Zehrfeld) bulmaya karar verir. Phoenix adlı gece kulübünde karşılaştıklarında ise Johnny, karısı Nelly'yi tanımaz. Nelly, bu şoku henüz atlatamadan Johnny'den ilginç bir teklif alır. Karısının öldüğünü düşünen Johnny, Nelly'ye şu teklifi yapar: “Sen ölen karıma çok benziyorsun. Onun gibi davranıp resmi işlemlerde yardımcı olursan, onun mirasından sana pay veririm.” Bu teklif karşısında ikinci kez sarsılan Nelly, kocasının yanında olmak için teklifi kabul eder ve başka bir yüzle kendini taklit etmeye başlar…

“SENİ AFFEDİYORUM”

Yüzleşme, affetme, gelecek... Bu üç kelime bileşik kaplar misali, kaderleri birbirine bağlı kelimeler. Toplumların kaderi de bu üç kelimeyi kavramsallaştırıp hayata geçirebildikleri ölçüde şekilleniyor. Yüzündeki Sır'ın yüzleşme bahsine geçmeden önce Gary Ridgway'i hatırlayalım. ‘Green River Katili' olarak bilinen, ABD'nin gelmiş geçmiş en tehlikeli seri katili Gary Leon Ridgway, 49 kadının vahşice öldürülmesiyle ilgili davada, 5 Kasım 2003 tarihinde suçunu kabul etti. Halen Washington Eyalet Hapishanesi'nde şartlı tahliye seçeneği olmaksızın müebbet hapis cezasını çekiyor. Seattle'da görülen davalarda, kurbanların yakınları Ridgway'e hakaret eder, onun işkence çekerek ölmesini, cehenneme gitmesini diler. Bu sözlerden hiç etkilenmez Ridgway, soğukkanlılığını korur. Ancak kurbanlardan, 16 yaşında öldürülen Linda Jane Rule'un babası Robert Rule, “Seni affediyorum” dediğinde katilin duvarları paramparça olur ve ağlamaya başlar.

Yüzündeki Sır'da, saflık derecesinde iyi olan Nelly, etrafında ona ihanet eden herkesten Robert Rule gibi intikam alıyor. Başta kocası Johnny olmak üzere, savaştan sonra farklı bir yüzle karşılarına çıktığı komşularını, ‘can-ciğer' arkadaşlarını, dostlarını hiç unutamayacakları bir şekilde affediyor.

Filmin orijinal adındaki Phoenix metaforu, Nelly'ye olduğu gibi, o yıllarda küllerinden doğmaya çalışan Almanya'ya da uygun. Christian Petzold, buruk bir aşk öyküsü anlatırken, savaş sonrası Almanya'nın tekinsiz ortamını, ihanetleri, pişmanlığı, affetmenin zorluğunu, mazlumların ikilemini başarılı bir şekilde veriyor. Dönem işi olması sebebiyle kapalı mekanların fazlaca tercih edildiği yapımın eski ‘stüdyo filmleri' havası ve tiyatro dokusu ayrı bir lezzet katıyor. Kazanan takımı bozmayan teknik direktörler gibi Christian Petzold da Barbara'daki senarist ve başrol oyuncularını değiştirmiyor. Yönetmenin gedikli oyuncusu Nina Hoss ve Ronald Zehrfeld, bu filmde de iyi bir ikili olmuş. Çekimler tamamlandıktan sonra hayatını kaybeden Harun Farocki ise bazen durağanlaşsa da etkileyici bir senaryoya imza atıyor.

Türkiyeli sinemasever için her dönem ayrı bir yüzleşme. İçinden geçmekte olduğumuz ‘paralel süreç'in sonunda da bizi çetin bir yüzleşme bekliyor. Yakın bir zamanda hepimiz Nelly'nin yaşadığı affetme, unutma(ma) ikilemini yaşayacağız muhtemelen. Yüzündeki Sır'ı izlemek bu yolda atılmış önemli bir ‘hazırlık' adımı olabilir.

Caz sıcağına ‘Kuzey Işıkları'

$
0
0

22. İstanbul Caz Festivali'nde bu akşam, reggae müziğin en önemli bas ve davul ikilisi Sly & Robbie ile Norveçli usta caz trompetçisi Nils Petter Molvaær'ı bir araya getiren Kuzey Işıkları konseri var.

Saat 19.00'da Uniq Açık Hava Sahnesi'nde gerçekleşecek konser sadece bu yaza özel tasarlandı. Grammy ödüllü Sly & Robbie, Grace Jones'tan Mick Jagger'e birçok uluslararası sanatçı ile çalışmaları ve yer aldıkları her projeye kendi groove anlayışlarını katmalarıyla tanınıyor. 2012'de Jamaican Legends ile festivalin konuğu olan ikili, groovy dub müzikleriyle dinleyicinin karşısına çıkmıştı. Norveç'in elektro caz alanındaki en önemli isimlerinden Nils Petter Molvær'le birlikte sahnede olacak ekibe, gitarda Norveç caz sahnesinin aktif isimlerinden Eivind Aarset eşlik edecek. Konserin biletleri www.biletix.com'da

Harper Lee'nin yeni romanından ilk bölüm yayımlandı

$
0
0

Bülbülü Öldürmek romanının ünlü yazarı Harper Lee'nin yeni romanının ilk bölümü dün yayımlandı. Lee'nin 55 yıl aradan sonra yazdığı ikinci romanı Go Set A Watchman (Git Bir Nöbetçi Ayarla) pazartesi günü kitapçılarda olacak.

Dün The Guardian ve Wall Street Journal gazeteleri Harper Lee hayranlarına bir sürpriz yaparak Go Set A Watchman'ın ilk bölümünü yayımladı. Hatta söz konusu bölümü internet üzerinden ünlü oyuncu Reese Whitterspoon'un sesinden dinlemek de mümkün. Tek romanı Bülbülü Öldürmek (1960) ile çağdaş Amerikan edebiyatının ustaları arasında kabul edilen Harper Lee'nin yeni romanı ilk kitabın devamı niteliğinde. Yıllardır yayımlanması beklenen kitabı heyecanla bekleyen edebiyat çevreleri, kitabın çıkmasından dört gün önce bir bölümü okuma şansına kavuştu. 2015'in yayıncılık olayı olarak nitelenen Go Set A Watchman, ön siparişlerde rekor sayıda talep almıştı.

Usta ressamlar Artinternational'da

$
0
0

Bu yıl üçüncüsü 4-6 Eylül 2015 tarihlerinde Haliç Kongre Merkezi'nde gerçekleşecek uluslararası sanat fuarı Artinternational, modern ve çağdaş sanatın ünlü isimlerini İstanbul'da buluşturacak.

İngiltere'nin en köklü galerilerinden Andipa standında Banksy'den David Hockney'e, Andy Warhol'dan şu anda Pera Müzesi'ndeki sergisiyle de ilgi gören Grayson Perry'ye, Joan Miro'ya pek çok eser üç günlük bu kısa fuarda olacak. Fabien Mérelle (Edouard Malingue Gallery), fuara üç yıldır katılan Tony Cragg (Galleri Andersson/Sandström) ve güncel sanatın en kışkırtıcı sanatçılarından biri olarak tanınan Jan Fabre'nin (Mario Mauroner Contemporary Art) eserleri de fuar kapsamında görülebilecek. Artinternational'ın en çok ilgi gören bölümlerinden, kongre merkezinin terasındaki açık hava heykel galerisi “By The Waterside”ın da sanatçıları belli oldu. Filibeli galeri Sariev Contemporary'den Rada Boukova ve Stefan Nikolaev, Barcelona'dan Galeria Carles Taché Projects'ten Javier Pérez, Aspan Gallery'den Yerbossyn Meldibekov, Dirimart'tan Ichwan Noor ve Chen Wenling, Pi Artworks'ten Paul Schwer ve Galeri Zilberman'dan Guido Casaretto ile Walid Siti ziyaretçileri karşılayacak. Fuarı geçen yıl 20 bin kişinin ziyaret etmiş, 26.500 Euro'luk satış yapılmıştı.

Andy Warhol

Myths: The Star, II.258, 1981

Screenprint on Lenox Museum Board, edition 136/200, Signed and numbered on verso, 96.5 x 96.5 cm (38 x 38 in.)


Banksy

Custardized Oil #3, 2006

Digital print on canvas and oil paint, edition of 3, signed, 70x60 cm

Courtesy of Andipa Gallery


Joan Miró

“Quatre colors aparien el món… ”, 1975

Etching, aquatint, 90x63,5 cm.

Courtesy of Galeria Joan Gaspar


Stefan Nikolaev

I Hate America and America Hates Me, 2013

Bronze, black patina, aluminium pedestal, 92cm x 59 cm x 60cm

Courtesy of Sariev Contemporary


100 yıl önceki kutsal topraklar

$
0
0

Yüz yıl öncesinden siyah beyaz fotoğraflarından biri. Ebu Kubeys dağı tepesinden Harem-i Şerif'i ve Kâbe-i Muazzama'ya yukarıdan bir bakış.

Kâbe'nin etrafının büyük betonlarla çevrilmediği, mütevazılığın ve sadeliğin yaşandığı günlerden geriye kalan bir kare. İslamiyet'in en mukaddes şehirleri Mekke ve Medine'nin bu fotoğraflar ve daha fazlası dün Taksim Metrosu Sanat Galerisi'nde açılan “Harameyn-Osmanlı Döneminde Mekke ve Medine” başlıklı sergide yer alıyor. İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) fotoğraf koleksiyonundan seçilerek oluşturulan sergideki kareler, Sultan İkinci Abdülhamid dönemine ait ve vaktiyle Yıldız Sarayı'nda mevcut olan tarihi albümlerdeki fotoğraflardan ve ayrıca Medine Valisi ve müdafii Fahreddin Paşa'nın koleksiyonundan seçilmiş.

Fotoğraflar dikkatle incelendiğinde Mekke ve Medine'deki altyapı ve inşaat faaliyetleri, tarihî; mekânların onarımı ve korunması, hac ve kamu hizmetleri gibi bilgilere okunabiliyor. 98 adet siyah beyaz fotoğrafın yer aldığı sergide ayrıca, Sultan II. Abdülhamid tarafından 1900-1908 yıllarında Şam ile Medine arasında inşa ettirilen Hicaz Demiryolu ve Sürre alayları fotoğrafları da bulunuyor. IRCICA ve İBB Kültür AŞ işbirliği ile hazırlanan sergi 10 Ağustos'ta sona erecek.

Para ödülünü yazarla çevirmen paylaşacak

$
0
0

İki yılda bir verilen saygın edebiyat ödülü Uluslararası Man Booker, yeni bir sürece giriyor. Man Booker, salı günü Britanya'da 1990'dan bu yana verilen Independent Yabancı Roman Ödülü ile işbirliğine girdiğini duyurdu.

Bu birlikteliğin ardından, 50 bin sterlin olan ödül, yazar ve çevirmeni arasında paylaştırılacak. Daha önce sadece kitabın yazarına giden bu para ödülünden artık çevirmen de pay alacak. Çevirmenlerin, saygın edebiyat ödüllerinde onurlandırılması anlamına gelen bu girişim, edebiyat ödüllerinin seçim sürecinde de önemli bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Çeviri edebiyatın daha da önem kazanacağına dikkat çeken bu ödülle birlikte, ülkelerin çeviriye olan yatırımını artırması bekleniyor. Bunun yanı sıra, yazarların ve yayınevlerinin gözünde, usta çevirmenlerin daha da kıymetleneceğini söylemek zor değil.

Uluslararası Man Booker Ödülü, 37.500, Independent Foreign Fiction Prize ise 10 bin sterlin para ödülü içeriyordu. Çeviri edebiyatın önemine dikkat çekmek için birleşen bu iki ödül, özellikle çevirmenler cephesinde büyük bir onur olarak karşılandı. Ödül İngilizce ve Britanya'da yayımlanan çeviri kitapları kapsayacak. Independent Yabancı Roman Ödülü'nü kazananlar arasında Orhan Pamuk, Milan Kundera ve WG Sebald gibi isimler bulunuyor. Macar yazar Laszlo Krasznahorkai, Uluslararası Man Booker Ödülü'nün; Alman yazar Jenny Erpenbeck ise Independent Yabancı Roman Ödülü'nün bu yılki kazananlarıydı. Ödül için ilk elemeler Mart 2016'da 12 kitap arasından gerçekleştirilecek. Roman ve öykü kitaplarının değerlendirmeye alınacağı ödülün kısa listesine giren yazar ve çevirmenine biner sterlin para ödülü verilecek. Her yıl, İngilizce yazılan kitaplara verilen Man Booker ödülü ise devam edecek.

Sinemanın ‘Şerif'i veda etti

$
0
0

Nasıl yaşanırsa yaşansın, her hayat ölüm ile eşitlenir. Fakat bazı ölümler, geride kalanlara bir devrin kapandığını haber verir.

Ömer Şerif'in ölüm haberi, her şeyden önce böylesi bir irkilme sebebi. Evet, bir devir kapandı. Kralların, darbelerin, devrimlerin olduğu kadar şatafatın, yoksulluğun ve Nil'in coğrafyasında bir ‘yıldızın' ölümünün hatırlattıkları, birkaç tarihi olaydan çok daha fazlasıdır. Her yaştan sinema izleyicisinin Arabistanlı Lawrence ve Dr. Jivago filmleriyle tanıdığı Mısırlı oyuncu Ömer Şerif, dün hayatını kaybetti. 83 yaşındaki oyuncu, Kahire'de, kalp krizi nedeniyle kaldırıldığı bir hastanede hayatını kaybetti.

EKSİLEREK YALNIZLAŞAN BİR ÖMÜR

Ömer Şerif, eksilerek yalnızlaşan bir hayat yaşadı. Kayıpların adamıydı. Her kaybettiğinde biraz daha eksildi. 1994'te Paris'te bir otelde kalp krizi geçirirken yardım için arayabileceği kimse yoktu. Kereste tüccarı Lübnanlı bir babanın oğlu olarak, Michel Chalhoub adıyla İskendireye'de doğdu Şerif. Krallık dönemini, kanlı darbeleri, devrimleri, isyanları gördü. Ümmü Gülsüm ile birlikte Mısır'ın dünyada bilinen iki büyük sanatçısından biriydi. Zirvede olduğu 60'larda Avrupa'nın lüks otellerinde kalır, magazin dünyasının gündeminden düşmezdi. Hızlı bir gece hayatı vardı. Avrupa sineması ve Hollywood'dan birçok ünlü kadınla kısa süreli birlikteliği oldu. Bu yönüyle “Doğu'nun ‘Tony Curtis'i” denilebilir onun için.

Sonra bir kadın girdi hayatına Ömer Şerif'in: Faten Hamama. Meslektaşıydı, fırtınalı bir aşkları oldu; 12 yıl sonra ayrıldılar. Ayrılıklarının 8. yılında da boşandılar. Hamama'dan sonra bir daha evlenmedi Şerif. Müslüman olması da Faten ile evlenebilmek içindi. Kabul ettiği tek çocuğu Tarık El-Şerif'in annesiydi. Onunla ayrıldıktan sonra bile hayatında bir tek Faten'i sevdiğini söylemekten hiç çekinmedi. Kaderin, belki de aşkın bir cilvesi. Sevdiği kadın geçen ay vefat etmişti; Faten Hamama'dan 23 gün sonra bir kalp krizi sonucu o da gitti.

BİR ANNE MİRASI: KUMAR

Müslüman olsa da Ömer Şerif, kumar tutkusuyla nam salmıştı. Özellikle gençliğinde briçte kendine has taktikleri olan, bu konuda yazılar kaleme almış, kumar âleminde çok iyi bilinen biriydi. Annesinden yadigardı kumar tutkusu. Annesi Claire, Kral Faruk ile aynı masada kumar oynayacak kadar ünlüydü. Sadece milyon dolarlar değil, kariyerini de kumarda kaybetti Ömer Şerif. 1978'de şöyle diyecekti: “Ellerimde bir deste kağıt olmadan yaşayabileceğimi sanmıyorum.” 70'lerden itibaren sert bir düşüş yaşadı, iflasın eşiğine geldi. Yaklaşık 10 yıl öncesine kadar bu zaafları devam etti. 2006'da o âlemden ‘emekliliğini' ilan etti: “Artık tamamen bıraktım. İşim dışında hiçbir tutkunun esiri olmamaya karar verdim. Pek çok tutkum vardı; briç, atlar, kumar... Artık ailemle birlikte farklı bir hayat yaşamak istiyorum, çünkü onlara yeterince zaman ayıramadım.”

1954'te, hayatının kadınıyla tanışacağı The Blazing Sun filmi, kariyerinin ilk büyük adımıydı. Sahne adı Ömer Şerif'i de bu filmden sonra aldı. 1962'de Arabistanlı Lawrence filmindeki Şerif Ali rolüyle dünyada tanındı. Bu film, sadece Mısır'da değil, Ortadoğu'da da tartışmaların odağında yer aldı. Devrim yıllarında umutsuz bir aşkın peşinden koşan Dr. Jivago rolü ise kariyerinin zirvesiydi. Bir Oscar adaylığı, iki Altın Küre ödülü aldı.

MÜBAREK'E DE MURSİ'YE DE KARŞIYDI

Altı dil (İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Arapça ve Yunanca) bilen bir oyuncu olarak bulunduğu coğrafyadaki meslektaşlarından avantajlıydı, ancak çalkantılı hayatı kariyerini erken bitirdi. 2011'de Mısır halkı Tahrir Meydanı'na döküldüğünde sâbık lider Hüsnü Mübarek'e karşı halkın yanında olmuştu: “Kendini çok iyi yöneten, hükümetten çok daha iyi yöneten halkın yanındayım. Cumhurbaşkanının istifa etmesi gerektiğini düşünüyorum. 30 yıldır cumhurbaşkanı, yeter!” Buna rağmen, Müslüman Kardeşler'i istemediğini de net bir şekilde ifade etmişti: “Yüzde 20'lik nüfusa sahip olmaları beni korkutuyor. Yasaklılardı, sokağa çıkmaya başladılar.”

Bir müze, bir bölgeyi nasıl değiştirir?

$
0
0

İstanbul Modern ve Pera Müzesi'nden sonra Bayburt'taki Baksı Müzesi de 10. yılını bir dizi etkinlikle kutluyor.

Avrupa Parlamenterler Meclisi tarafından verilen “Avrupa Konseyi 2014 Yılın Müzesi Ödülü”nün sahibi Baksı Müzesi, 23-26 Temmuz'da “Uluslararası Müzecilik Workshop”ına ev sahipliği yapacak. The International Council of Museum (ICOM) işbirliğiyle gerçekleştirilecek programda dünyaca ünlü 22 müzenin temsilcileri, “Baksı'da Kalkınmanın İtici Gücü Olarak Bölgesel Müzeler”i konuşacak. Etkinlikler kapsamında ayrıca Marcus Graf küratörlüğünde “On” isimli bir serginin yanı sıra Özlem Yalım'ın koordinatörlüğünde Türkiye'den tasarımcıların tasarımlarıyla desteledikleri “Tılsım” başlıklı küçük bir obje sergisi de açılacak. (www.baksi.org) KÜLTÜR-SANAT

Bu film, Türkiye'ye vefa borcum

$
0
0

Doğu Türkistanlı yönetmen Abdurrrahman Uygur Öztürk, ilk uzun metraj filmi Beyaz Balina'nın çekimlerini geçtiğimiz günlerde tamamladı. Öztürk'ün Doğu Türkistan'da yaşanan bir olaydan esinlenerek kaleme aldığı filmde iki çocuğun arasındaki dostluk ele alınıyor. Filmin Şile'deki son çekimlerine katıldık ve genç yönetmenle konuştuk...

Doğu Türkistanlı yönetmen Abdurrrahman Uygur Öztürk, ilk uzun metraj filmi Beyaz Balina'nın çekimlerini geçtiğimiz günlerde tamamladı. Öztürk'ün Doğu Türkistan'da yaşanan bir olaydan esinlenerek kaleme aldığı filmde iki çocuğun arasındaki dostluk ele alınıyor. Filmin Şile'deki son çekimlerine katıldık ve genç yönetmenle konuştuk...

2006 yılından bu yana ülkesine girmesi yasak olan yönetmen, 2010'da Türkiye'den resmi vatandaşlık hakkı kazanır. Uygur Türkleri'nin yaşadığı baskılara karşı uluslararası organizasyonlarda yer alır. Türkiye'ye geldikten sonra Türk tarihi ve Uygurlar hakkında belgeseller çeken yönetmen bir buçuk yıldır Beyaz Balina'nın yapımıyla uğraşıyor.

ÇALINTI İDDİALARI DOĞRU DEĞİL

Çekimleri Çankırı Ilgaz'a bağlı bir köyde gerçekleştirilen film, 80'li yıllarda annesi ve babasını kaybettikten sonra büyük şehirden dedesinin köyüne gelen Ali ile köyün yaramaz çocuğu Vahap'ın, Herman Melville'in ‘Moby Dick' romanı etrafında kurdukları dostluğu anlatıyor. Başrolü iki çocuk oyuncu, Efe Karaman ve Kaan Ürkmez'in paylaştığı yapımın oyuncu kadrosunda ayrıca Erden Alkan, Umut Karadağ, Güneş Sayın, Burak Çimen ve İbrahim Öner yer alıyor. Öncelikli amacının gişe olmadığını söyleyen Öztürk, “Benim bu filme başlarken iki amacım vardı: Güzel bir filmle Türkiye'deki sinema sektörüne girmek ve yaptığım işin bir şekilde izleyiciye hizmet etmesi. İsteğim, ‘Beyaz Balina' festivallerde ses getirsin. Türkiye yapımı olarak uluslararası festivallerde ismi duyulsun ve ödüller kazansın. Ben kendi ülkemdeki baskılardan dolayı buraya geldim ve bu ülke bana sahip çıktı. Bu film, benim Türkiye'ye vefa borcum.' diyor.

Beyaz Balina'nın senaristlerinden Sühan Bozdağ, geçtiğimiz günlerde Ozan Akıncı ve A. Uygur Öztürk hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. Bozdağ'a göre, Ozan Akıncı'nın senaryo ile hiç bir ilgisi yok. Öztürk'ün, Bozdağ'ın suçlamalarına yönelik savunması şöyle: “Ozan Akıncı ile birlikte senaryolaştırdık. Sonrasında Sühan Bozdağ'dan revize için yardım istedik. Bir sözleşme yaptık ve senaryo revize edildi. Ancak biz, üzerinde daha sonra birkaç oynama yaptık. Sonra bana bir ihtarname geldi. Bozdağ ile yaptığımız sözleşmeye göre filmin çekimine bir yıl içinde başlanmazsa tek taraflı fes oluyormuş. Biz de yeniden sözleşme yaptık.”

Filmin şu an senaristi olarak Ozan Akıncı ve Sühan Bozdağ isminin birlikte geçtiğini belirten Öztürk, “Bozdağ senarist olarak sadece kendi ismi yer alsın istiyor. Ama buna hakkı olduğunu düşünmüyorum. Tabii ki katkıları var ama senaryo yalnız ona ait değil. Ozan Akıncı'nın emeği yok sayılamaz. Sühan Bozdağ bu iddialarına devam ederse bu film için uğraştığım kadar onunla da uğraşır, sonuna kadar mücadelemi veririm.” dedi.

Oscar'lı filmler ENKA Açıkhava'da

$
0
0

ENKA Kültür Sanat Açıkhava Buluşmaları'na bu hafta Çıplak Ayaklar Kumpanyası'nın “Kız Doğdu ve Tüh gösterileriyle birlikte Oscar ödüllü “The Imagination Game” ve “Birdman” filmleri konuk oluyor.

Bu akşam Eşref Denizhan Açıkhava Sahnesi'nde sahnelenecek Kız Doğdu, “Bir ortamda sessizlik olduğunda kız doğdu denir bazen...'' inanışını yorumlayan 30 dakikalık bir performans. Çıplak Ayaklar Kumpanyası'nın bir diğer performansı ise insanın olan bitenlere dair yaşadığı anlık pişmanlıklara, hayatta her şey yolunda giderken söylenen ‘tüh'lere göndermeler yapan “Tüh!” olacak. Aynı sahnede 14 Temmuz'da ‘en iyi uyarlama senaryo' dalında Oscar kazanan The Imagination Game (Yapay Oyun), 15 Temmuz'da ise 87. Oscar Ödülleri'nde ‘en iyi film' ve ‘en iyi yönetmen' ödüllerini kazanan “Birdman veya Cahilliğin Umulmayan Erdemi” filmi izlenebilecek. (www.enkasanat.org)

Ünlü Rus baletin Türkiye tutkusu

$
0
0

Dünyanın en ünlü baletlerinden biri olan Rus asıllı Rudolf Nureyev'in hiç bilinmeyen Türkiye'deki hayatı ilk kez bir belgeselle gün ışığına çıkartılıyor.

Yapımcılığını Moskova Film Festivali Program Koordinatörü ve Kinoglaz yapım şirketinin sahibi Evgenia Tirdatova ile Türk ortağı Medyaton-Nurdan Tümbek Tekeoğlu'nun üstlendiği belgeselin yönetmenliğini Evgenia Tirdatova ve Orhan Tekeoğlu yapıyor. Nureyev, Tatar kökenli ve Müslüman bir balet. 1961 yılında Sovyetler Birliği'nden ayrılarak Fransa'ya Paris'e sığınmış. Ülkesine giremediği için 1982-1990 yılları arasında Türk ve dünya basınını atlatarak senede 4 kez Türkiye'ye gelmiş. Belgeselde, 10 yıl boyunca gizlice Türkiye'ye gelen, ülkesine, doğduğu yer olan Ufa'ya ve ailesine olan özlemini bu şekilde dindirmeye çalışan Nuruyev'in o günleri anlatılıyor.

Çekimleri önceki gün sona eren belgesel, Nureyev'in Türkiye'deki en yakın dostu, sırdaşı VIP Turizm Yönetim Kurulu Başkanı Yasemin Pirinççioğlu'nun anılarından yola çıkılarak hazırlandı. Kapalı Çarşı, Topkapı Sarayı, Fatih, Çemberlitaş Hamamı, Rüstem Paşa Camii, Fethiye, Gemiler Adası, İzmir Dikili gibi mekanlarda çekilen belgeselde Nuruyev'in Türkiye'deki dostları Yasemin Pirinçcioğlu, mimar Zeynep-Metin Fadıllıoğlu, Asaf Güneri, Hülya Aksular, Nilay Yeşiltepe, Ezio Frigerio (ünlü tanınmış sahne dekoratörü), Franka Frigerio (1991'de kostüm Oscar'ı almıştı) ile röportajlar yapıldı. Yasemin Pirinççioğlu'nun anlatıcı rolünü üstlendiği belgesel 2016'da yurt içi ve yurt dışı festivallerde gösterilecek.


Görsel alanda servet adaletsizliği

$
0
0

Türkiye, servet adaletsizliğinde Rusya'dan sonra ikinci en kötü ülke. İsviçre bankası Credit Suisse'nin 2014 sonunda yayınladığı bu veriyi, GIF sanatçısı olarak dünya medyasında adından söz ettiren Erdal İnci, geçen hafta açılan video sergisindeki ‘99 Percent' işiyle görselleştiriyor.

İsviçre bankası Credit Suisse'in, 2014'ün sonunda yayınladığı rapora göre, Türkiye, servet adaletsizliğinde Rusya'dan sonra ikinci ülke. Dünya genelindeki ekonomik veriler derlenerek hazırlanan raporun anlamı şu: Türkiye'nin yüzde birlik en zengin kesimi gelir dağılımının yüzde 56'sına sahipken, yüzde 99'luk kesim geri kalanı paylaşıyor. Oldukça sarsıcı ve dramatik bu veriyi, GIF sanatçısı olarak dünya medyasında adından söz ettirmeye başlayan Erdal İnci, 7 Temmuz'da Zorlu Center PSM'nin sanat galerisinde açılan ‘Clones Project' sergisindeki 99 Percent (Yüzde 99) adlı video işinde görselleştiriyor. İnci, çalışmasında yere bir çember çiziyor ve onu ikiye ayırıyor. Yüzde 54'lük dilime 1 kişiyi, 46'ya da sıkışık düzende yürümeye çalışan 99 kişi yerleştiriyor. Klonlanan figürlerden oluşan ve üç saniyede bir tekrar eden bu video, yıllardır değişmeyen servet adaletsizliğine (gelir dağılımı değil) dair döngüyü ortaya koyuyor.

GIF yani Grafic Interchange Format, çok kısa animasyonları internete koymak için 25 sene önce keşfedildi. Fakat günümüzde sosyal medya sayesinde popülerleşti. İnsanlar akşam yemeğinde çektikleri 5-10 dakikalık videolarını ya da kısa filmlerini birkaç saniyeye sığdıran GIF formatına dönüştürmeye başladı. GIF'in özelliği sürekli kendini tekrar etmesi. YouTube ya da başka bir video oynatıcı gibi play'e basmanıza gerek yok. Fotoğraf gibi web sayfasına yapıştırıyorsunuz, o kendini yineliyor. Sergideki 9 video GIF formuna uygun. Altı yıldır bu videoları çeken, üç yıldır GIF'le ilgilenen İnci, hazırladığı videoları kısa bir süre önce www.erdalinci.com'da yayınlayınca CNN, Die Zeit, Huffington Post, Canal+, ABC News, The Creators Project, New Yorker, Gizmodo gibi online ve matbu yayınların dikkatini çekmiş.

Kamusal alana dijital heykel

Beş yıldır İstanbul ile Berlin arasında yaşayan Erdal İnci, Hacettepe Üniversitesi Resim Bölümü'nden mezun. Kendisi aslında ressam, videoları da resim gibi. 99 Percent'da olduğu gibi bir figüratif işleri var, bir de mimariyle ilişki kurduğu ışıklı, soyut geometrik tarzda videoları. Tüm videolarını gerçek mekânlarda çekiyor; Taksim Meydanı, Tophane, Galata Kurdela Sokak, Cihangir Roma Parkı ya da Almanya'da Türklerin yoğun yaşadığı Kruzberg gibi. Ve genellikle figür olarak kendini kullanıyor.

Kılıç Ali Paşa Camii ve I. Mahmut Çeşmesi önünde çekilen ‘Light Dome', soyut geometrik videoları arasında en dikkat çekeni. Bu kez figürün çoğaltılması değil, sanatçının kullandığı objenin, elindeki ışın kılıcının klonlanması söz konusu. İnci videoda, I. Mahmut Çeşmesi'nin önünde durarak ve elindeki ışın kılıcını hareket ettirerek kamusal alana üçüncü bir heykel (bugünün kubbesini) inşa ediyor ama dijital olarak. Sanatçı mimariye vurgu yaptığı için üç farklı dönemi yansıttığı için Tophane'yi seçmiş: “Kılıçali Paşa Camii, Mimar Sinan dönemi, yani klasik dönem, 1550'ler, I. Mahmut Çeşmesi Barok dönem, 1750'ler ve benim yaptığım dijital kubbe de yeni, günümüze ait.”

The Marmara'nın tepesinden çektiği ‘Centipedes' yani Kırkayak, bir sistem eleştiri olarak ‘Stumblers' yani tökezleme, Ayşe Erkmen'in Tünel'deki heykeli ile bütünleşen ‘Tunel Square', ‘Kurdela Street', Pixelization, Toroid sergide yer alan diğer videolar…

İnci, insanı zamandan soyutlayan çalışmaları için şöyle diyor: “Bir performansın hem başını, hem ortadaki evrelerini hem de sonunu bir veya iki saniyelik kısa bir süreye sıkıştırıyorum. Bu sayede videoyu başından sonuna kadar izlemek zorunda kalmıyorsunuz. Sonsuz döngüye giriyor. O yüzden bu videoların başı ve sonu yok (biri hariç). Daha uzunmuş veya daha kısaymış gibi gözüküyorlar, bu işte zamanı manipüle edebileceğimizi gösteriyor. Müzik de insanı zamandan soyutlayan bir şeydir. Veya tekrarların, ritüellerin, hipnotik bir tarafı vardır ve insanı zamandan soyutlar. Ben de bunu görüntüyle yapmaya çalışıyorum.”

‘Light Dome'

Stumblers (Tökezleme)

Tunel Square

Edinburgh tiyatro festivalinde Türkçe oyun

$
0
0

Geçtiğimiz sezonun beğenilen oyunlarından Hayal Perdesi'nin ilk oyunu “İmparatorluk Kuranlar Yahut Şümürz”, 5-18 Ağustos tarihleri arasında Edinburgh Fringe Festivali'nde sahnelenecek.

2015 Afife Tiyatro Ödülleri'nde Aleksander Popovski'ye en iyi yönetmen, Selin İşcan'a ise kadın oyuncu dalında pek çok ödül kazandıran oyun, ‘Bizi rahatsız eden nedir? Hayatınızda neyi kabul ya da inkâr ederiz; ihtiraslarımız bizi nereye götürür, ne ararız?' sorularına cevap arıyor. “İmparatorluk Kuranlar Yahut Şümürz”, 68 yıldır dünyanın her yerinden çağdaş gösteri sanatlarına yer açan Edinburgh Fringe Festivali'nde sahnelenen ilk Türkçe oyun özelliği taşıyor.

55 yıllık suskunluk bitti

$
0
0

Bir modern klasik olan Bülbülü Öldürmek romanının yazarı Harper Lee'nin 55 yıllık suskunluğunun ardından yayımlanan ikinci kitabı “Go Set A Watchman” dün ABD'de okurla buluştu. Meraklısı için romanın ilk bölümü The Guardian ve Wall Street Journal tarafından yayımlandı bile. Kitapla ilgili tanıtım ve eleştiri yazıları da gazetelerde yer almaya başladı. “Go Set A Watchman”, Türkçe'de kasım ayında Sel Yayınları tarafından okura sunulacak.

Go Set A Watchman (Git Bir Bekçi Dik) ABD'de okura ulaştı ama uzun süredir ön sipariş alıyordu. Haftalar öncesinden çoksatanlar listelerinin zirvesine yerleşmişti. Kitap geçtiğimiz hafta dağıtım merkezlerine ulaştı ve yazarı Harper Lee de basına dağıtılan fotoğrafta da görüldüğü gibi kitabının kopyasını eline alırken mutluydu. Amazon.com romanın Harry Potter'dan sonra en fazla ön sipariş alan kitap olduğunu açıkladı. Kitabın yayıncısı Harper Collins ilk baskının 2 milyon olduğu bilgisini paylaştı. Lee'ye Pulitzer Ödülü'nü kazandıran Bülbülü Öldürmek de dolaşımdaki kırk milyon baskısıyla rekor kırmıştı.

Go Set A Watchman, kahramanı Jean Louise Finch'in New York'tan Alabama'ya tren yolculuğuyla açılıyor (Harper Lee'nin de bu yolculuğu sıkça yaptığını biliyoruz). İlk romanın adalet savunucusu avukatı Atticus artık 72 yaşındadır. Bülbülü Öldürmek'te ideal bir baba olarak resmedilen Atticus'un bu kez “karanlık” yanıyla karşılaşıyoruz.

‘BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK'İ BİR EDİTÖRE BORÇLUYUZ

Harper Lee aslında Go Set A Watchman'i Bülbülü Öldürmek'ten önce kaleme almıştı. Genç yaşta yazdığı Watchman'i 1958'de yayıncısına sundu. Romanı okuyan editörü Lee'ye, 20'li yaşlardaki kahramanı Finch'in çocukluğunu yazmasını önerdi ve kurmacanın yapısına dair bazı tavsiyelerde bulundu. Bunun üzerine kitabı baştan yazmaya karar veren Harper Lee iki yıl sonra bu kez Bülbülü Öldürmek dosyasıyla yayınevinin kapısını çaldı. Bu kez yayıncıdan kabul gören roman, yayımlanmasının ardından şaşırtıcı bir ilgiyle karşılandı. 1962 tarihli sinema uyarlaması da romanın şöhretine şöhret kattı. Modern Amerikan edebiyatının klasiği aslında bir editörün müdahalesi sayesinde doğmuştu.

Go Set A Watchman'in yayımlanacağı haberlerinin ardından Kitap Zamanı, (www. kitapzamani.zaman.com.tr) konuyla ilgili tartışmalara geniş yer vermiş ve Lee'nin yarım asırlık suskunluğunu kapağına taşımıştı.

‘Yeni ufuklar'dan yeni hikâyelere...

$
0
0

NASA'nın projesi “New Horizons” (Yeni Ufuklar) isimli insansız uzay aracı, bugün Plüton'a en yakın noktaya ulaşmış olacak. 2006'da dünyadan ayrılan araç, Plüton'la ilgili bilgiler toplayıp bize gönderecek ve güneş sisteminin en uzağındaki bu ‘cüce' gezegenle ilgili yeni şeyler öğreneceğiz. Peki, bu keşif edebiyat ve sinema yoluyla anlatılan hikâyeleri nasıl etkileyecek?

NASA'nın projesi “New Horizons” (Yeni Ufuklar) isimli insansız uzay aracı, bugün Plüton'a en yakın noktaya ulaşmış olacak. 2006'da dünyamızdan ayrılan araç, Plüton'la ilgili bilgiler toplayıp bize gönderecek ve güneş sistemimizin en uzağındaki bu “cüce” gezegenle ilgili yeni şeyler öğreneceğiz. Peki, hiç düşündünüz mü, bu keşif edebiyat ve sinema yoluyla anlattığımız hikâyeleri nasıl etkileyecek? Ya da soruyu şöyle sorayım: Juliet, kendisini sadece kısa süreliğine ölü gibi gösterecek o iksiri içtiğini, Romeo'ya WhatsApp'tan haber verebilseydi, Shakespeare'in edebiyatında neler değişirdi?

İki yıl önce gösterime giren Gravity isimli film, teknolojinin bizi hangi hikâyelere hazırladığına dair önemli bir zihin jimnastiği imkânı sunmuştu. Gravity, bilimkurgu sınıfına girmeyen bir uzay filmi olarak tasarlanmıştı ve iki astronot arasında geçen konuşmalara dayalıydı. Bir uyduyu tamir etmek üzere orada bulunuyorlardı ve pekâlâ yüksekçe bir iskelede çalışan iki inşaat işçisi de olabilirlerdi. Filmde, fütüristik göndermeler yahut bilimkurgu ögeleri yoktu. Kabaca, insanlığın en eski meselesi olan varolma ve hayatta kalma meselesini ele alıyordu. Amerikalı yazar Walter Kirn'ün aynı isimli romanından uyarlanan Up in the Air (Aklı Havada, 2009) isimli film de yine “teknoloji” ile mümkün olabilen bir hayatın sırlarına nüfuz edebilmeyi denemişti. Kahraman, işi gereği sürekli Amerika'da eyaletler arası uçuş yapan ve bu “yalnızlığın” tadını çıkardığını düşünen birisidir. Ta ki, kendince kurduğu bu “kusursuz hayat” çatırdamaya başlayana kadar. Uçaklar, havaalanları, mil kartları, oteller… Ve bütün bunların insan hayatına etkileri… Tıpkı Elif Şafak'ın Araf (2004) romanında bir CD çaların karaktere dair çok fazla şey anlatması gibi.

Teknoloji ve bilimsel keşifler, sadece hayatlarımızı değiştirmiyor, anlattığımız hikâyelerdeki yapıyı da kırıp geçebiliyor. Odysseus'un yolculuğu ile bilimkurgu filmlerindeki uzaylıların galaksiler arası yolculuğunu benzetmek işin sadece bir yönü. Dahası, yeni bir icat, yeni bir keşif, hikâyede pasif bir alegorik malzeme olmaktan çıkıp kendince başlı başına bir yer edinebiliyor. Sözgelimi Tolstoy'un, kimilerine göre, başyapıtı Anna Karenina'yı (1873-1877) trenler olmadan düşünemeyiz. Ancak mesela Shakespeare'in trajedilerinde trenler olsa, hadiselerin bambaşka sonuçlanacağını da düşünebiliriz. Recaizade Mahmut Ekrem'in Araba Sevdası (1898) da, hakeza, arabanın sadece metafor olarak kullanımından öte, toplumdaki yapısal dönüşüme katkısını tartışıyor. Tanpınar'ın unutulmaz eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1961) de bu kâbilden değerlendirilmeyi gerektiriyor. Eşyalar da, teknoloji sayesinde, tıpkı insanlar ve toplumlar gibi değişip gelişiyor ve anlattığımız hikâyelerin yapısal çerçevesini dönüştürebiliyor.

Ancak kurgusal hikâyelerde teknolojiyi yakalamak her zaman mümkün değil. Belki sinema bu konuda daha avantajlı. Ancak çağımızın önemli yazarlarının önemli bir kısmı, kendi gençliklerini, yani teknolojik patlamanın henüz yaşanmadığı 1990'lar öncesini yazıyor. Sözgelimi Orhan Pamuk'un romanlarında cep telefonu görmek mümkün değil. Umberto Eco, nadiren de olsa günümüze yakın tarihlerde yaşanan hikâyeler anlatabiliyor (örneğin; Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi, 2004) ancak o da kendi geçmişinden, (bahsi geçen kitapta çizgi romanlardan ve çocuk kitaplarından) bahisler açıyor. Bunun anlaşılabilir sebepleri var elbette. Bir açıklama şöyle olabilir: Bu yazarların çoğu entelektüel birikimlerini teknoloji patlamasından önce yazılmış hikâyelerle doldurdular ve “şimdi”yi değil belki de o “tarih”i anlamaya çalışıyorlar. Eco'dan, Pamuk'tan ya da “klasikler” arasına girmiş herhangi bir yazardan Facebook evrenini, Twitter'daki sanal klanları anlatmasını beklemek belki bir yirmi sene daha imkânsız.

“Hikâye akışı için cep telefonundan daha kötü bir şey yoktur” diyor sözgelimi Amerikalı bir yazar, The New York Times'ın pazar ekinin bu konudaki soruşturmasında. Çünkü cep telefonu, bir karakterin kaybolma ya da zor durumda kalma ihtimalini düşürüyor. Aynı soruşturmada birkaç yazar daha bu konudan mustarip olduğunu belirtiyor. Bir başka yazar, 19. ve 20. yüzyıllarda insan hayatının bir “hikâye” ya da “anlatı” özelliği taşıdığını fakat internetle birlikte artık yedi milyar birimlik bir yığının içinde tek bir birim olduğunu anlatıyor. Bütün bunlar, karakter inşasında yaşanacak sıkıntılara birer işaret aslında. Elbette teknolojinin sadece araçları değiştireceğini ama anlatılan hikâyelerin benzer olduğunu söyleyenler de var.

Bilimkurgu romanın zirve eserlerinden Biz'in (1920) yazarı Yevgeni Zamyatin, “yaşayan bir edebiyatı” şuna benzetiyor: “O, seren direğine çıkmış bir gemici gibidir: Direğin tepesinden batan gemileri, buzdağlarını ve yaklaşan fırtınaları görür; güvertedekiler ise bunlardan habersizdir.” İnsansız bir aracın Plüton'a seyahatini organize edebildiğimiz bir dünyada yaşıyoruz, hikâyelerimiz neden “yeni ufuklar” bulmasın ki?

Miyazaki'den Japon Başbakanı'na eleştiri

$
0
0

Animenin ustası, Japon yönetmen Hayao Miyazaki, ülkesindeki militarizm karşıtı protestolara destek verdi. Japonya'da ‘Çin tehdidi'ne karşı askere geniş yetkiler veren güvenlik politikaları yoğun protestolara neden oldu.

Ülkede, ‘savaş karşıtı' gösterilere dönüşen protestoların odağında Başbakan Shinzo Abe var. Abe, yeni güvenlik politikası ile orduya geniş yetkiler vermeyi ve olası bir savaşta güçlü durumda olmayı savunuyor. Ruhların Kaçışı (2001) filmiyle Oscar ödülü de alan anime ustası Miyazaki de dün tartışmalara katılarak, protestocuları desteklediğini ve savaşa karşı olduğunu açıkladı. Bir önceki fimi Rüzgâr Yükseliyor gösterime girdiğinde Japon ordusu tarafından hain ilan edildiğini açıklayan Miyazaki, savaşın kimseye yarar getirmeyeceğini açıkladı. Başbakan Abe'yi sert bir şekilde eleştiren usta yönetmen, orduya geniş yetkiler vererek Çin'in gücünün durdurulamayacağını, savaşın körükleneceğini düşünüyor. Miyazaki, “Farklı bir yol bulmalıyız. Savaşlarda çok kötü tarihi tecrübeler yaşadık ve 3 milyon insan kaybettik. Yaşlı insanlar o dönemleri unutmadı. Bir ada devleti olarak barışı yaşatmak için çalışmalıyız.” dedi.

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live