Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

DiCaprio'dan çevre örgütlerine 15 milyon dolar bağış

$
0
0

Hollywood'un yıldız oyuncusu Leonardo DiCaprio, ‘dünyayı korumak' için 15 milyon dolar verdi. Ünlü oyuncunun adıyla kurulan DiCaprio Vakfı, küresel ısınmayı engellemek için faaliyet gösteren çeşitli dernek ve örgütlere bağış yaptı.

Amazon Watch, Save the Elephants, Tree People and the World Wildlife Fund derneklerinin de aralarında bulunduğu çevre organizasyonlarına bağış yapan DiCaprio, “Gezegenimiz hızla yıkıma doğru ilerliyor. Bunu durdurmak için daha fazla duyarsız kalamayız.” dedi. Yaşanabilir bir gezegen için çalışmanın, yaşanamaz bir dünya için çalışmaktan daha az maliyetli olduğunu söyleyen yıldız oyuncunun çevre duyarlılığı yeni bir şey değil. 40 yaşındaki oyuncu, dünyaca meşhur olduğu Titanic filminden elde ettiği gelirlerle 1998'de Leonardo DiCaprio Vakfı'nı kurdu. Vakıf, dünyanın 40 ülkesinde çevre ile ilgili çeşitli organizasyonlara destek sağlıyor.


Nâzım Hikmet Vakfı tahliye edildi

$
0
0

Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı'nın da içinde olduğu Beyoğlu, Sıraselviler Caddesi'ndeki Hrisovergi Apartmanı “Binanın depreme karşı riskli olduğu” gerekçesi ile polis ve zabıta eşliğinde tahliye edildi.

Vakfa ait eşyalar nakliye kamyonları ile yediemin deposuna götürüldü. Hrisovergi Apartmanı'nın mülk sahibi Balıklı Rum Hastanesi Vakfı avukatı Zuhal Akbel “Kiracıları binada yarattığı tahribat nedeniyle, bina riskli yapı haline gelmiş. 6306 sayılı yasa kapsamında işlem yapıldı. Şu an burada atılan, sürülen bir insan yok. Konuyla ilgili tüm yasal tebligat süreleri doldu. Yapılan işlem hukuka uygun.” dedi.

Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı Avukatı Gonca Küçükardalı da “1994 yılında beri biz bu binada kiracıyız. Balıklı Rum Hastanesi Vakfı, bizim kira sözleşmemiz devam ederken binayı üçüncü bir kişiye 49 yıllığına kiralamış. Bugünkü taşınma ile ilgili önceden haber verilmedi. Çünkü işlem, belediyenin zabıta vasıtası ile yapmış olduğu bir tahliyedir. Binayla ilgili koruma kurulunun yıkımla ilgili bir onayı yok. Riskli yapı olduğuna dair sadece belediyenin kendi nezdinde oluşturduğu ‘Riskli yapıdır' kararı ve raporu var. Onun nezdinde bu tahliyeler yapıldı” dedi.

Nâzım Hikmet Vakfı'nca yapılan açıklamada, “ Nazım Hikmet Vakfı, Sıraselviler caddesindeki tarihi Hrisovergi apartmanının, otel ve AVM yapılmak üzere bir inşaat şirketine kiralanması nedeniyle yirmi yıldır etkinliklerini sürdürdüğü binasından tahliye ediliyor... Bu yasa tanımaz, kültür düşmanı eylem ve girişimi şiddetle kınıyor, kamuoyunu Nâzım Hikmet Vakfı'yla dayanışmaya çağırıyoruz” denildi.

En eski Mushafların tıpkıbasımı yapılıyor

$
0
0

İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi'nin (IRCICA), 2005 yılında başlattığı eski Mushafların tıpkıbasım projesinde bugüne kadar sessiz sedasız 5 Mushaf yayınlandı.

Dünyanın dört bir yanındaki önemli kütüphane ve müzelerde yer alan ve Hicri birinci yüzyıla ait en eski Kur'an-ı Kerim nüshalarının toplandığı proje kapsamında ilk önce Topkapı Sarayı Müzesi'nde muhafaza edilen ve Hz. Osman'a nispet edilen Mushaf basıldı. İkinci olarak yayınlanan ve yine Hz. Osman'a izafe edilen, Kahire'deki “Meşhed-i Hüseyni Mushafı”nı, Hz. Ali'ye izafe edilen “San'a Mushafı” takip etti. “Kahire İslam Eserleri Müzesi Mushafı” olarak bilinen dördüncü mushaftan sonra ise geçen ay Paris'te bulunan Kur'an-ı Kerim sayfaları (yaklaşık 150 sayfa) yayınlandı. Londra'daki British Library'deki mushaf sayfaları ile Almanya, Tübingen'deki Hicri 40-60 yıllarına ait olduğu düşünülen mushafın yayınıyla ilgili çalışmalar ise sürüyor.

Hem dijital hem de matbu gerçekleştirilen proje, IRCICA Genel Direktörü Halit Eren'in koordinatörlüğüne yürütülüyor. Kûfi ve Hicazi hatlarla yazılan harekesi olmayan bu Mushafların baştan sona kadar satır satır okunması, yeniden yazılması, mevcut Mushaflarla ve zikredilen diğer Mushaflarla harf harf, kelime kelime karşılaştırılmasını Dr. Tayyar Altıkulaç yapıyor.

Mushafların temini, yayına hazırlanması ve yayınlanmasının zor bir süreç olduğunu söyleyen Halit Eren, “Kahire'de Meşhedü'l-Hüseyni'de saklanan, bilahare Vakıflar Bakanlığı Yazma Eserler Kütüphanesi'ne nakledilen büyük boy Mushaf'ı temin etmek de hiç kolay olmadı. O günkü Mısır Vakıflar Bakanı ile yaptığımız birçok görüşme sonucunda bir nüshasını temin ettik. 2200 sayfalık (1100 varak) Mushaf üzerinde bir çalışma yaptık. Daha sonra Yemen Sana'da bulunan ve Hz. Ali'ye nispet edilen Mushaf'ı temin etme girişiminde bulunduk. Eski Yemen Cumhurbaşkanı Abdullah Salihi ile bizzat görüşerek Mushaf'ın nüshasını temin ettik. Yayına hazırladığımız farklı ülkelerden temin ettiğimiz Mushaflar da var. Çalışmalarımız devam ediyor.” diyor.

Şiiri öyküye dönüştürme akımı

$
0
0

Dünya edebiyatında şiiri hikayeye dönüştürme akımı başladı. Okurların da ilgi gösterdiği bu dönüşmüş türler, asıl metnin sesini ele verirken, şiir gibi öyküler ortaya çıkıyor. Akımın öncüleri arasında ise İngiliz ve Endonezyalı şairler var.

Ahmet Hamdi Tanpınar için şiir, ‘söylemekten ziyade bir susma işidir'. Tanpınar ‘sustuğu şeyleri' hikâye ve romanlarında anlattığını söyler ve devam eder: “Onun için mümkün olduğu kadar kapalı âlemler olmasını istediğim şiirlerimin anahtarlarını roman ve hikâyelerim verir.” Edebi türler arasındaki sınırların gittikçe inceldiği hatta kaybolduğu bir çağdayız. Tanpınar'ın dediği gibi bir yazar söylemek istediklerini türlerin içine ustaca yerleştirdiği o kod öğelerle aktarırken, kitabı bitirdikten sonra ona edebiyat tarihinde bir sınıf verecek türün de adını koyar. Türler arası geçiş yazarlar arasında sıkça rastlanan bir durum fakat, bir şiiri, öyküye veya romana dönüştürmek zorlu bir uğraş. Ama yine de bunun örnekleri artıyor. Britanya'da yayın yapan BBC Radyo 4, geçtiğimiz ay, Poem Stories (Şiir Hikâyeleri) adlı bir edebiyat programına başladı. Şairlerin kendi şiirlerini öyküye çevirdiği ve daha sonra hikâyenin seslendirildiği bu program, dinleyicilerden büyük ilgi görüyor.

İngiliz şair ve yazar, Profesör David Harsent programın ilk konuğuydu. Programda, şiiri bir öyküye dönüştürmesi istendiğinde, ortaya nasıl bir şey çıkacağından emin olmadığını dile getiren Harsent, 2014 TS Eliot en iyi şiir antoloji ödülüne layık görülen kitabından ‘A Dream Book' adlı şiirini öyküye dönüştürdü. Bu süreci şairin kendisinden dinleyelim: “Şiir sıkıştırılabilen bir dil, bir enerji, rüzgârdaki dalgalar gibi. Şiirimi düzyazıya çevirmek Çin işi kâğıt çiçekleri suya bırakmak gibiydi. Öykü genişledikçe, söylemek istediğimden daha da uzamaya başladı. Tasarlamadığım bir şey oldu. Sözcük dağarcığımdan bir gedik açıldı ve kelimeler bir anda ellerime düştü.” Programın ikinci konuğu olan şair Jacob Polley ise, ‘The Remedy' şiirini “A Potion” adlı öyküye dönüştürmüş. Bu fikrin bir hayli ilgi çektiğini dile getiren Polley, her iki metnin ayrı birer üretim olarak görülmesi gerektiğini anlatıyor.

Şiir gibi bir öykü

​S​on dönemde bu dönüştürmeye,​ Endonezya'nın önde gelen şairlerinden Sapardi Djoko Damono (1940) da katıldı. Damono, Haziran Yağmuru adlı şiirini altı ayda bir romana dönüştürmüş. Daha önce kimi şiirlerini öykülere çevirdiğini dile getiren şair, ilk kez şiirini romana dönüştürdüğünü belirtiyor. Bu dönüştürmelerde, öyküde ve romanda tıpkı Tanpınar'ın işaret ettiği o sesi yakalamak mümkün. Öte taraftan, Türk ve dünya edebiyatında örnekleri bulunan manzum roman (verse novel) son yıllarda yayın dünyasında yaygın bir tür olarak dikkat çekiyordu. İngiltere'nin saygın edebiyat ödüllerinden Desmond Elliot İlk Roman Ödülü 2013'te böyle bir romana verilmişti. Genç yazarların ve yayınevlerinin manzum romana dönüşünün sebepleri arasında Twitter yazarlığının etkisi gösteriliyordu. Virginia Woolf'un Dalgalar adlı eseri anılması gereken romanlardan. Woolf bu kitapla, başka yazarların göze alamayacağı bir işe girişir ve eseri, Mina Urgan'ın deyişiyle, ‘hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı, hem de tiyatro oyunu...”

Bu gelişmeler, akla eleştirmen René Wellek'in “Zamanımızın hemen hemen bütün yazarları için tür farklılıklarının bir önemi kalmamıştır. Sınırlar sürekli ihlâl edilmekte, türler birleştirilmekte ya da iç içe geçmekte, eski türler atılmakta ya da dönüştürülmekte, yeni türler oluşturulmaktadır.” sözlerini akla getiriyor. Ülkemizde böyle dönüştürme vakalarıyla çok karşılaşmasak da, Behçet Necatigil, radyo oyunlarını şiire daha yakın bulduğu için bu türden üretim yaptığını aktarır. Orhan Kemal'in de romanlarını oyuna dönüştürdüğünü hatırlatalım. Fakat yazarın bir türde yazarken ilerde yazacağı başka bir tür hakkında düşünmemeye gayret etmesi Stephen King'in deyişiyle, “yolda başka kadınlara bakmamaya çalışan evli adamlar” gibi kararlı bir tutumdur. Yazarların bu çabası, Puşkin'in, arkadaşına yazdığı bir mektupta Eugene Onegin adlı eseri için ‘bir roman değil ama şiir gibi bir roman' tanımlamasından hareketle, ortaya şiir gibi bir öykü çıkarıyor.

Harper Lee'nin yeni romanı okurunu üzdü

$
0
0

Edebiyat dünyasının yaklaşık altı aydır heyecanla beklediği kitap önceki gün yayınlandı. ‘Tek kitaplı yazarlar' listesinden 55 yıl sonra çıkan Harper Lee'nin ikinci romanı Go Set A Watchman (Git Bir Bekçi Dik), okurla buluşmasının hemen ardından beklenmedik tepkiler aldı.

Bülbülü Öldürmek (1960) romanından önce yazılmasına rağmen, ilk romanın devamı niteliğindeki Go Set A Watchman, Harper Lee hayranları arasında ‘karmaşık' yorumlara neden oldu. Özellikle Bülbülü Öldürmek'in kahramanı, siyahi bir zanlıyı savunmak için bütün kasabayı karşısına alan avukat Atticus Finch'in ikinci kitapta ırkçı bir karaktere dönüşmesi yazarın hayranları arasında hayal kırıklığına yol açtı. Wall Street Journal'dan Sam Sacks, bu durumu şöyle açıklıyor: “Go Set A Watchman ‘acı verici' bir kitap.” Ana temanın hayal kırıklığı olduğunu düşünen Sacks'a göre, Bülbülü Öldürmek'teki idealizmin parıltısı yeni kitapta sönüyor ve çürüme başlıyor. Bu yönüyle Go Set A Watchman'da idollerin yıkıldığı söylenebilir. Bunun en büyük sebebi, ilk kitabın bir çocuğun gözünden yazılmış olması. Go Set A Watchman ise üçüncü şahsın ağzından, yetişkin bir bakış açısıyla kaleme alınıyor.

ÜÇÜNCÜ ROMAN YOLDA MI?

Harper Lee'nin kasabası Monroeville'de ise bayram havası hakim. Yazarın Bülbülü Öldürmek'te kurguladığı hayali Maycomb kasabasının ‘aslı' olan Monroeville'de yeni kitap için gezi/okuma turları şimdiden başladı. Lee'nin eski dostlarından Profesör Wayne Flynt, yazarın yayımlanmamış üçüncü bir kitabının olduğunu söyleyerek olaya biraz daha gizem kattı. The Reverend (Muhterem) adlı kitabın yine bir suç öyküsü olduğunu iddia eden Flynt, söz konusu kitabın cinayet zanlısı bir rahibin yaşadıklarını konu aldığını belirtti. Flynt, Lee'nin 2009'da vefat eden kızkardeşi Louise Corner'ın The Reverend kitabından bahsettiğini söylüyor: “Kitabın varlığını biliyorum, çünkü bana Harper'ın kızkardeşi Louise söyledi. Kitabın olup olmadığını Harper'a sormadım, çünkü onun arkadaşlara ihtiyacı var.”

40 milyondan fazla satan Bülbülü Öldürmek'te iyilik timsali, her zaman doğrunun yanında olan Atticus Finch'in karanlık tarafı ikinci kitapta ortaya çıkıyor. Yeni kitapta Atticus, ırkçı örgütlerinin toplantılarına katılıyor ve o dönem tartışmalara neden olan ırk eşitliği kanununa karşı çıkıyor. Bülbülü Öldürmek kitabının 20 yıl sonrasını anlatan Go Set A Watchman'da olaylar yine Alabama'da geçiyor. Kitabın ana karakteri Jean Scout 20 yıl sonra babası Atticus Finch'in yanına dönüyor. Git Bir Bekçi Dik, Türkiye'de 7-15 Kasım tarihlerinde gerçekleşecek 34. TÜYAP Kitap Fuarı'nda satışa çıkacak.

‘Anadolu'da Klasik Sanatlar' Sivas'ta

$
0
0

İstanbul Klasik Merkezi'nin “Anadolu'da Klasik Sanatlar' adıyla hazırladığı ve on yıl devam edecek “81 İlde 81 Sergi 81 Seminer” projesinin dördüncüsü, 24-31 Temmuz tarihleri arasında Sivas'ta yapılacak.

Program kapsamında 24 Temmuz Cuma günü saat 17.00'de Arifan Derneği İlmi Araştırmalar ve İhtisas Merkezi Seminer Salonu'nda hattat Ahmet Zeki Yavaş ve hattat Arif Vural “Klasik Sanatlarımız” adlı bir sunum gerçekleştirecek. Saat 18.00'de ise aynı mekanda “Klasik Sanatlar Karma Sergisi” açılacak. 25 Temmuz Cumartesi günü saat 13.00'te Divriği Ulu Camii'nde 30 levhadan oluşan özel bir karma sergisi daha açılacak.

Sezen Aksu'dan 40. yıla özel...

$
0
0

Müziğiyle bu topraklarda yaşayan birkaç nesli etkileyen, deyim yerindeyse bizi şarkılarıyla ‘büyüten' Sezen Aksu, dün ve önceki akşam Harbiye'deydi.

Sanat hayatının 40. yılını dostları, arkadaşları ve sevenleriyle birlikte kutlayan Sezen, Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda verdiği Sezen'li Yıllar konseriyle izleyicileri yakın tarihin tozlu sayfalarına götürdü. Dünden bugüne unutulmaz şarkılarını seslendiren sanatçı, ışık gösterileri ve sahne şovları ile 40. yılını müzikseverler nezdinde unutulmaz kıldı.

Biletleri günler öncesinden tükenen Sezen'li Yıllar konseri Most Production'ın yapımcılığında gerçekleşti. Konserin dans koreografilerini Zeynep Tanbay, sahne ve ışık tasarımlarını Cem Yılmazer hazırladı. Konserin yönetmenliğini ise televizyon programcısı ve gazeteci Cüneyt Özdemir üstlendi.

Sezen Aksu, Harbiye Açıkhava'yı dolduran hayranlarının karşısına her şarkıda ayrı bir hikâyeyle çıktı. Konserin 1. bölümünde Sezen Aksu dünyanın ve ülkemizin tarihine damga vurmuş hüzün ve mutluluk yaşatan kişi ve olayların görüntüleri eşliğinde şarkılarını söyledi. 12 Eylül, İkinci Dünya Savaşı'ndan çocuk fotoğrafları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'dan Kemal Sunal'a, Azra Akın'dan Kenan Evren'e kadar birçok isim videoda göründü. Ardından Sezen Aksu, “Bizde yok yok. Dünyanın hiçbir yerinde olana bitene bu kadar dirençli bir millet de yok. Allah'tan böyleyiz… Hayat, düğün ve cenaze…” diyerek, sahnede kostümünü değiştirdi; sahnesini bambaşka bir atmosfere taşıyarak rengarenk bir kıyafet giydi. Sezen Aksu, konserin son bölümünde, Devrim Erbil İstanbul tablolarının yer aldığı video gösterisinin yanı sıra hayranlarının önceden kaydettiği videoları karaoke şarkı video wall ile izleyicileriyle buluşturdu. Sezen'li Yıllar konserleri, yoğun istek üzerine 23-24 Ekim günlerinde VW Arena'da tekrarlanacak.

‘Minik Serçe'ye konser provaları sırasında sürpriz doğum günü kutlaması yapıldı. Sertab Erener ve Model grubunun solisti Fatma Turgut'un da aralarında bulunduğu bir grup, Harbiye Açıkhava'daki son konser provasında Sezen Aksu'ya sürpriz yaptı. 13 Temmuz 1954 doğumlu Minik Serçe, 61'inci yaşını, kesilen sürpriz pastayla kutladı.

Çağdaş sanat ve şiirin ortaklığı

$
0
0

Yunan şiirinin ustalarından Yannis Ritsos'un Benzeşim şiirinden yola çıkarak hazırlanan ‘Yaramız Türkülerimiz' sergisi, kişisel ve toplumsal yaralar üzerine farklı disiplinlerde yapılan çalışmaları bir araya getiriyor. İpek Duben için mülteci olmak, Murat Germen için HES projeleri büyük bir yara. Hera Büyüktaşçıyan'ın yarasının sebebi ise ‘boğazına takılan kılçık'...

Beşiktaş'taki çağdaş sanat galerisi art ON, geçen yıl İlhan Berk'in şiirlerinden esinlenerek ‘Geldiğim Yer Gittiğim Yön' adlı bir grup sergisi hazırlamıştı. Küratör Necmi Sönmez, bu sergiyle birlikte bir karar aldıklarını söylüyor. Acaba çağdaş sanatla şiiri bir araya getirdiğimizde nasıl bir yorum yakalayabiliriz? Dokümantasyon olmadan, belgesel çekmeden, anlatıcıya gerek duymadan şiirsel imgeye nasıl yakınlaşabiliriz? Bu soru art ON'da yeni bir sergi doğurdu. Galeride 5 Eylül'e kadar devam edecek olan “Yaramız Türkülerimiz”, şiir ile görsel imge arasında yeni ortaklıklar kurmayı hedefliyor. Sergiye ilham olan şair bu kez Yunan şiirinin usta isimlerinden Yannis Ritsos ve onun Benzeşim şiiri.

Ritsos da İlhan Berk, Oktay Rifat gibi taş boyayan şairlerinden. Küçücük deniz taşlarına çizdiği desenleri zaten ünlü. Necmi Sönmez'in, şairle dost olan ve şiirlerini Türkçeye çeviren Özdemir İnce'den aldığı bir taş desenini, galerinin girişinde Ritsos'un kendi okuduğu Benzeşim şiiriyle izliyoruz. Şair o buğulu sesiyle, inler gibi okuduğu şiirinde diyor ki: “Yıldızlar karmakarışık sarnıçta/sarnıç eski avlunun ortasında/kapalı odanın aynası gibi./Sarnıcın çevresinde güvercinler/ayın çerçevesinde çiçek saksıları kireçle boyanmış/yaramızın çevresinde türkülerimiz şarkılarımız.”

Sergi, Ritsos'un bu şiiri üzerinden yaralarımıza parmak basıyor ve farklı disiplinlerde üreten sanatçıların, hem kişisel hem de toplumsal yaralar üzerine yaptığı eserlerini bir araya getiriyor: Burak Bedenlier (heykel), Hera Büyüktaşçıyan (yerleştirme), Canan Dağdelen (seramik), İpek Duben (duvar rölyefi), Murat Germen (fotoğraf baskısı), Jochen Proehl (fotoğraf), Serkan Taycan (fotoğraf), Johannes Wohnseifer (resim). İpek Duben için en büyük yara mülteci olmak, Murat Germen için ise HES projeleri. Doğanın insan eliyle acımasız bir şekilde katledilmesini genellikle fotoğraflarıyla eleştiren Germen bu kez, kurutulmuş pazı yaprakları üzerine foto grafik tekniğiyle HES borularını yerleştiriyor.

Serginin dikkat çeken sanatçılarından Hera Büyüktaşçıyan'ın yerleştirmesi, Yannis Ritsos'un ‘Boğazıma Takılan Kılçık' şiirini referans alıyor. Eski ahşap bir çalışma masasının çekmecelerinden çıkan ayakların muntazam bir şekilde birbirini takip ettiği yerleştirme, bir ayağı İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde, kendisi ise Venedik San Marco Meydanı'nda bulunan, birbirine sarılmış dört kumandan heykeline gönderme yapıyor. Eser, aslında bu sergi için üretilmemiş. Necmi Sönmez, “Ritsos üzerine çalıştığımı Hera'ya söylediğimde, tam o sırada Hera'nın Atina'da bir sergisi olduğunu öğrendim. Bu eser, şairin Boğazıma Takılan Kılçık isimli şiirinden çıkmıştı. Burada da sergilemeye karar verdik. Yerleştirmedeki ayaklar dört kumandan heykeline gönderme yapıyor. 1200'lü yıllarda Latinler İstanbul'u işgal ettikleri zaman Venedik'e götürdüğü heykeldir. Fakat heykelin bir ayağı İstanbul'da kalıyor. Yani İtalyanlar kaçıramıyorlar. İtalyanlardan 200 yıl sonra bir Alman arkeolog ayağı buluyor. Bu ayak şu anda İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor.” diyor.

Canan Dağdelen ise sanki bilgisayarda üretilmiş bir fotoğraf izlenimi veren fakat tek tek eliyle yaptığı seramik parçalarından oluşturduğu çocukluk portresiyle, içindeki ilk kırılmalara uzanıyor. Aslında her insan ilk kırılmaları çocuklukta yaşıyor, sonra o yaranın çevresinde türkülerimiz yakılıyor.

Hera Büyüktaşçıyan

Canan Dağdelen

Necmi Sönmez


HAFTANIN FİLMLERİ

$
0
0

Futbolun intikamı

İspanya-Arjantin yapımı animasyon Altın Gol, geçtiğimiz haftalarda gösterime giren Hayat Ağacı'nın öykü iskeletini örnek alıyor. Zamanını langırt oynayarak geçiren Amadeo, bir gün futbolda çok başarılı ama bir o kadar da kötü kalpli olan Ace ile maç yapar. Ace maçı kaybedince bunu hırs haline getirir. Ace ve Amadeo aynı kıza, Laura'ya âşık oldukları için de büyük rakiplerdir. Aradan seneler geçer ve Ace kasabasına ünlü bir futbolcu olarak geri döner. Yaptığı maçın intikamını almak için bütün kasabayı dev bir stadyuma çevirecektir.

Bir fırtına tuttu bizi

Nicole Kidman ve Hugo Weawing gibi yıldızlara sahip Fırtınanın Ortasında, güçlü kadrosunun hakkını vermekte zorlanıyor. Bir aile içinde yaşanan psikolojik gerilim-dram türündeki film, aksak ritmiyle seyirciyi yoruyor. Avustralya'da geçen filmde, Catherine ve Matthew Parker çifti çocukları ile birlikte çöl kıyısındaki küçük bir kasabaya taşınır. Çocukları Lily ve Tommy öldürücü çöl fırtınasının hemen öncesinde gizemli bir şekilde ortadan kaybolur. Kasabanın polisi David Rae'nin soruşturmayı yürütürken Parker ailesinin sırları da açığa çıkar.

Kum, güneş ve kan...

Tatminkâr bir sonuç çıkmasa da türün meraklılarını salondan boş göndermeyecek Kanlı Tatil'de çocukluk arkadaşları Scott, Trevor ve Charlie'nin en büyük tutkusu sörf yapmaktır. Hem bir araya gelmek hem de sörf yapmak için Panama'yı tercih ederler. Scott'ın macera arayışı ve Trevor'ın orada tanıştığı Carmen'in cazibesine kapılmasıyla sörf tatili halk arasında korkunç söylentilere neden olan Darian Ormanları'nda bir maceraya dönüşür. Sonu kanlı bitecek bir kovalamacanın içine düşerler.

Seyret perişan halimi

$
0
0

Los Angeles merkezli Hollywood'un New York âşığı yönetmenlerinden biridir James Gray. Bu özelliği, Martin Scorsese ya da Woody Allen kadar öne çıkmasa da filmografisini New York üzerine inşa ettiği söylenebilir.

Sinemaya adım attığı Küçük Odessa'dan (1994) başlayarak beş filmlik kariyerinde suç, dram veya romantik, bütün hikâyelerini New York'ta anlattı. Gray, Fransız yönetmen Guillaume Canet'ye Kan Bağları (2013) filmini New York'a uyarlamasında da yardım etmişti. Bu işbirliği sırasında doğdu Bir Zamanlar New York / The Immigrant. Gray ile senaryo görüşmelerine Canet'nin eşi Marion Cotillard da katılır ve Gray -orijinal adıyla- Göçmen'den bahsedince Fransız oyuncu rolü kabul eder.

The Immigrant, yönetmen James Gray'in ailesinin hikâyesi. Rusya'dan Amerika'ya göçen büyükannesinin öyküsünü anlatıyor yönetmen. 2008'de usta yönetmen William Friedkin'in sahnelediği Puccini'nin Il Trittico operasından çok etkilenen Gray, kariyerinin ilk kadın ana karakterini yazar. Filmde, Ewa Cybulski'nin ‘Yeni Dünya'da var olma savaşını izliyoruz.

Ewa Cybulski (Marion Cotillard) ve kız kardeşi Magda 1921 yılında, ülkeleri Polonya'yı terk ederek New York'un yolunu tutar. Göçmen kabullerinin yapıldığı Ellis Adası'na geldiklerinde Magda verem teşhisiyle karantinaya alınır. Ewa ise New York'ta yaşayan teyzesinin adresi yanlış olduğu gerekçesiyle sınır dışı edilmek istenir. Bruno adındaki bir adam ona yardım eder. Yardımsever görünen Bruno bir süre sonra Ewa'yı farklı işlerde çalıştırmaya başlar. Gidecek başka bir yeri olmayan ve kız kardeşini kurtarmak isteyen Ewa, Bruno'nun kendisini sürüklediği ‘kötü yol'u kabullenir. Ancak Bruno'nun kuzeni Orlando'nun gelişiyle işler değişir...

Dördüncü kez Joaquin Phoenix ile çalışan James Gray, The Immigrant'ta parlak bir fikirle yola çıkıyor. Ancak hikâyenin temelindeki sadakat ve hırs, karakterler üzerindeki dönüşümde yeterince etkili olamadığı için bu parlak fikir bir süre sonra sönüyor, hikâye çıkmaz bir sokağa giriyor. Dönemin atmosferini yansıtmakta müthiş bir iş çıkaran yönetmen, güneş ışığı ile sepya tonunun perdeye hakim olmasını tercih ederek filmin görselliğinde tutarlı bir dil yakalıyor. Ancak karakterler ve genel olarak hikâye, beklenen sıçramayı bir türlü yapamıyor. Hikâye gibi karakterler de aynı tonda başlayıp bitiriyor filmi. Kendi dilinde oynadığında mükemmel performans çıkaran Marion Cotillard, İngilizce oynadığı ilk başrol filminde Ewa'nın çaresizliğini eksiksiz bir şekilde perdeye yansıtıyor. Fransız oyuncunun filmde azımsanmayacak kadar çok Lehçe diyaloğu da var.

Alma karıncanın âhını

$
0
0

Geniş süper kahraman arşivini sinemaya uyarlamakta kararlı görünen Marvel Stüdyo, bu kez Ant-Man'i beyazperdeye taşıdı. ‘Zoraki kahraman' filmi temasına sahip Ant-Man, diğer Marvel yapımlarının aksine, kendini fazla ciddiye almıyor. Filmde, karakterlerden hikâyeye her şey mikro ölçekte.

ABD'nin çizgi roman devi Marvel, 2007'de başladığı stüdyo filmleriyle kısa sürede Hollywood'un büyük yapımcıları arasına girdi. Örümcek Adam 3 ile sinemaya adım atan Marvel Stüdyo, çizgi roman, video ve televizyon alanında faaliyet gösteren bu dev şirketi, kendi başına bir yapımcı olarak Hollywood'a taşıdı. Artık kısaca ‘Marvel Dünyası' deniyor. Stan Lee ve ekibi bu konuda o kadar ciddi ki, önümüzdeki birkaç yıl içinde tıpkı Warner Bross, Universal ve Walt Disney'in yaptığı gibi büyük eğlence merkezleri açmayı planlıyor.

Marvel Stüdyo 2016-2019 arasında gösterime girecek 8 yeni filmini geçtiğimiz yılın ekim ayında -tıpkı Apple'ın yeni ürün sunumu gibi- basına tanıtmıştı. Sadece Örümcek Adam, X-Men, Yenilmezler ve Demir Adam ile yetinmeyen Marvel, geniş ‘süper kahraman' arşivinin tamamını sinemaya uyarlamakta kararlı görünüyor.

Geçmişin tozlu raflarından Kaptan Amerika'yı günümüze taşıyan Marvel, şimdi de aynı uygulamayı Ant-Man (Karınca Adam) için devreye sokuyor. 1950'lerde üretilen Ant-Man, esasında Yenilmezler ekibinin kurucu üyelerinden. Soğuk Savaş döneminin ünlü biyo-kimyacısı Hank Pym (Michael Douglas), atomaltı parçacıklar üzerine yaptığı araştırmalarda büyük bir keşif yapar. Normal boyutlardaki nesneleri mikro düzeyde küçülten özel kostüm ve serum, insan üzerinde de başarılı olur. Bunun kötü emellerle kullanılabileceğini düşünerek yıllarca herkesten saklar. Yanında çalışan hırslı ve tüccar bilim adamı Darren Cross (Corey Stoll) onun çalışmalarını devam ettirir. Sonunda amacına ulaşan Cross, bu icadı yeni bir dünya savaşı çıkarabilecek kişilere satmaya çalışır. Bunun üzerine Hank Pym, özel kostümü kullanıp Cross'u durdurabilecek birini bulur. Eski hırsız Scott Lang'i (Paul Rudd) Ant-Man kostümünü kullanabilmesi için eğitmeye başlayan Pym, kızı Hope'un (Evangeline Lilly) da yardımıyla Cross'u durdurmaya çalışır.

BİR TEK ‘KARINCA DUASI' EKSİK!

Marvel'in sinemadaki çizgi roman uyarlamaları tıpkı bir franchise (zincir) ürünü gibi birbirine benzer. Yıldız oyunculardan kurulu kadro, büyük laflar eden idealist karakterler, dünyayı kurtarmaya yeminli süperkahramanlar, mitolojik ve konjonktürel göndermeler, karmaşık karakterler ve baş döndüren -bazen de baş ağrıtan- CGI efektler... Hep büyük, hep daha fazla, daha çok! Stüdyo yetkilileri bu birörnek sıkıcılığı fark etmiş olmalı ki, Ant-Man için farklı bir yol denenmiş.

Gerçi, 10 yıllık bir projeden söz ediyoruz. Yönetmen koltuğuna Hot Fuzz ve Dünyanın Sonu filmleriyle tanınan İngiliz Edgar Wright oturmuştu ilkin. Wright'ın uzun süre çalıştıktan sonra ayrılmasıyla komedi filmlerinin sıradan yönetmeni Peyton Reed geçti kamera arkasına. Bildiğimiz Marvel uyarlamalarından farklı bir yapım Ant-Man. Diğerlerinin aksine, her şey mikro ölçekte tutulmuş. Bu tercih, Ant-Man'in temasıyla uyumlu.

Ant-Man, bu haliyle bir ‘zoraki kahraman' filmi. Ciddiyetten ve kasıntıdan uzak, kendini de hikâyesini de hafife alan, mikro bir yapım. Set tasarımı, karakterler, CGI efektleri, hatta hikâye dâhil her şey küçük ölçekte. Büyük laflar, büyük görevler yok; dünyayı kurtarmaya yeminli kahramanlar yerine, küçük kızına iyi olduğunu kanıtlamak isteyen, hırsızlıktan hüküm giymiş defolu, sıradan bir kahraman var.

Her şeyin küçük ölçekli olması, Ant-Man evreniyle uyumlu olsa da sinemasal zaafları gizlemeye yetmiyor. Ant-Man kendini o kadar ciddiye almıyor ki, bir süre sonra aslında Marvel yapımları ile tür filmlerini ti'ye alan bir şey izlediğinizi düşünmeye başlıyorsunuz; bir tek ‘karınca duası' eksik! Bu hafiflikte, hikâyenin temel dinamiklerinin ne kadar klişe ve saçma olduğu, karakterlerin ne kadar yüzeysel kaldığı unutuluyor. Dönüp dolaşıp yine bir baba-kız dramına şahit oluyoruz (Yıldızlararası ve Yarının Dünyası'nı hatırlayalım). Her şey Hank Pym ile kızı Hope ve Scott ile küçük kızı etrafındaki aile dramına düğümleniyor. Sinemanın en klişe kötü adamlarından biri olmaya aday Darren Cross ise işin tuzu biberi. Şahsi hırsı için dünyayı tehlikeye atan bilim/iş adamı karakteri bilmem kaçıncı kez, üstelik en yüzeysel haliyle perdeye yansıyor.

Ant-Man, ‘Marvel dünyası'ndan ayrı gibi dursa da Demir Adam ile benzeşiyor. Her şeyden önce mizah yanı başarılı. Mikro-makro dengesini sinemasal bir oyuna dönüştürdüğü kimi sahnelerde (oyuncak trendeki ve maket şehirdeki kovalamacalar) akılda kalıcı. Başroldeki ‘sıradan' oyuncu Paul Rudd'un senaryo ekibinde de olması alışılmamış bir durum. Kısacası Ant-Man, sinema adına çok şey beklemeyen aileler için bayram haftasında gidilebilecek eğlencelik bir seyirlik.

‘Köyünü Yaşat', başka ihsan istemez

$
0
0

Üniversite öğrencileri ve akademisyenler, şarkılarda kalan ‘Hadi gel köyümüze geri dönelim' temennisini gerçeğe dönüştürmek için kolları sıvadı.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Yapı Uygulama ve Araştırma Merkezi önderliğinde Bilecik'in Gölpazarı ilçesine bağlı Tongurlar köyünde organize edilen ‘Köyünü Yaşat' projesi bir süredir devam ediyor. Karadeniz Teknik, Uludağ, Okan, İstanbul Teknik ve Anadolu üniversitelerinin akademisyen ve öğrencilerinin de katıldığı proje kapsamında bir de Heykel Sempozyumu gerçekleştirildi. 200'ü aşkın öğrencinin dört ayrı kamp dahilinde, eylül ayına kadar gönüllü olarak yer aldığı ‘Köyünü Yaşat' projesi ilk adımlarını iki yıl önce atmıştı. Bu yıl bir yaz programına dönüşen proje kapsamında sadece mimari alanda değil, köy ve ilçe hayatını da olumlu etkilemesi için çalışmalar yapılıyor. Gölpazarı'ndaki tarihi Taşhan, pazar yeri ve başlıca meydanlar öğrencilerin çalışmaları ile şekilleniyor. Birinci atölye döneminin sona erdiği proje 12 Eylül'de tamamlanacak. Proje, Gölpazarı'ndaki tarihi Taşhan'da gerçekleşecek sergi ve ödül töreni ile sona erecek. (www.koyunuyasat.com) KÜLTÜR-SANAT

Ödüllü fotoğraflar sergisi

$
0
0

Bu yıl 58.si düzenlenen World Press Photo 2015'te 131 ülkeden 5.692 fotoğrafçının gönderdiği 97.912 fotoğraf arasından dereceye giren ve sergilenmeye değer bulunan eserlerden oluşan sergi, 11 Ağustos-2 Eylül tarihleri arasında Forum İstanbul'da gezilebilecek.

Yıl boyunca dünyanın farklı şehirlerinde sergilenen World Press Photo - Dünya Basın Fotoğrafları 2015'in onur konuğu, çatışmalar nedeniyle kaos ortamına sürüklenen Ukrayna'da çektiği fotoğrafla ‘Genel Haberler Tek Fotoğraflar' kategorisinde birincilik ödülüne hem de Rusya'da düzenlenen FIS Kayakla Atlama Dünya Kupası'nda çektiği fotoğraflarla ‘Spor Hikâyeler' kategorisinde ikincilik ödülüne değer bulunan Rus fotoğrafçı Sergei Ilnitsky olacak.

Sergide, bu yıl bir Türk fotoğrafçıya hem birincilik hem üçüncülük getiren iki fotoğraf da yer alacak. AFP (Agence France Presse) muhabiri Bülent Kılıç'ın, geçtiğimiz yıl İstanbul'da düzenlenen bir gösteride çekilen fotoğrafı ‘Flaş Haberler Tek Fotoğraflar' kategorisinde birinci olurken, Kobani'de düzenlenen hava saldırısının ardında bıraktığı duman, toz ve alevleri gösteren fotoğrafı da ‘Flaş Haberler Tek Fotoğraflar' kategorisinde üçüncülük ödülü kazanmıştı. KÜLTÜR-SANAT

‘Yazdığım kadınlar benden daha cesur'

$
0
0

Kudret Ayşe Yılmaz'ın ilk romanı Orobanhiyye'nin devamı niteliğindeki Gülhatmi yakın zamanda okurla buluştu. Ötüken Neşriyat etiketiyle yayımlanan romanda yazarın önceki iki romanındaki lirik dilinin ve insan ruhuna dair arayışlarının izini sürmek mümkün. Yılmaz ile çiçeklerden ödünç alınan roman adlarını, kahramanlarını, efsanelere düşkünlüğünü ve Gülhatmi'yi konuştuk.

İlk romanınız Orobanhiyye'nin devamı niteliğinde Gülhatmi. Bu durum, bir handikap oluşturur mu?

Gülhatmi için tam anlamıyla bir devam diyemeyiz aslında. İki farklı okumaya da müsait bir roman. Tahkiye unsurlarının ismi dahi yok. İki romandaki ortaklık duygularda, unutulması imkânsız o dramda, içte kalmış ukdelerde, özleyişlerde, yalnızlıklarda… Orobanhiyye ve Gülhatmi aynı ömürdeki iki farklı yolculuk…

Orobanhiyye'den sonra Gülhatmi'de de karakterler isimsiz, yer isimlerine de rastlamıyoruz. Nedir yapmaya çalıştığınız şey?

Yeni bir tür yahut yeni bir algı; ne dersiniz bilemem; ama yeni olduğu muhakkak. Her sınırdan azade; isimleri, ırkları, şanı, şöhreti aşmış bir devir, bir vakit, birkaç insan… Sınırsızlığın sınır kabul edilebileceği romanlar Orobanhiyye ve Gülhatmi. Her insanın kendi mahallesinde, her insanın romanı eline aldığı vakitlerde geçiyor olay. O halde fani olandan sıyrılış, duyguya -öze- bağlanış… Sadece duygular önemli benim için, insanı insan yapan duygular; nefret de dahil.

Kitabın başında bir efsane anlatıyorsunuz. Bir gün tamamı efsane olan bir kitap yazmayı düşünür müsünüz?

Bunu çok istiyorum. Gülhatmi, bir denemeydi belki de. Ne harika olur gönlü uluları anlatacağım bir efsane yazmayı Hak nasip etse.

Romanın kahramanı Gülhatmi, çevresi tarafından hor görülen bir kız, fakat buna rağmen çok inançlı ve dik duruyor. Nereden alıyor bu gücü?

Umudundan. Zafersizleri, umutları yaşatır. Zirveye ulaşmış insan kaybetmeye başlayacaktır, zirvede kalınmaz zira. O halde zirvede olan değil zirveye doğru tırmanmaya devam eden daha avantajlıdır. Kayıplar büyüdükçe -ölüm dışında- güçlenir insan. Yitirilen ne varsa, ne kadarsa; bir zaman sonra bir belaya deva oluverir. Tecrübe deyin buna ya da dayanıklılık… İşte Gülhatmi böyle bir tezgâhta dokundu.

ERKEK KARAKTER YAZMAK DAHA KOLAY

Kadın karakter yazmanın zorlukları neler?

Kadınları kendimden koparmak zor oluyor bazen. Benim gibi düşünmüyorlar nedense yazdığım kadınlar; daha iyi kalpli, daha dayanaklı, daha cesur ve daha inançlı. Mesela Gülhatmi son bölümde o elî;m dönüşe karar verdiğinde, ben çok düşündüm. Karakterle kavga ettim. Olmadı. Yine de dönmek istedi. Dinlemiyor beni kadınlar, iyi de olsalar kötü de… Erkek karakter yazmak bana daha iyi geliyor kesinlikle… Erkeklerin dünyası -Erkut gibi çırpınan bir yüreği olmadıkça- daha keyifli, sakin, sabit, basit. Kadınların iç sesleri uykularımı kaçırıyor.

Dil işçiliğiniz bu romanda da dikkat çekiyor. Fakat Orobanhiyye ve Ruh'a nazaran bu romanda diliniz biraz sadeleşmiş gibi. Ne dersiniz?

Sadeleşmek değil aslında. Okurlarımla daha rahat anlaştık üçüncü romanda, iyiden tanış olduk. Türkçe muhteşem bir dil. Hakk'ın bir yazara armağanı olsa gerek, iyi işlenmiş bir dille yazma fırsatı.

Kitaptaki bölüm adlarının her biri ayrı bir metaforik anlam taşıyor. Boz, Kula, Kara, Kızıl, Ak, Camit... Neyi temsil ediyorlar?

Efsaneyi çözmek bu adımda en önemli. Mesela Kula sarı demek, dengi Asya kıtası… Kara, Afrika… Kızıl, Amerika… Romanda aynı evi paylaşmak zorunda kalan her bir kadın da birine tekabül ediyor. Camit ise renksizlik, donukluk… Camit her şeyin uzağında kaldığımız, kaybettiğimize inandığımız, dibe vurup da sesimize ses bulamadığımız anların yansıması… Camit henüz doğmamış bebek… Bu kadar ipucu yeter herhalde.

Son olarak, Gülhatmi'nin devamı gelecek mi?

Allah kısmet ederse gelecek. Okurlarımız da, ben de, Gülhatmi de biraz daha olgunlaşsın hele…

Bodrum'da Bolero günleri

$
0
0

Onüç yıldır tarihi Bodrum Kalesi'nde gerçekleştirilen Uluslararası Bodrum Bale Festivali dün akşam yapılan açılış konseri ile başladı.

Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü ve Bodrum Büyükşehir Belediyesi'nin katkılarıyla düzenlenen 13. Uluslararası Bodrum Bale Festivali'nin açılışında Igor Stravinsky ve Maurice Ravel'in bestelerinden oluşan Ateşkuşu, Bolero ve İlkbahar Ayini eserleri sahnelendi. İzmir, Mersin, Antalya Devlet Opera ve Balesi tarafından sahnelenen eserlerin koreografileri Armağan Davran, Volkan Ersoy, Uğur Seyrek ve Mehmet Balkan tarafından yapılıyor. Festivalde 21 Temmuz Salı gecesi, İstanbul Opera ve Balesi'nin sahneleneceği Gökkuşağı eseri seyirci ile buluşacak. Festival 1 Ağustos'ta sona erecek.


Yeryüzü acımasız sevgili dostum

$
0
0

Nobelli yazar Albert Camus ile Fransız şair René Char'ın mektuplaşmaları Yapı Kredi Yayınları etiketiyle yayımlandı. 1946 yılında başlayan mektuplaşmalar, 13 yıllık bir süreyi kapsayan ‘Yazışmalar'a dönüştü. Mektuplarda, edebiyatın yanı sıra, her şeye rağmen umudunu kaybetmeyen, ‘yaşamak derdi' çeken iki yazarın dostluğu göze çarpıyor.

“Yaz burada güzel yaşlanıyor, yapraklı değneği elinde tarlalardan geçmeyi, gezinmeyi sürdürüyor. Ama havada, nesnelerde öyle bir üzüntü, öyle mıknatıslı bir kaygı var ki! Varlıklarsa kendilerine zarar veriyorlar yalnızca, yaralara hep tan sökümü. Sevmeli mi, sevmemeli mi? Nasıl da uzun bir baş dönmesi…” Uzmanlar, mektup türünün, müellifinin sanatından ayrılamaz olduğunu düşüyor. Kuşkusuz boşuna değil bu düşünce, edebi bir metinden fırlamış gibi duran bu satırlar da bir mektuptan çünkü; Fransız şair Rene Char'ın ebedi dostu Albert Camus'yle 13 yılı aşan yazışmalarından yalnızca bir bölüm. Char'ın muhatabı Camus gibi bir düşünür ve romancı olunca cevabı da ona yakışır türden oluyor elbette: “Gerçek şu ki, ahlaktan önce sevgiyi bulmalı insan. Yoksa ikisi de yok olup gidiyor. Yeryüzü acımasız. Birbirini sevenler birlikte doğmalı.”

Rene Char, Albert Camus'nün düzeltmeleri ve müdahalesinde yayıma hazırlanan Güneşin Torunları'nın sonsözünde tanışma hikâyelerini kısaca anlatıyor. Char, her ne kadar birebir iletişimlerinden önce Yabancı'yı okumuş olsa da, dönemin şartlarında kitaba fazla adapte olamamış. Sonraki süreçte şair, beklenmedik bir zamanda Camus'den bir mektup alır. Cezayir'e yerleşmiş Alsaslı bir ailenin oğlu olan yazar, Char'dan özel olarak seçtiği kitaplardan oluşturduğu ‘Espoir' dizisi için ‘Hypnos Yaprakları'nı istiyordur. Camus'nün kurduğu cümleler, kurduğu dil ve söylem o kadar hoşuna gider ki şairin, seve seve bu isteği yerine getirir. Dostlukları ve arkasından mektuplaşmaları 1946 yılında işte bu şekilde başlar.

‘PARİS YORGUNU' İKİ YAZAR

Camus ve Char'ın mektuplarında, kitaplarının yazış süreçleri kadar gündelik hayattaki meseleleri de görmek mümkün. Söz gelimi, genç hayranları imzalı kitap istediklerinde, çeşitli hastalıklar için tedavi gördüklerinde, bir yakınlarını kaybettiklerinde... Ama bu konulardan en fazla yer tutan her iki yazarın da sık sık dile getirdikleri Paris yorgunluğu. Bir yerde Camus şöyle diyor örneğin: “Derdim şu: Paris'ten de, buranın haydutlarından da yoruldum. İçimden geçen, ülkeme, Cezayir'e dönmek gerçekte, insanlarla dolu bir ülkedir orası, sert, unutulmaz, gerçek bir ülke.” Char'ın o büyülü şehirle ilgili “Buna karşılık, Paris her şeyin tadının, kokusunun aynı olduğu bir kliniğe dönüyor gitgide.” sitemi Camus'nün, “Oradaki ilişkilerin bayağılığı, ödlekçe yaranma isteği daha şimdiden midemi bulandırıyor.” cümlesinden sonra ne kadar da hafif kalıyor!

Yapı Kredi Yayınları'ndan 1946 ile Camus'nün vefatından hemen öncesine,1959 yılına kadar süren “Yazışmalar”ı Franck Planeille yayına hazırladı. Planeille, hayranlıktan doğan ve yine hayranlıkla beslenen bu dostluk için şunları söylüyor. “1946'da buluşan yalnızca iki insan değildir, onlar birbirinden çok farklı, buna karşın bir tek yapıtları sayesinde yaklaşabildiğimiz o ‘yeraltı ırmağı'nda birbirine yakın olan iki sanatçıdır.” Kuşku yok, çünkü Camus, Char'ın şiirlerine kadar şiirle bağını koparmış bir kişidir. Çıkan hiçbir şey ilgisini çekmezken, ancak Char'la içindeki boşluğu (ya da çukuru) ağzına kadar doldurabilir. Hatta bir yerde “Bu metin her şekilde kendiminkinden bile daha gerçek bir ses gibi yankılanıyor içimde.” diyecektir. Char'ın hayranlığı da Camus'nünkinden farksız değildir. Başkaldıran İnsan'ı iki kez okuduktan sonra hiçbir yapıtın bu kitaba yaklaşamayacağına inancını coşkuyla anlatır: “Şu diktiğiniz, birdenbire kurduğunuz, hem sığınak hem de cephanelik, hem dayanak hem de eylemle düşünceye atlama tahtası olan bu dağı, inanın birçoğumuz, abartılı bir iyelik eki kullanmaksızın, dağımız bileceğiz. Artık “yaşamak gerek, değil mi ki” değil, “yaşamaya değer, çünkü…” diyeceğiz. Siz en önemli savaşı, savaşçıların asla kazanamadığı savaşı kazandınız.”

Rengim Gökmen'in görevden alınması mahkemeden döndü

$
0
0

Eski Devlet Opera ve Bale (DOB) Genel Müdürü Rengim Gökmen'in Kültür ve Turizm Bakanlığı aleyhine açtığı dava sonuçlandı. Gökmen'in hukuka aykırı olarak görevden alındığı gerekçesiyle Ankara 7. İdare Mahkemesi'nde açtığı davada görevden almanın hukuka aykırı olduğuna karar verildi.

Buna göre, bakanlığın 30 iş günü içinde Gökmen'i yeniden DOB Genel Müdürlüğü'ne getirmesi gerekiyor. Gökmen'in avukatı Metin Günday kararla ilgili sosyal medya hesabından şunları yazdı: “Görevden alınması ne kadar saçmaysa, iadesi o kadar isabetli olmuş.” Rengim Gökmen, geçtiğimiz yıl TÜSAK yasa tasarısıyla ilgili eleştirilerinin ardından Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik tarafından görevinden alınmıştı.

Miramax 1 milyar dolara satılık

$
0
0

Amerikan sinema sektörü Miramax'ın satılacağı söylentileriyle gündemde. Ucuz Roman, Bridget Jones'un Günlüğü, İngiliz Hasta gibi ödüllü filmlerin yapımcısı Miramax, resmi olarak açıklanmasa da satış için çalışma yapıyor.

Reuters'ın haberine göre, şirket içinden bir yetkili yatırımcı gruplarla satışa yönelik piyasa araştırması yapıldığını açıkladı. Alıcı olarak en yakın aday ise Bloomberg görünüyor. Televizyon sektöründe faaliyet gösteren Bloomberg'in 1 milyar dolara Miramax'ı satın alması bekleniyor. 1979'da Hollywood'un ünlü yapımcı kardeşleri Bob ve Harvey Wienstein tarafından kurulan Miramax, 1993'te Disney'e satılmıştı. 2010 yılında Katar merkezli bir yatırımcı grup tarafından 660 milyon dolara satın alınan şirket, son olarak Berlin Film Festivali'nde yarışan, Ian McKellen'ın başrolde olduğu Bay Holmes / Mr. Holmes filminin yapımcılığını üstlenmişti.

Genç küratörler aranıyor

$
0
0

Unkapanı'ndaki İMÇ 5. Blok'ta yer alan sanat mekanı 5533'te ağustos ayı boyunca yeni bir sergi dizisi başlıyor. Protocinema ortaklığında gerçekleştirilecek proje, 2015-2016 sezonu boyunca devam edecek.

PROTO 5533 adlı proje kapsamında, genç sanatçı ve küratörlerin danışmanlık sistemi ve kamusal bir program eşliğinde düzenleyecekleri sergi dizisi sanatseverlerle buluşacak.

PROTO 5533 kapsamında seçilen küratörler çeşitli yayınlarda yazılar kaleme almış; galeri, müze, konuk sanatçı programlarında bağımsız küratör olarak çalışmış adaylardan oluşuyor. Seçilen küratörlerin her biri, sergileri hakkında dünyanın önde gelen sanat mekanlarında görevli ‘danışman küratörler'den destek alarak, çoğu Türkiye'den gelen sanatçılarla sergi düzenleyecek.

Projeye seçilen küratörler Naz Cuguoğlu, Kevser Güler, Mehmet Kahraman, Ghaith Mofeed, Nicole O'Rourke, İlhan Ozan ve Ulya Şoley. Danışman küratörler ise Çelenk Bafra (İstanbul Modern), Anne Ellegood (Hammer Museum, Los Angeles), Övül Durmuşoğlu (Berlin/İstanbul), Anthony Huberman (Wattis İCA, San Francisco), November Paynter (SALT), Mari Spirito (Protocinema), François Quintin (Galeries Lafayette, Paris). (www.protocinema.org)

Yemeği kültürden ayrı düşünemezsiniz

$
0
0

Üç aylık Yemek ve Kültür dergisi 40. sayısıyla 10 yılı geride bıraktı. Edebiyat, tarih ve araştırma yazılarının yer aldığı dergide, kaybolan yerel yemeklerin tarifleri, mutfak gereçleri, gelenekler kayda geçiriliyor. Yemek ve Kültür dergisinin hikâyesini Musa Dağdeviren'den dinledik.

Yemek ve Kültür'ün hikâyesi biraz da sizin hikâyeniz. Bütün bu yemek yolculuğu nasıl başladı?

Dedem, abilerim, dayılarım fırıncıydı. Zaten yemeğin içerisinde doğdum desem yeridir. Kurutulmuş dolmanın, salçanın, pekmezin, şehriyenin bile evde yapıldığı bir ortamda büyüdüm. Sıkı takipçisi ve parçasıydım bu süreçlerin. Bir merakım vardı; bir yerlere gittiğim zaman, bizim dışımızdaki insanların, mesela Adana'nın Tekir yaylasındaki Yörüklerin yaşamını, abdalların yaşamını merak ederdim. Bilmediğim şeyleri de muhakkak tadıyordum.

Peki İstanbul'a yolunuz nasıl düştü?

1978'de İstanbul'a geldim. İki dayımın Kurtuluş, Şişli, Çağlayan ve Feriköy'de mekanları vardı, onlarla çalıştıktan sonra 12 kişilik bir arkadaş grubuyla, 1979-1982 arasında deveyle tarihi İpek Yolu'nu gezdik. İnsan odaklı bir yolculuktu, oradaki insanların nasıl yaşadıklarını merak ettim. Mesela biz yoğurdu nasıl tüketiyoruz, onlar nasıl tüketiyor, biz keşi (yoğurt kurusu) nasıl yiyoruz, onlar nasıl yiyor?

Bu yolculukta sizi etkileyen şeyler nelerdi?

Daha çok beslenme kültürüyle ilgiliydi. O dönem Sovyetler Birliği vardı. Komünler nasıl işliyor, komün lokantalar ne yapıyor, buradaki sosyal yaşam nasıl diye... Çok ilginç şeylerle karşılaşıyordum. Benzerlikler olsa da mesela mantının üstüne yoğurt dökmeden yediklerini görmek, bulgur pilavını görmemek, zerdeyle karşılaşmamak gibi... O zaman tabii çok yüzeysel bir şeydi, çünkü ekipmanımız yoktu. Döndükten sonra Toroslarda, Ege'de, Akdeniz'de de çalışmalar yaptım.

CEMAL SÜREYA DA MÜŞTERİMİZDİ, SEZAİ KARAKOÇ DA

Amacınız neydi?

Burada yeme içmenin merkezini oluşturmak gibi bir hayalim vardı, hatta hiç yapamasam bir yemek atlası oluşturmak istiyordum. Bu fikri bakanlıklarla konuştuk, görüştük. Hep dinlediler, “çok güzel, iyi” dediler ama 25 yıl önceyle 5 yıl önce de aynı şeyi ifade ettiler. O zaman yemekle ilgili bir araştırma merkezi kurmak istedik ama yapamadık. O yıllarda Numune Hastanesi'nin kantin fırınında çalışıyordum. Üç arkadaş mekan açalım istedik. Çiya isminde 6 masalı bir yer açtık. Burada Mozart'la, Bach'la, Chopin eşliğinde yemek sunduk. Bu Çiya'nın kendi müşteri profilini oluşturdu. Okuyan, entelektüel donanıma sahip, mesela Cemal Süreya da müşterimizdi, Sezai Karakoç da...

Peki, bütün bu çalışmaları nasıl değerlendirecektiniz?

Saha çalışmalarımdan ve birikimlerimden en azından yılda bir kere kitap çıkarmayı hedefliyorduk. Çiya Sofra'yı açtığımız zaman kitap mı dergi mi diye düşündük, özellikle Turgut Çeviker'le. O da bizim müşterilerimizdendi. Sohbet, tartışma, benim aklımı çeldi, “bunları dergide yapalım” dedi. Böylece dergi sürecini tartışmaya başladık. Dergi çıkmadan yaklaşık 3 yıl sadece manifestosunu tartıştık. Nasıl bir dergi olacak, özellikleri, misyonu ne olacak, nasıl bir bakış açımız var... Günay Kut, Turgut Kut, Nazlı Pişkin, ben ve Turgut Çeviker'den oluşan bir ekiple başladık. Daha sonra yayın kuruluna Özge Samancı girdi, gittikçe çoğaldık. Bugünlere geldik.

Dergiyle ne yapmak istiyordunuz?

Edebiyatımızda yeme içmenin yeri, tarih, folklor ve komşularımızın ve dünyadaki diğer toplumların beslenme kültürünü sorguluyorduk. Yemeğin edebiyatından tutun da tarihine, mitolojisine, etimolojisine, halk bilimine, karikatürüne kadar yemek etrafında her şeyin merkezini oluşturmaya yönelik bir anlayışla bu dergiyi çıkardık. Her sayıda da bu çoğala çoğala devam etti. Bu süreçte de Çiya Yayınları'ndan beş kitap çıkardık.

Yemek ile kültürün ilişkisi için ne dersiniz?

Yemeği kültür objesinin dışına çıkaramazsınız ya da onu sadece bir tüketim objesi gibi göremezsiniz. Bu haksızlık olur. Bizde yemek yaşamın her anında, yani doğum ve ölüm arasındaki her aşamada anlamı olan bir şey. Bu coğrafyadaki hemen her toplumun yemekle bu şekilde bir bağı var. Kürt, Türk, Rum başka türlü işliyor. En basiti, biri Muharrem ayında aşure yaparken, biri Paskalya'da anuşabur, diğeri de cenazede koliva yapar.

‘Yemeğin milliyeti olmaz'

“Türkiye yemekleri demek daha doğru. Anadolu mutfağı diyen de var, Osmanlı mutfağı, Bizans diyen de var. Ama Bizans diyorsan hangi dönem, Selçuklu diyorsan hangi dönem, kaynağın ne? Süryani yemekleri, Ermeni, Rum yemekleri deniyor. Bektaşi, Mevlevi yemekleri, yakında çıkar Şafii yemekleri! Böyle bir şey olabilir mi? İngilizler yemeklerini Britanya yemeği diye mi satıyor, biz niye Osmanlı diyoruz? Bu bir ticari pazarlama yöntemi. Dergimize on yıldır çok önemli katkıları olmuş bilim insanları var. Bu insanlar cesaret edip saraydan yemek tarifleri veremiyorlar. Kanuni, Abdülhamit bunları yemiş diyemiyorlar ama piyasada inanılmaz akıllı insanlar var! Fatih'e domatesli tarhana çorbası içirenden mi söz edelim, Hitit döneminde fasulye ekmeğinden mi söz edelim. Erzurum yemeği, Trabzon yemeği, Antep yemeği demek doğru. Yemeğin milliyeti olmaz, coğrafyası olur.”

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live