Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

İlahi ışıklar, illaki renkler…

$
0
0

Ressam Burhan Özer’in, "İlahi Işık, İllaki Renkler" isimli kişisel suluboya resim sergisi geçtiğimiz cumartesi günü Bakraç Sanat Galeri’sinde açıldı. Sergi; sanatçının suluboya tekniğiyle yaptığı natürmort, peyzaj, portre vs. örneklerden oluşan yaklaşık 35 adet resimden oluşuyor. Sergi 17 Nisan’a kadar açık.

Burhan Özer: 1961 yılında Adana’da doğdu. İlk ve orta öğretiminin ardından, 1986’da Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’ne derece ile girdi. 1991 yılında Adnan Çoker Atölyesi’nden mezun oldu. İstanbul Cihangir'de atölye çalışmalarına devam etti. Ulusal ve uluslararası 100'e yakın kişisel ve karma sergilere katıldı. Sanatçı; birçok workshop düzenledi, yarışmalarda jüri üyeliği ve jüri başkanlığı yaptı. Özel bir televizyon kanalında; desen, akrilik, yağlıboya ve suluboya tekniği ile ürettiği farklı örnekleri sanatseverlerle paylaşıyor. İstanbul Suluboya Topluluğu Derneği’nin başkanlığını sürdüren Burhan Özer'in ''Suluboya Sanatı '' isimli bir kitabı bulunuyor. Burhan Özer, İstanbul Kadıköy'deki atölyesinde çalışmalarına devam ediyor. www.burhan@burhanozer.net


Yale’den görünen Ayasofya

$
0
0

Boğaziçi Üniversitesi, Mimar Sinan konusunda yaptığı araştırmalarla tanınan mimarlık tarihçisi ve Boğaziçi Üniversitesi’nin Kurucu Rektörü Aptullah Kuran’ı anma konferansına bu yıl Yale Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde ders veren Prof. Dr. Robert Nelson’ı konuk ediyor.

Robert Nelson, “Ayasofya. Holy Wisdom. It is what the world needs most and has lost (Dünyanın En Çok İhtiyaç Duyduğu, Ancak Yitirdiği Kutsal Bilgelik)” başlıklı konuşmasında dünya kültür mirasının önde gelen eserlerinden Ayasofya üzerine yaptığı çalışmaları aktaracak. Konferans, yarın Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Gülay Barbarosoğlu’nun ev sahipliğinde, Boğaziçi Üniversitesi Rektörlük Konferans Salonu’nda saat 17.00’de gerçekleşecek.

Tasarımı en güzel kitaplar sergileniyor

$
0
0

Bu yıl 51.si kutlanan Kütüphane Haftası kapsamında, Goethe-Institut İstanbul işbirliğiyle SALT Araştırma’da “En Güzel Almanca Kitaplar 2014” adlı koleksiyon sergilenecek.

Yarın başlayıp 4 Nisan’a kadar sürecek sergide, Kitap Sanatı Vakfı tarafından Almanya’da her yıl düzenlenen yarışmada seçilen en güzel 25 kitap yer alıyor. Yarışmada içerikten ziyade kitap tasarımı ve kitap yapımındaki üstün kalite ön plana çıkıyor. Almanya’da bir kaynak türü olarak kitaba ve biçimine daha fazla dikkat çekilmesini de amaçlayan yarışmaya Alman yayınevleriyle birlikte yabancı yayınevleri de katılabiliyor ancak kitap imalatının tümüyle Almanya’da gerçekleşmiş olması gerekiyor. “En Güzel 25 Kitap” tasarım, konsept ve işçilik açısından örnek gösterilebilir kitaplardan oluşuyor. 803 kitap arasından beş kategoride seçilen beşer kitaptan oluşan koleksiyon, daha önce Frankfurt Kitap Fuarı’nın Kasım 2014’teki TÜYAP kitap fuarı standında gösterilmiş ve Goethe-Institut İstanbul’a bırakılmıştı. Kitaplar sergiden sonra SALT Araştırma’da kalacak. Sergi çerçevesinde Kitap Sanatı Vakfı yöneticisi Katharina Hesse’nin bir sunumu da olacak.

Ali Baba ve haramileri yine sahnede

$
0
0

Antalya Devlet Opera ve Balesi (ANTDOB) sanatçıları, bestesi Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü ve Genel Sanat Yönetmeni Selman Ada’ya ait iki perdelik “Ali Baba ve 40” operasının ilk gösterimiyle Haşim İşcan Opera Sahnesi’nde sanatseverlerin karşısına çıktı.

Daha önce “Ali Baba ve 40 Haramiler” olarak sahneye konulan eser bu kez “Ali Baba ve 40” adıyla sahneye taşındı. Librettosunu Tarık Günersel’in yazdığı eserin yönetmenliğini Ankara Devlet Opera ve Balesi Başrejisörü Mehmet Yılmaz üstlendi. “Ali Baba ve 40” operası, 1991 yılından bu yana Türkiye’deki tüm operalar tarafından sahnelenen ve dünya opera evleri repertuvarına girmiş ilk Türk operası. Eserin orkestra şefliğini Caner Ruhselman, koro şefliğini Mahir Seyrek, dekor tasarımını İsmail Dede, kostüm tasarımını Sevtaç Demirer, koreografisini Kürşat Kılıç, ışık tasarımını ise Fuat Gök yaptı. Opera yarın, 4, 7, 9 ve 11 Nisan olmak üzere beş kez daha Haşim İşcan Opera Sahnesi’nde sahnelenecek.

Korsan oyunların peşine düştü

$
0
0

Özgecan Aslan’ın katledilişi ve benzeri kadına şiddet olayları, son bir ayda tiyatro sahnelerinde duyarlılığa vesile oldu. Özellikle genç tiyatrocular, oyunlarında güncel sorunları işleyen Nobel ödüllü İtalyan yazar Dairo Fo’nun oyunlarını keşfetti. Fakat, oyuncu Füsun Demirel’den hepsine itiraz geldi.

Dünya Tiyatro Günü kimi oyuncular için şarkılı türkülü, kimileri için de adliye önünde geçti. Oyuncu Füsun Demirel ise bu özel günde başka bir konunun gündeme taşınmasını istedi ve sosyal medya dostlarına “Dünya Tiyatro Günü’nde biraz da eser sahiplerinin haklarını, telif haklarını, korsan oynayan tiyatroları gündeme taşıyın.” diye seslendi. Her alanda olduğu gibi tiyatroda da telif hakları sorunu çıkabiliyor. Özellikle genç tiyatrocular bu konuda dikkatsiz, biraz da tecrübesizliklerinin kurbanı oluyorlar.

Geçtiğimiz şubat ayında Mersin’de bir cinayete kurban giden Özgecan Aslan olayı, genç sanatçılarda kadın oyunlarına yönelik bir hassasiyet oluşturdu. İlk keşfettikleri isim ise 1997 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan İtalyan yazar Dario Fo ve onun oyunları oldu. Genç tiyatrocular, eserlerinde yolsuzluk, organize suçlar, politik cinayetler, savaş gibi güncel olayları anlatan Fo’nun, eşi Franca Rame ile birlikte yazdığı ‘Kadın Oyunları’ adlı eseri sahneye taşımak istedi. Son bir ayda Antalya Kırmızı Kalem Tiyatrosu, Yalova Gri Sanat Tiyatrosu, İstanbul Cadılar Tiyatrosu iyi niyetlerle yola çıktıkları amaçlarına ulaştılar. Ankara Kent Sahnesi ile İstanbul Proje İmalat Merkezi’nin 23 Mart’ta ve 10 Nisan’da sahneleyeceğini duyurduğu oyunlar ise Füsun Demirel’in girişimiyle iptal edildi. Çünkü Demirel, Dario Fo ile Franca Rame’nin 27 oyununu İtalyancadan Türkçeye kazandıran, telif hakkına sahip ülkemizdeki tek isim. 1995’te eşiyle kurduğu, FN Ajans ve Açılım Yayınları çatısı altında 30 yılını bu işe verdi. Demirel, oyunlarla ilgili afişleri ve ilanları gördükçe sosyal medya hesabından gençlere şöyle seslendi: “Sevgili gençler tam 1983 yılında bu oyunlar birer birer Türkçeye kazandırıldı. 1985 yılında sevgili Deniz Türkali sahneye taşıdı ilk kez. Ama izinsiz, sorgusuz, sualsiz alıp korsanlık yapmak ne demek... Bir tiyatro oyununa karar verdiğinizde yapılacak ilk adım yazar iznidir. 30 sene mücadele ettik. FN Ajans küçük bir telif ajansıdır. Sadece Dario Fo ve Franca Rame’i temsil eder. Fikir sanat eserlerine tecavüz edilmez. Neredeyse 30 senemi verdiğim, beni benden almış olan emeklerimin böyle heba edilmesi, onlara gaddarca davranılmasına göz yummayacağım. Bilmiyordum, haberim yoktu demek çok ayıp oluyor, üzüyorsunuz, yoruyorsunuz, aramız açılıyor. ”

Farklı kültürel ve sosyal çevrede bulunan 5 kadının öyküsünü anlatan Kadın Oyunları, Fo ve Rame’in en ünlü oyunlarından biri. Fo’nun ayrıca ülkemizde Ödenmeyecek Ödemiyoruz, Sıradan Bir Gün, Klaksonlar, Borazanlar ve Bırtlar oyunları sahnelendi. 1990’lı yılların sonunda sahnelenen ve çok sevilen ‘Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’nü İstanbul Devlet Tiyatrosu sekiz sezon sahneye taşıdı. Ankara Sanat Tiyatrosu ise Fo’nun ‘Tesadüfen Kadın Elizabeth’ adlı oyununu bu sezon sahneliyor.

GRİ SANAT TİYATROSU

Genç tiyatroculara çok kızdım, çünkü...

“Dario Fo’nun eserlerini orijinal dilinden ben çevirdim, daha önce Almancadan yapılmış çeviriler vardı ve onlar oynanıyordu. Ama onlar da korsan ve izinsizdi. 1983’te İtalya’dan döndükten sonra Dario Fo ve eşiyle görüşmeye devam ettik. Konuşmalarımızın birinde bana, ‘Oyunlarım en çok üç ülkede kaçak oynanıyor, Çin, Rusya ve Türkiye.’ demişlerdi. Ta o yıllarda bu sorun vardı. Aslında tabii ki bu çevirileri, gençler, amatörler ve genç profesyoneller oynasın diye de yaptım. Hatta ‘Kadın Oyunları’nın önsözünde ‘Amatörler için el kitabı’ diye yazar. Öncelikle hedefimiz bu gençler ancak bunların karşılıklı diyalogla, izinle olması gerekiyor. Hangi şehirde, kim oynuyor bu oyunu bilmek istiyoruz. Bunca yıl geçti, telif kültürü ülkemizde oturur diye umutlandım ama tam tersi oldu. Herkes izinsiz oynadığında, profesyonel tiyatrolar oyunu sahnelemek istediklerinde sorun olabiliyor. Gençlerden zaten çok fazla telif istemiyoruz. Tiyatronun durumuna göre değerlendiriyorum bunu. Eğer bakanlıktan destek almamışsa, gişesi yoksa, zaten bir şey almıyoruz.”

Salon’da ‘sine-konser’

‘Milli Mücadele’ müzayedede

$
0
0

Asker ressamlarımızdan usta sanatçı Sami Yetik’in 1917 tarihinde yaptığı ‘Milli Mücadele’ adlı eseri 12 Nisan Pazar günü Antik AŞ müzayedesinde satışa sunuluyor.

Askerler, efeler ve süvarileri özgün fırça darbeleri ile tuvaline aktaran sanatçının eserinin açılış fiyatı 550 bin TL. Saat 16.00’da başlayacak müzayedede ayrıca Türk resim sanatının usta ismi Nazmi Ziya’nın 1910-1925 dönemine ait üç önemli eseri yer alıyor. Halil Paşa’nın fırçasından “Şakayıklar”, Hikmet Onat’ın “İstanbul” konulu çalışmaları, Şevket Dağ’ın ustalık dönemi eserlerinden interiorler’in yanı sıra Feyhaman Duran, Vecihi Bereketoğlu ve Mahmud Cûda gibi sanatçılara ait eserler yer alıyor. Müzayedede Hasan Rıza Efendi, Kazasker Mustafa İzzet, Yahya Hilmi, Mahmud Celaleddin, Mehmed Esad Yesari gibi Türk hat sanatına yön veren hattatların eserleri ve Kur’an-ı Kerim’ler de müzayedede yer alıyor. Müzayededeki eserler, 11 Nisan’a kadar Antik Palace’ta görülebilir. (0212 236 24 60)

Çizgilerle ‘sanat insanları’

$
0
0

Portre çiziminde özgün bir yeri olan karikatür sanatçısı Necati Abacı’nın (1958-2004) ‘Sanat İnsanları’ adlı sergisi 2 Nisan’da Karaköy’deki Schneidertempel Galerisi’nde açılıyor.

1982’den 2004’e kadar Yahya Kemal Beyatlı, Abidin Dino, Adalet Ağaoğlu, Salah Birsel, Adalet Cimcoz, Ahmet Rasim, Adnan Saygın, Atilla İlhan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Can Yücel, Devrim Erbil, Edip Cansever, Enis Batur, Hilmi Yavuz, Neyzen Tevfik, Münir Özkul, Yıldız Kenter, Tomris Uyar, Suna Pekuysal, Suna Kan gibi kültür, sanat ve edebiyat alanlarının önde gelen isimlerinin portrelerini, grafik mizah diliyle çizen Abacı’nın sergisinde 33 çizgisi yer alacak. Abacı, aslında, 1982’de ‘Sanat İnsanları’, 1987’de ‘Sanat Kadınları’, 1994’te ‘Çizgi İnsanları’ ve 2004’te ‘Şiir İnsanları’ başlıkları altında 200 kadar portre çalışmıştı. Eserleri o yıllarda İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Bursa, Datça, Malkara’da sergilenmiş; yapıtların tümü sanat, kültür ve edebiyat dergilerinde yayımlanmıştı. On bir yıl önce vefat eden Abacı, sergi vesilesiyle yeniden hatırlanıyor. ‘Sanat İnsanları’, 17 Nisan’a kadar görülebilir. (www.necatiabaci.com) 0212 249 01 50

Can Yücel Hilmi Yavuz

Adalet Cimcoz Ahmet Rasim


Siyah-beyaz bir hayalin ardından

$
0
0

Fotoğrafın ince ruhlu şairi ve bilgesi Michel Vanden Eeckhoudt, hayata veda etti. Zaman’ın 25. kuruluş yıldönümünde “Türkiye’de Zaman” projesi için ülkemize gelen ve Toroslar’da Yörüklerle bir hafta geçiren usta fotoğrafçı, geride hafızalardan silinmeyecek kareler bıraktı. Her zaman siyah-beyazın büyüsüne inanan Belçikalı fotoğrafçı, bir münzevi gibi yaşayıp sessizce göçtü dünyadan.

Dünyayı bütün tuhaflığı ile olduğu gibi kabul ediyordu. Zıtlıkların bir denge oluşturduğunu düşünüyordu. Hayattan alınan zevkler, keyifler ve acılar insan içindi. ‘Bir hayali barındırıyor’ dediği siyah beyaz fotoğraflarıyla dünyayı değiştirme iddiasında olmadı. ‘Onları gülümsetebilir miyim? İnsanların kendilerini sorgulamalarına vesile olabilir miyim’ kaygısı daha ağır basıyordu onda. Yakalandığı amansız hastalığın aramızdan ayırdığı fotoğrafçı Michel Vanden Eeckhoudt, basit yaşadığı hayata sessiz sedasız veda etti.

1947’de Belçika’da doğdu Eeckhoudt. 1986’daki kuruluşundan bu yana Ajans VU üyesi olarak mesleğini sürdürdü. Zaman’ın 25. kuruluş yıldönümünde gerçekleşen “Türkiye’de Zaman” projesi vesilesi ile Türkiye’ye gelen ve Toroslar’da Yörükleri çalışan usta fotoğrafçı, çektiği fotoğraflara iki yıl önce yayımladığı “Doux-Amer” kitabında da yer vermişti. “Benim için renk gerçekliği yansıtıyor. Siyah-beyaz da bir gerçeklik ama içinde hayali de barındırıyor. Siyah-beyazda daha başarılı olduğumu düşünüyorum. Bu yüzden böyle çalışıyorum.” dediği röportajını verirken de, Türk fotoğrafçıların karşısına geçip bilgi ve tecrübelerini paylaşırken de aynı ruh halindeydi Vanden Eeckhoudt: Mahcup! Sözlüye kalkmış bir ilkokul talebesi gibi yüzü kızarıyordu, terliyordu.

Michel Vanden Eeckhoudt

YÖRÜK GÖÇÜNDE BİR BELÇİKALI

Eeckhoudt, bir münzeviydi aslında. Fotoğraf çekerken, fotoğraf düşünürken, fotoğraf seçerken yalnız olmayı tercih ediyordu. Toroslar’a giderken kendisine eşlik eden fotomuhabiri İsa Şimşek’i geri yollamıştı ilk günün sonunda. Dilini, töresini, âdetlerini bilmediği Yörüklerle hal diliyle bir hafta seyahat etmiş, göçlerine katılmış, sonunda harikulade fotoğraflarla geri dönmüştü. Kıl çadır, develer, koyunlar, keçiler, dağlar, vadiler siyah beyaz suretlere düşüp son Yörüklerin bütün hikâyesini barındırıyordu tonlarında. Fotoğrafçıyı tanımlarken mücadeleci ve kavgacı olması gerektiğini özellikle belirtiyordu. ‘Sezgisel öngörüleri ve realiteyi yansıtırken heyecanı es geçmeyen fotoğraflar çekmenin’ önemini vurguladı konuşmalarında. Fakat varsa yoksa heyecan, diyordu: “Sanırım, her şeyden önce heyecan. Fotoğrafların çağrışım yaratma gücü. Fotoğrafların güçlü olması ve içlerinde şiirsellik bulunması hoşuma gidiyor.”

Geçtiğimiz cumartesi hayatını kaybeden Michel Vanden Eeckhoudt “Türkiye’de Zaman” projesi kapsamında Türkiye’ye gelmiş ve Toroslar’da Yörükleri çalışmıştı. Usta fotoğrafçı, bu projeye iki yıl önce yayımladığı “Doux-Amer” kitabında da yer vermişti.

Bütün evreni olduğu gibi hayvanları da çok seviyordu. Hayvan fotoğrafları çekmek için safariler, uzak ülkeler hedefinde değildi. Sokaklar, parklar, bahçeler, kırlar ona yetiyordu. “İnsanlar yabancı bir ülkeye gittiklerinde ilk olarak büyük müzeleri, mabetleri geziyorlar. Ama ben doğrudan hayvanat bahçesine gidiyorum.” sırrını paylaşıyordu. Londra’ya Türkiye’de Zaman sergisi için davet ettiğimizde buna şahit olmuştuk. Kaşla göz arası bir fırsat buluyor, doğruca hayvanat bahçesine gidiyordu. Birkaç gün içinde güçlü birkaç fotoğraf çıkardığını gülümseyen gözlerinden ve heyecanından anlayabilirdiniz. İsviçre’de bir at ameliyatını izlemişti bir defasında. Bern’de bir hayvan hastanesinde yaptığı mesaiyi unutamıyordu. Bazen soluğu bir veterinerlik okulunda alıyordu. Geleceğin veterinerlerine bir kediyi ya da köpeği nasıl tedavi edeceklerini göstermek için yapılmış plastik modelleri görmüştü. Libération gazetesi için tıpta kullanılmak için yetiştirilen maymunların fotoğrafını çekti.

Sağlığı ile ilgili sorunlar olduğunu öğrendiğimde ziyaret etmek istememize rağmen yoğun tedavi sürecinde buna imkân olmamıştı. Geçtiğimiz yıl Türkçe Olimpiyatları için bulunduğum Almanya’nın Düsseldorf kentinden günübirlik Brüksel’e gitmiştim ailesiyle de görüşerek. Ziyaret için ondan ilgisini ve dostluğunu esirgemeyen Gael Turine ile buluştuğumuzda, acil olarak yine hastaneye kaldırıldığını öğrenip hayal kırıklığına uğramıştık. Bu sefer üzücü haberi bir başka kadim dostu Jane Evelyn Atwood verdi, belki ailesine başsağlığı dilersiniz, diye.

Fotoğrafın ince ruhlu şairi ve bilgesi Michel Vanden Eeckhoudt, artık aramızda değil. “Türkiye’de Zaman”ın bereketli ikliminde fotoğraflarını, bilgisini, tecrübesini ve en önemlisi dostluğunu bizimle paylaşan güzel insanı hep hatırlayacağız.

Operadaki Hayalet ve Mamma Mia geliyor

$
0
0

Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi, dünyaca ünlü müzikalleri İstanbul'a getirmeye devam ediyor. Broadway'in yine en uzun soluklu müzikallerinden “The Phantom of the Opera-Operadaki Hayalet” 7 Nisan-17 Mayıs tarihleri arasında, İstanbul'da ilk kez 2008'de sahnelenen Mamma Mia müzikali ise 29 Eylül-4 Ekim tarihleri arasında Zorlu Center PSM'de izleyici karşısına çıkacak.

İngiliz besteci Andrew Lloyd Webber'in eseri olan Operadaki Hayalet, Paris Operası'nda hayalet olarak tanınan, yüzü ileri derecede deforme olmuş bir müzik dâhisinin, yetenekli ve güzel Soprano Christine'e olan saplantılı aşkını konu alıyor. Fransız yazar Gaston Leroux'ın aynı adlı romanından uyarlanan müzikal, hasılatıyla Titanic, E.T. ve Star Wars gibi filmleri geride bırakmış bir yapım. Albüm satışları dünya çapında 40 milyonu aşan müzikalin, içlerinde Tony ve Oliver ödülleri de olmak üzere 50'den fazla tiyatro ve müzikal ödülü bulunuyor.

İlk olarak 1986 yılında Londra'da sahnelenen müzikal, birçok kez beyazperdeye de uyarlandı. Bu uyarlamalardan biri de Joel Schumacher'ın yönetmenliğinde çekilen ve 2004 yılının sonlarında gösterime giren müzikal-filmdi. Film, 3 dalda Oscar'a, 3 dalda ise Altın Küre'ye aday gösterilirken Phantom rolünde yer alan Gerard Butler'ı da sinema dünyasına kazandırdı. 130 kişilik bir ekipten oluşan Phantom of the Opera'nın her bir performansında; 230 kostüm, 281 mum, 14 şifonyer, 250 kg kuru buz ve 10 adet sis makinesi kullanılıyor. Ayrıca her bir performansta 22 sahne değişimi bulunuyor. 25 yıl boyunca 40 ülke, 110 şehirde, 65 bin performansla 80 milyonluk bir izleyici kitlesine sahip olan Operadaki Hayalet, dünya turneleri kapsamında 15'ten fazla dile çevrildi.

Mamma Mia

1970'lerin efsane grubu Abba'nın şarkılarından esinlenilerek hazırlanan Mamma Mia müzikali, Sophie'nin düğününden önce babasını bulma macerasını anlatıyor. Catherine Johnson'ın yazdığı, bestesini Benny Andersson ve Björn Ulvaeus'un yaptığı, Phyllida'nın yönettiği müzikal, BKM organizasyonuyla İstanbul'a geliyor. ABBA'nın aralarında 'Honey Honey', 'Money, Money, Money', 'Thank You for the Music', 'Mamma Mia' ve 'Dancing Queen' gibi parçaların olduğu şarkılarının söylendiği müzikali 20 yılda 54 milyon kişiye ulaşmış.

Üç kütüphaneye, bir kütüphaneci düşüyor

$
0
0

Bu yıl 30 Mart-5 Nisan tarihleri arasında kutlanan 51. Kütüphane Haftası’nda, aslında hiç de iç acıcı bir tablo yok. Okul Kütüphanecileri Derneği Başkanı ve Türk Kütüphaneciler Derneği Genel Başkan Yardımcısı Aydın İleri’nin yaptığı açıklamaya göre, Türkiye’de üç kütüphaneye, maalesef bir kütüphaneci düşüyor. Türkiye hala kütüphane yoksunu, mevcut kütüphaneler ise materyal ve personel bakımından yetersiz. Kütüphane Haftası’nın gündeminin 51 yıldır aynı olduğunu söyleyen Aydın’ın açıklamasından başlıklar şöyle:

51 yıldır değişen hiçbir şey yok

51 yıldır siyaset kurumunun kütüphaneciliğe bakış açısı aynı. Kütüphaneciliğin bayram günleri olan Kütüphane Haftaları’nın 51 yıldır ana gündemi meslek yasası, kütüphanelerin yetersizliği, kütüphanecilerin istihdamı, özlük hakları vb. bu gündem ülkede uygulanan kültür politikaları/politikasızlığı nedeniyle sürüp gidecek gibi. Yeni dönemde bu süreci değiştirecek olan biz kütüphanecileriz. Kütüphanelerin örgütlü mücadelesi, birlikteliği “Teknik Kadro” sürecinde nasıl sonuç aldıysa, devamını getirmek kütüphanecilerin ellerinde.

2014’te 4 kütüphaneci atandı

Üniversite düzeyinde kütüphanecilik eğitiminin 60. yılını geride bıraktığımız günlerde (Bilgi ve Belge Yönetimi) bölümlerimiz, ülke çapında; 9 Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü, 580 öğrenci kontenjanı ile kütüphaneci yetiştiriyor. Her yıl 500’e yakın mezun veriyor. Mezun olan binlerce kütüphaneci adayı atanma umutları ile KPSS sınavlarına giriyor. Umutlarını bağladıkları atamaların en sonuncusunda Kasım 2014’te 4 kütüphaneci kadrosu açıklanınca kütüphaneciler olarak umutsuzluğa düştük. Kütüphaneciler çalışma için kadro beklerken, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı, 122’si kapalı olan, 1.118 halk kütüphanesinde sadece 353 kütüphanecilik/ bilgi ve belge yönetimi bölümü mezunu personel çalışıyor. Üç kütüphaneye bir kütüphaneci, bir kütüphaneciye üç kütüphane düşüyor. Çalışan kütüphanecilerin büyük bir kısmı metropol şehirlerde ve bakanlığın merkezi teşkilatlarında çalıştırılıyor. Birçok ilimizde, bir kütüphaneci ile kütüphanecilik hizmeti veriliyor.

Bütçesiz, binasız, personelsiz üniversite kütüphaneleri

Ülkemizin üniversite kütüphanelerinde çalışan personelin yüzde 18 kütüphaneci. Birçok kütüphanemizde bir kütüphaneci çalışırken, kütüphaneci çalıştırmayan vakıf üniversiteleri bulunuyor.

Milli eğitimde kütüphanecinin adı yok

Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı eğitim kurumlarında çağdaş eğitimin olmazsa olmazı okul kütüphanesi 2013 TÜİK verilerine göre sayısal olarak 27 bin 449 belirtilmekte, gerçeklikte okul kütüphanelerinin adı var, kendisi yok denecek bir durumda. 4+4+4 eğitim modeline geçildiği süreçte, olduğu iddia edilen kütüphanelerin çoğu derslik yapılmak üzere sınıflara çevrildi. Sivil toplum kuruluşlarının ve bağışçıların desteği ile yapılan, ülke çapında sayısı 150’yi geçmeyen Z-Kütüphaneler ile Okul Kütüphaneleri açılsa da bu çalışmalar Türkiye geneli okulları için bir anlam ifade etmemektedir. Özel eğitim kurumlarında çalışan kütüphanecileri saymazsak Milli Eğitim Bakanlığı kadrosunda çalışan kütüphaneci sayısı sıfırdır. Yeni dönemde bakanlığın girişimleri ile bu alana dair olumlu gelişmeler yaşansa da kalıcı ve köklü çözümleri içermemektedir. Önünde 2023 vizyonu olan hükümet, kütüphane politikası konusunda kendinden önceki hükümetlere benzer politikalar uygulamaktadır. Son yapılan “Milli Eğitim Şurası”nda kütüphanelerden, kitaptan, okuma kültüründen hiç bahsedilmemiştir. 2015 yılında çocuklar kütüphanelerden, kitaptan, edebiyattan, sanattan yoksun yetişmekte. Çocuğun aileden sonra kitapla ilk buluşma yeri olan çağdaş eğitim kurumları kütüphanesiz, kütüphanecisiz. Bilgi kaynaklarına özgürce erişemeyen bir nesil yetişmekte. Sevgili yazarımız Muzaffer İzgü'nün çok güzel bir sözü burada devreye girmeli "Çocuk okuru olmayan bir toplumun yetişkin okuru olmaz".

Türkiye’de halk kütüphanesi sayısı 1.118

Olmayan okul kütüphanelerinin yükü halk kütüphanelerine binmektedir. Halk kütüphanelerinin güncel durumu, personel, bina, bütçe ve koleksiyon açısından yetersiz. Kütüphanelerin mevcut çalışma saatleride kütüphanelerin kullanımı olumsuz etkilemekte. Yeni dönemde yerel yönetimlerin kültür hizmetlerine verdiği önem artsada bu gelişmeler ülke geneline yayılacak kadar önemli bir gelişme kaydetmemektedir. İyi örneklerin olduğu belediyelerde, belediye başkanlarını ve belediyelerin kültür müdürlerinin vizyonlarıyla sınırlıdır. EBLIDA (Kütüphane, Enformasyon ve Dokümantasyon Dernekleri Avrupa Bürosu) istatistiklerine göre; Almanya’da halk kütüphanesi sayısı 9550, Fransa’da 9400 Türkiye’de bu sayı 1.118’dir. Kütüphanelere kayıtlı kullanıcı sayısı bakımından da Türkiye Avrupa ortalamasının çok gerisindedir. Fransa’da kayıtlı kullanıcı sayısı 11.3 milyon, İngiltere’de ise 11.4 milyon iken, Türkiye’de halk kütüphanelerinde kayıtlı kullanıcı sayısı sadece 1 milyondur. Rakamların dili Türkiye’de kütüphanelere ve kitaplara verilen değeri göstermektedir. İnsanlık tarihi ile başat bir kurum olan, uğruna savaşlar yapılan kütüphane, toplumsal ilerlemenin, aydınlanmanın ve uygarlığın sembolü olmaya devam ediyor.

Mesleğin özü ıskalanıyor

Kütüphanelerin kamuya para kazandırmayan kurumlar olması, kütüphanelerin yöneticiler tarafından bir yük gibi algılanması nedeniyle kütüphanecilik mesleğinin özü ıskalanıyor. Toplumun aydınlanması, bilgiye, edebiyata, sanat eserlerine yurttaşların eşit ve ücretsiz erişmesi, “yaşam boyu eğitim” hizmetinin kamusal yararı, kütüphanelerin toplumsal bir dinamik kurum olması öteleniyor. Asgari bir ücret politikası yüzünden yoksulluk sınırı altında yaşayan, yoksullukla mücadele eden milyonlarca insanın olduğu ülkemizde bilginin, belgenin, teknolojinin bir toplum hizmeti olarak imkanlar dahilinde eşit olarak, toplumun her kesiminden, her yaştan insanına hizmet veren demokratik ve çoğulcu kurum olan “kütüphane kurumu” yok sayılıyor. Bu sorunun çözümü kültür ve bilgi ve kütüphane politikasından geçmektedir. Ülkemizin hâlâ bir “kütüphane yasası”, “kütüphane politikası”, “kütüphane meslek tanımı” yok. Yazının başında verilen rakamların tümünün özünde yatan sorunun temel kaynaklarına buradan baktığımızda her şey daha açık ve net.

Afife Tiyatro Ödülleri’nin adayları açıklandı

$
0
0

Türkiye’nin tiyatro alanında en önemli ve uzun soluklu ödülü Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nin 2015 adayları, dün akşam Four Seasons Hotel’de düzenlenen basın toplantısı ile açıklandı. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri İcra Kurulu Başkanı Salih Başağa, Yapı Kredi Sanat Danışmanı Haldun Dormen, Jüri Başkanı Merih Tangün ile jüri üyelerinin ev sahipliğinde gerçekleştirilen basın toplantısında, özel ödüle layık görülen isimler de belli oldu.

Her sezon tiyatro camiasının merakla beklediği Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nde bu yıl Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü’ne Prof. Dr. Zeliha Berksoy, Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü’ne Firuze Engin, Yapı Kredi Özel Ödülü’ne ise Şahika Tekand layık görüldü.

Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nin bu sene 19. yılına ulaştığını belirten Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri İcra Kurulu Başkanı Salih Başağa, şu değerlendirmelerde bulundu: “Yapı Kredi ve tiyatro birlikteliğinin aslında 64 yıllık bir geçmişi var. Ülkemizde ilk özel tiyatro; Küçük Sahne 1951 yılında Muhsin Ertuğrul tarafından Yapı Kredi’nin katkıları ile kuruldu. Bu yolculuğa ise 19 yıl önce Afife Jale’nin adını yaşatma, ustaları taçlandırma ve bugünün tiyatrocularını geleceğe taşıma hedefiyle çıktık. Geldiğimiz noktada tiyatromuzda ortaya konan işlerin gerek nitelik gerek nicelik olarak oldukça zenginleştiği bir dönem yaşıyoruz. Sahnelenen oyunların sayısı arttıkça ve çeşitlendikçe, tiyatromuz daha çok insanın hayatına dokunuyor ve daha çok sahipleniliyor. Bu ilerlemelere Yapı Kredi olarak katkıda bulunuyor olmamız bizim için büyük bir gurur kaynağı.”

Başağa; “İlk günden bugüne, parçası olan herkesin büyük özveriyle yaşattığı Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri, aynı zamanda ülkemizde bir kurumun tiyatro için düzenlediği en uzun soluklu ödül unvanını da taşıyor. Önümüzdeki yıl 20. yılımızı en güzel şekilde kutlayacağız. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nin 20. yıla ulaşması ve tiyatromuzun köklü bir geleneği haline gelmiş olması, bize hem gurur veriyor hem de bizi çok heyecanlandırıyor.” şeklinde konuştu. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’nin Türk tiyatrosunun zenginliğinin, eriştiği noktanın ve geleceğinin bir kutlaması olduğunu belirten Yapı Kredi Sanat Danışmanı Haldun Dormen ise “Her sezon kalitesi daha da artan tiyatromuzun devamlılığın sağlanması için sanata emek veren insanların takdir edilmesi ve desteklenmesi büyük önem taşıyor. Büyük özveriyle 19 yıldır kesintisiz devam eden Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri bu anlamda çok önemli bir misyonu başarıyla yerine getiriyor, getirmeye de devam edecek.” dedi.

En başarılı prodüksiyondan, ışık tasarımcısına, en başarılı kadın oyuncudan, yardımcı rolde en başarılı erkek oyuncuya kadar 11 ayrı kategoride adayların ödüllendirildiği 19. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri, 27 Nisan 2015 Pazartesi akşamı Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek törenle sahiplerini bulacak.

2015 Afife Tiyatro Ödülleri adayları

MUHSİN ERTUĞRUL ÖZEL ÖDÜLÜ:Çalışmalarıyla Türk tiyatrosunun gelişmesine önemli katkılarda bulunan Prof. Dr. Zeliha Berksoy’un.

CEVAT FEHMİ BAŞKUT ÖZEL ÖDÜLÜ: Firuze Engin, (Cambazın Cenazesi - İkincikat)

YAPI KREDİ ÖZEL ÖDÜLÜ: Türk tiyatrosuna katkıda bulunmuş iş veya sanat dünyasının önemli ismi Şahika Tekand’ın.

YILIN EN BAŞARILI OYUNU:

Hayvan Çiftliği (Bakırköy Belediye Tiyatroları)

İki Kişilik Yaz (DOT)

Bir Yaz Gecesi Rüyası (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları)

Sırça Hayvan Koleksiyonu (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları)

Dolu Düşün Boş Konuş (Oyun Atölyesi)

YILIN EN BAŞARILI YÖNETMENİ

Muharrem Özcan (Dolu Düşün Boş Konuş)

Alexandar Popovski (Bir Yaz Gecesi Rüyası)

Alexandar Popovski (İmparatorluk Kuranlar Yahut Şümürz)

Yıldırım Fikret Urağ (Sırça Hayvan Koleksiyonu)

Berfin Zenderlioğlu (Cambazın Cenazesi)

YILIN EN BAŞARILI ERKEK OYUNCUSU

Fatih Al (Dolu Düşün Boş Konuş)

Salih Bademci (Tesir)

Bedir Bedir (İstenmeyen)

Rıza Kocaoğlu (Ormanlardan Hemen Önceki Gece)

Tuğrul Tülek (İki Kişilik Yaz)

YILIN EN BAŞARILI KADIN OYUNCUSU

Gizem Erdem (İki Kişilik Yaz)

Hasibe Eren (Dolu Düşün Boş Konuş)

Selen Öztürk (Bakarsın Bulutlar Gider)

Melisa Sözen (Kalp Düğümü)

Aslı Yılmaz (Tesir)

YARDIMCI ROLDE YILIN EN BAŞARILI ERKEK OYUNCUSU

Arda Aydın (Bir Yaz Gecesi Rüyası)

Bedir Bedir (Üst Kattaki Terörist)

Cem Zeynel Kılıç (Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa)

Murat Okay (Dolu Düşün Boş Konuş)

Yavuz Şeker (Bir Yaz Gecesi Rüyası)

YARDIMCI ROLDE YILIN EN BAŞARILI KADIN OYUNCUSU

Aybanu Aykut (Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa)

Banu Çiçek Barutçugil (Üst Kattaki Terörist)

Tomris İncer (Kral (Soytarım) Lear)

Yeşim Koçak (Çürük Temel)

Ayşecan Tatari (Sırça Hayvan Koleksiyonu)

YILIN EN BAŞARILI SAHNE TASARIMI

Barış Dinçel (Hayvan Çiftliği)

Jesse Gagliardi, Simone Mannino (Kalp Düğümü)

Sven Jonke (Bir Yaz Gecesi Rüyası)

Cem Yılmazer (Çürük Temel)

Cem Yılmazer (Sırça Hayvan Koleksiyonu)

YILIN EN BAŞARILI GİYSİ TASARIMI

Ayşegül Alev (Hamlet Makinesi)

Candan Seda Balaban (Kral (Soytarım) Lear)

Hale Eren (Kerbela)

Sadık Kızılağaç (Hayvan Çiftliği)

Jelena Prokovic (Bir Yaz Gecesi Rüyası)

YILIN EN BAŞARILI SAHNE MÜZİĞİ

Merih Aşkın (Hak)

Çağrı Beklen (Dolu Düşün Boş Konuş)

Tahsin İncirci (Kerbela)

Orhan Enes Kuzu (Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa)

Mete Sakpınar (Bir Delinin Hatıra Defteri)

YILIN EN BAŞARILI IŞIK TASARIMI

Yüksel Aymaz (Kral (Soytarım) Lear)

Yakup Çartık (Hamlet Makinesi)

Yakup Çartık (Hayvan Çiftliği)

Cem Yılmazer (Sırça Hayvan Koleksiyonu)

Kemal Yiğitcan (Ormanlardan Hemen Önceki Gece)

YILIN EN BAŞARILI GENÇ KUŞAK SANATÇISI

Sercan Gülbahar (11' E 11)

İbrahim Halaçoğlu (Cambazın Cenazesi)

Güneş Sayın (Tesir)

Edip Tepeli (Sırça Hayvan Koleksiyonu)

Seda Türkmen (Cambazın Cenazesi)

Jüri üyeleri

Doç. Dr. Merih Tangün (Jüri Başkanı) - Doç. Dr., Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Ana Sanat Dalı Başkanı, Dublaj Sanatçısı, Yazar

Aylin Alıveren - Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Ana Sanat Dalı Öğretim Görevlisi, Dramaturg

Ayşe Draz - Oyuncu, Yönetmen, Dramaturg

Ata Ünal – Akademisyen, Dramaturg

Atsız Karaduman – Devlet Tiyatrosu Oyuncusu

Dr. Beki Haleva - Yıldız Teknik Üniversitesi Fransızca Mütercim Tercümanlık Ana Bilim Dalı Öğretim Görevlisi, Çevirmen, Tiyatro Eleştirmeni

Prof. Bengi Bugay - Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Ana Sanat Dalı Öğretim Üyesi, Sahne Dekor ve Kostüm Tasarımcısı

Bülent Ekuklu – Senarist, Yapımcı, Sinematek Derneği Senaryo Yazarlığı ve Dramatik Yazarlık Eğitimi

Ceren Ercan – Dramaturg, Bakırköy Belediye Tiyatroları Öğretim Görevlisi, Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi, Sinema ve TV Bölümü

Çiçek Dilligil - Tiyatro ve Dizi Oyuncusu, Actor Studio’nun Genel Sanat Yönetmenive Tiyatro Eğitmeni

Demet Taner – Sinema - TV Phd. Sanatta Yeterlilik / Doktora

Deniz Gökçer - Tiyatro, Sinema ve Dizi Oyuncusu, Eğitmen

Ebru Soyuerden - Oyuncu

Engin Uludağ – İstanbul Üniversitesi Konservatuarı-Yeditepe Üniversitesi-Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümleri Öğretim Görevlisi, Şehir Tiyatroları Rejisör

Prof. Dr. Esin Küntay – Hukukçu ve Sosyolog, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Hakan Silahsızoğlu – Aktör, Tiyatro Oyuncusu ve Yöneticisi, Çevirmen

Ilgın Sönmez – Genel Yayın Yönetmeni

Mehmet Kerem Özel - Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Öğretim Üyesi,

Leman Yılmaz - İKSV Direktörü

Mark Levitas – Oyuncu, İstanbul Aydın Üniversitesi Drama ve Oyunculuk Bölümü Öğretim Görevlisi

Mine Çerçi – Clout Theatre ve Clockfire Theatre’da Oyuncu, Yönetmen, Yazar

Özlem Bahar Öç - Sanat Tarihçisi, Amatör Oyuncu, Çevirmen

Özlem Hemiş – İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı, Sahne Sanatları Bölümü, Tiyatro Anasanat Dalı Öğretim Görevlisi

Selçuk Borak – Koreograf

Prof. Dr. Selçuk Erez – Jinekolog, İstanbul Tabip Odası Başkanı

Serap Eyüboğlu – Oyuncu, Yönetmen, Eğitmen

Sevinç Erbulak - Tiyatro, Sinema ve Dizi Oyuncusu, Müjdat Gezen ve Erbulak Akademi Sahne Uygulaması Eğitmeni

Tijen Par – Oyuncu, Öğretim Görevlisi

Tülay Erünsal - İstanbul Esnaf ve Sanatkarlar Odası Birliği Kadın Kurulu Başkanı, Radyo Yapımcısı ve Sunucu

Yıldız Tunbul – Uluslararası Opera Sanatçısı, Ses Eğitmeni

Joan Miro’yu 150 bin kişi ziyaret etti

$
0
0

Sabancı Holding’in katkılarıyla 23 Eylül 2014-8 Mart 2015 tarihleri arasında SÜ Sakıp Sabancı Müzesi’nde (SSM) düzenlenen “Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” adlı sergiyi, 5 buçuk ayda 150 bin kişi ziyaret etti.

Miró’nun Akdeniz coğrafyası ve insanına dair gözlemlerinden ilham alarak, kadın, kuş ve yıldız temalarına odaklanan sergi; resim, baskı, heykel ve seramiklerin bulunduğu 125 eserden oluşan seçkiyle sanatçının sembolik dilini anlama imkânı sunuyordu. Sergi kapsamında ayrıca 10 bin 871 çocuğun katıldığı 481 çocuk atölyesi düzenlendi.

Llosa: Günümüz romanları tamamen eğlence

$
0
0

Latin Amerika edebiyatının ustalarından Mario Vargas Llosa, ilerleyen yaşına rağmen epey üretken bir dönem geçiriyor.

2010’da Nobel Edebiyat ödülünü alan 78 yaşındaki Llosa, geçtiğimiz haftalarda İspanya’da kendi yazdığı “Tales of the Plague” adlı tiyatro oyununda rol almıştı. Yazarın 2014 Eylül ayında Türkiye’de okura ulaşan “Ketum Kahraman” adlı son romanı, İngilizcede (The Discreet Hero) yayımlandı. İki ayrı kentte yaşayan iki karakterin öyküsünü anlattığı ve suç, suçluluk, ceza ve ahlâk kavramları üzerine okuru düşünmeye zorlayan yazar, İngilizceye çevrilen bu romanın ardından Telegraph’tan Tim Martin’e konuştu. “Günümüz romanları çok etkili bir teknikle, iyi yapılmış ve çok parlak; fakat edebiyat değil, sadece eğlence.” diye yakınan Llosa, oyunculuk deneyimini ise “Herkes bir süreliğine de olsa başka bir kimliği yaşamak ister ve bu oyunculuk deneyimi benim gibi ömrünü kurmaca eserlerle geçiren biri için heyecan verici bir olaydı.” diye tarif ediyor. Pek çok konuşmasında “edebiyatı olmasa da olur bir eğlencelik gibi gören anlayışa” karşı sürekli eleştiriler getiren yazarın bu son açıklamaları dikkate değer. Edebiyatın değişiklikler üretmediğine inanmadığını söyleyen Llosa şöyle devam ediyor: “Edebiyatın sosyal ve politik etkisi daha az kontrol edilebilir bir düzeyde. Belirli konularda yazarak, bazı şeylerin değişmesinde etkili olunabileceğini düşündüm. Şimdi tamamen yanıldığımı anladım. Fakat edebiyatın etkisi olmadığına inanmıyorum. Benim için önemli olan, okurda eleştirel bir bakış açısını geliştirmek.”

Çello yıldızları Antalya’da

$
0
0

Çello sanatçıları Yeliz Kızılay, Seda Aslanoğlu, Gani Sharipov, Pınar Cumbul, Erdem Akça, Çağla Bilgin, Yasemin Damla Aydınlı ve Yağmur Gülveren, yarın akşam Antalya Haşim İşcan Kültür Merkezi Opera Sahnesi’nde konser verecek.

‘Çello Yıldızları’ adlı konserde sanatçılara soprano Nurdan Aydın, mezzo soprano Medine Tuganova ve arp sanatçısı Senem Çin eşlik edecek. Saat 20.00’de başlayacak konserin repertuvarında Rossini’nin Sevil Berberi operasının açılış bestesi ile Cavaleria Rusticana’dan ‘Ave Maria’, Saint-Seans’tan ‘Kuğu’, Carmen’den ‘Bohem Dansı’, La Bayadere’den ‘Nikiya’nın Ölümü’, Bolero’dan ‘Ravel’, Villa-Lobos’tan ‘Aria’, Cello Guys’tan ‘Prelud’ besteleri yer alıyor. Konserin 10 TL olan biletleri, öğrenciler ve emekliler için ise yüzde 50 indirimli. (www.biletiva.com)


Afife’dir, tartışılır!

$
0
0

Bu yıl 19. kez verilecek olan Afife Tiyatro Ödülleri’nin adayları önceki akşam açıklandı ve artık bir gelenek haline gelen tartışmalar hemen başladı. Aday olamayanlar seslerini yükseltirken, ‘jüri üyeleri neden değişmiyor, bir üye yılda kaç oyun izliyor?’ gibi cevaplanması gereken sorular da dile getiriliyor.

Bu yıl 19.su verilecek olan Afife Tiyatro Ödülleri’nin adayları önceki gün Beşiktaş’taki Four Seasons Oteli’nde yapılan basın toplantısıyla açıklandı. 11 ayrı kategoride verilen ödüller, 27 Nisan Pazartesi akşamı Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek törenle sahiplerini bulacak. Aynı akşam, üç özel ödül de verilecek. Çalışmalarıyla Türk tiyatrosunun gelişmesine katkıda bulunan Prof. Dr. Zeliha Berksoy, Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü’nü, Şahika Tekand Yapı Kredi Özel Ödülü’nü, Firuze Engin ise bu yıl ilk kez sahnelenen oyunu Cambazın Cenazesi ile oyun yazarı Cevat Fehmi Başkurt ödülünü alacak.

Afife Tiyatro Ödülleri, Türkiye’nin en önemli ödüllerinden biri. Bu kadar önemli olunca aynı zamanda en çok tartışılan ödülü unvanını da taşıyor. Adaylar açıklandıktan sonra başlayan tartışmalar ödül gecesine, hatta sonrasına kadar devam ediyor. Geçen yıl komedi dalının çıkarılmasıyla alevlenen ve oyunlarda emeği bulunan bazı sanatçıların jüride yer almasıyla büyüyen tartışma, bu yıl hemen adayların belli olmasıyla yine başladı. Toplantı çıkışında kulislerde konuşulan ve sosyal medyaya yansıyan eleştiriler, genellikle şu sorular etrafında birleşiyordu:

“Geçtiğimiz mart ayından itibaren İstanbul’da 200’ün üzerinde yeni oyun sahnelenmeye başladı. 30 kişiden oluşan Afife jürisi bir yılda bu oyunların kaçını izledi? Her jüri üyesinin izlediği oyun sayısı açıklanamaz mı?” İki yüz oyun, 200 gün tiyatro salonuna gitmek demek. Bu aslında ciddi bir mesai istiyor. ‘Aday olamayan’ların bu soruya cevap araması normal karşılanabilir.

Ve sorular uzayıp gidiyor: “İki yüz oyun arasında sadece 24 oyunun 55 dalda aday gösterilmesi ne kadar adil? Jüri üyelerinin her yıl değişmesi daha doğru olmaz mı? Afife Tiyatro Ödülleri neden maddi olarak da tiyatroları ve oyuncuları desteklemiyor? Bu yıl aday olan kadın ve erkek oyuncuların çoğu, oyunculuk anlamında kendini kanıtlamış, televizyon dünyasının popüler yüzleri. Tiyatro tarihine ‘sahneye çıkan ilk kadın oyuncu’ olarak geçen Afife Jale adına verilen bu ödüllerin önemli bir görevi de yeni isimleri keşfetmek, yüreklendirmek değil mi?”

Basın toplantısında görüştüğümüz yeni jüri başkanı Doç. Dr. Merih Tangün, her jürinin en az 50 oyun izlediğini söylüyor ama Tangün’ün tartışmalarla ilgili diğer sorularımıza cevap vermemesi bu cevabını da belgelenmeye muhtaç kılıyor, diğer eleştirileri de haklı çıkarıyor.

Batı’da itibarlı bir meslek: Biyografi yazarlığı

$
0
0

Biyografi, yoğun emek gerektiren türlerin başında geliyor. Göz değmemiş mektuplar, günlükler, yazarın eş-dost çevresiyle görüşmeler ve çekmecelerde bekleyen terekenin altından kalkmak uzun bir uğraş gerektiriyor.

Selim İleri, geçtiğimiz hafta sonu “Hayal ürünü bir karakter” başlıklı köşe yazısında Virginia Woolf’tan Türkçede yayımlanan denemeler seçkisinden hareketle, Türkiye’de biyografi yazmanın zorluklarına değiniyordu. “Bir romancının biyografisini yazacaksınız sözgelimi; mektuplar, günceler, yaşamı noktalanmış romancının henüz yaşayan eşi, dostları… Bizde bunlara ulaşmak da epey zor.” diyen İleri yazısını şöyle bitiriyordu: “Hoş, yayınlansa, şimdinin hayhuyunda kaç kişi önemseyip okuyacak!”

Ülkemizde biyografiye olan ilgisizlik ve yayımlanan kitapların azlığı düşünüldüğünde Selim İleri çok da haksız değil. Bir tarafta böyle ağır bir türe odaklanan yazarların üretimleri yayın dünyasının kargaşasında arada kaynarken, öte tarafta yayıncılar da biyografi türüne kafa yoranların pek de fazla olmayışından genellikle başka dillerden çevirilerle bu alanı doldurmakta. YKY, İletişim, İş Kültür ve Kapı gibi yayınevlerinin çeviri biyografi kitaplarının yanı sıra Türkiye’den bazı isimler hakkındaki biyografiler mevcut. Fakat, Batı’da biyografi, çok canlı ve sürprizli bir alanda ilerliyor. Kitabevlerinin biyografi türüne ayrılmış rafları, yılın en iyi biyografi kitabı seçkileri, bu kitaplardan yola çıkarak sinemaya uyarlamalar ve edebiyat ödülleri (Samuel Johnson gibi) bu türe ilgiyi hem okur, hem yazar hem de yayıncı cephesinde diri tutuyor. Biyografiler, çok satanlar listelerinde bile yer alabiliyor.

Lessing için biyografi yazarı aranıyor

Son on yılda bu türün yükselişi bir dönem kendilerini ‘biyografi yazarı’ olarak tanımlamaya çekinenlerin talihini değiştiren bir sürece dönüştü. Claire Tomalin, Richard Holmes, Margaretta Jolly, Peter Ackroyd, Frances Wilson, Claire Harman, Maggie Fergusson, Charles Nicholl, Miranda Seymour ve yakın zamanda T.S. Eliot hakkında yazdığı yeni biyografi ile dikkat çeken Robert Crawford gibi isimler bu türün ustaları arasında. Bu alanda üretim yapanlara kulak verdiğimizde ise çeşitli gözlemler ve endişeler var. Birçok ödül alan Maggie Fergusson için biyografi, öyle bir derinlikte ve çekicilikte yazılmalı ki normal şartlarda yan yana bile gelmeye tahammül edemeyeceğiniz bir insanın hayatını okuduktan sonra, onunla vakit geçirmeyi arzulamaya götürmeli sizi. Biyografi yazarı olan Profesör Kathryn Hughes, son dönemlerde bu türde yazanlar arasında Wikipedia kaygısı yaşandığını dile getirmiş ve ‘Tüm bilgileri bu tür online sitelerden ulaştıktan sonra biyografi yazarlarına ne iş kalıyor?’ sorusunu gündeme getirmişti.

Nobel ödüllü yazar Doris Lessing, 2013’te ölmeden önce George Bernard Shaw hakkında yazdığı eserle ödül alan Michael Holroyd’un kendi biyografisini yazmayı çok arzuladığını belirtmişti, fakat bu ne yazık ki gerçekleşmedi. Lessing ise vasiyetinde Holroyd’u bu konuda yazması için işaret etse de şimdilerde 80 yaşında olan yazar bu işin altından çok da kolay kalkamayacağını söylüyor, zira seneler evvel böyle bir teklifi Lessing’e sunduğunda ise böyle bir eser gerçekleşmediğini belirtelim. Bu yüzden yazarın edebî; mirasını elinde bulunduran vârisleri yeni bir biyografi yazarı arıyor. Britanya’nın önemli edebiyat ödüllerinden biri olan ve kurmaca olmayan eserlere verilen Samuel Johnson Ödülü’nün, biyografi türüne odaklandığını da hatırlatalım.

Biyografi, Selim İleri’nin dediği gibi ülkemizde henüz ilgiyle okunan bir tür değil. Bu türün Batı’daki seyri gittikçe genişlerken, üretimlerini biyografi alanında sürdüren pek çok yazar var. Yeni yayımlanan her kitap, hakkında yazılan kişiye alışılmadık aynalar tutuyor ve bu eserler türün meraklılarına da büyük haz veriyor. Fakat Woolf’un o kışkırtıcı sorusunda dediği gibi “Yalnızca büyük adamların hayatları mı yazılmalı? Yaşamış olan ve geriye yaşamından bir kayıt bırakmış olan herhangi birinin yaşamı da biyografisinin yazılmasına layık değil mi?”

Harper Lee’nin yeni romanının kapağı hazır

$
0
0

Amerikalı ünlü yazar Harper Lee’nin, 55 yıl aradan sonra yayınlanacağı duyurulan ikinci romanı ‘Go Set a Watchman’ın kapağı hazır.

14 Temmuz’da İngiltere ve Amerika’da aynı anda 2 milyon kopya ile yayınlanacak olan ‘Go Set a Watchman’ şimdiden listelerde bir numaraya oturdu. Türkiyeli okurlar ise Go Set a Watchman’i okumak için fazla beklemeyecek. Kitap, bu yıl 7-15 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek olan 34. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’yla aynı anda Püren Özgören çevirisiyle Sel Yayıncılık tarafından yayımlanacak.

81 ilde aynı anda kitap okudular

$
0
0

Bu yıl 29 Mart-5 Nisan arasında kutlanan 51. Kütüphaneler Haftası nedeniyle dün 81 ilde aynı anda kitap okundu.

‘Barış İçin Kitap Okuyoruz’ sloganıyla yola çıkılan ve saat 12.30 ile 13.00 arasında düzenlenen etkinlik, küçük büyük herkesi bir araya getirdi. Türk Kütüphaneciler Derneği tarafından 4.sü düzenlenen kitap okuma şenliğinde bu yıl Çanakkale Zaferi’nin 100. yılı anısına “Kültürlerarası Diyalog ve Kütüphaneler” kapsamında “dünya barışına” dikkat çekildi. İstanbul’da, Sultanahmet Meydanı’nda yapılan kitap okuma etkinliğine bölgedeki okullardan gelen 700 öğrenci ile İstanbul Üniversitesi’nden 150 öğrenci ve çeşitli kütüphanelerden katılan 50 kütüphaneci birlikte kitap okudu. Toplumun kitap ve kütüphaneye ilgisini çekmek, okuma alışkanlığı konusunda farkındalık meydana getirmek için yapılan etkinlikte, okuyucular banklarda, çimenlerde ve taşların üzerinde oturarak kitap okudu.

Türk Kütüphaneciler Derneği Genel Başkan Yardımcısı Aydın İleri, “Nitelikli kütüphaneler, okuyan toplum, aydınlaşmış bir Türkiye” diyerek kütüphanecilerin bayramında böyle bir etkinliğin Türkiye’ye ışık saçmasını dilediğini belirtti. İleri, “Burada yaktığımız kıvılcım tüm Türkiye’ye yayılsın. Yeni kütüphaneler açılarak, kitaplar alınsın.” dedi. İleri, 81 ilde ‘Kitap Okuyoruz’ etkinliğini Türk Kütüphanecileri Derneği, Okul Kütüphanecileri Derneği, Yayıncılar Birliği ve çeşitli yayınevlerinin desteği ile başlattıklarını ifade etti. Ülkemizdeki okuma ve kütüphaneleri kullanma oranlarına, yerel ve merkezî; iktidarların kütüphanelere olan ilgilerinin azlığına farkındalık çekmek istediklerini belirten İleri, bu oranı artırmak için ellerinden geleni yapacaklarını kaydetti.

Program, Sultanahmet’e gelen yerli ve yabancı turistlerin de dikkatini çekti. Kitaplarını yanlarında getiren öğrenciler, öğretmenleri ile birlikte kitap okuduktan sonra okullarına geri döndü. Etkinlik, öğrencilere yeni kitaplar verilmesi ile son buldu.

"Yeraltı, aslında şu anda içinde bulunduğumuz dünya"

$
0
0

2011 yılında "Masumlar" romanıyla Sedat Semavi Ödülü'nü alan en genç yazar olan Burhan Sönmez, üçüncü romanı "İstanbul İstanbul" ile yeniden okurun karşısına çıktı. Yerin üç kat altında bir işkence hücresinde geçen romanda Küheylan Dayı, Öğrenci Demirtay, Doktor ve Berber Kamo acıya katlanabilmek için birbirlerine İstanbul'da geçen masallar, hikâyeler anlatıyor. Sönmez'le hayata tutunmak için hayal kuran bu kahramanları ve yeraltını konuştuk…

İstanbul'u çok tartıştığımız, çok konuştuğumuz bir dönemden geçiyoruz. Neden şimdi bir İstanbul romanı yazdınız?

Aslında bu benim dışarıdaki dünyaya göre karar verdiğim bir şey değil. Bu roman on yıldan fazla zaman önce zihnimde zaten netti, çalışmalarına başlamıştım, tasarlamıştım. Son dört beş yılımı da fiili yazma süreciyle geçirdim.

O halde neden İstanbul?

Özellikle bugün insanlığın fiziki olarak yarattığı en büyük dünya, mega-kentler. Mega-kent demek bir küçük dünya demek. Dünyanın her yerinde bulunan, doğuda, batıda, kuzeyde, güneyde, geçmişte ve gelecekte olan her şeyi bugün tek bir mekânda toplama çabası aslında... Diğer yandan, kent, insanın yoktan var ettiği bir şey. İnsanlıktan önce böyle bir örnek yoktu doğada. İnsan geldi ve kendisi bunu geliştirerek var etti. İnsanlığın yaratımı kent kavramını ifade edecek birkaç yer var, İstanbul bunların başında gelir.

Peki, mega-kent diyorsunuz ama kitap yeraltında geçiyor. Mekân olarak yeraltını seçmenizin sebebi ne?

Roman için konu bulmak kolaydır, esas mesele, o konuyu hangi bakış açısından vereceğiz… Ben İstanbul üzerine düşünürken kente bakışım genelde zaman üzerinde odaklandı. Genelde edebiyatımız İstanbul'u ikiye bölerek düşünür: Bir yanda geçmiş zamanın yitik İstanbul'u, diğer yanda bugün içinde yaşam mücadelesi verdiğimiz, keşmekeşin, kargaşanın İstanbul'u. Oysa bu bakışın aşılması, iki zaman arasındaki çizginin kaldırılması ve zamanın tek merkezde toplanması gerekiyor. İstanbul'u zaman üzerinden değil mekân üzerinden bölmeyi tercih ettim. Geçmişin ve bugünün İstanbul'u değil, yukarıdaki ve aşağıdaki İstanbul diye böldüm kenti. Yer üstündeki İstanbul yeraltında acı çekenlerin gözünden nasıl görünür? Bunu anlatmaya çalıştım. O yüzden bir İstanbul değil, iki İstanbul var orada. Ama sonuçta iki İstanbul aynıdır, tektir.

Kitapta hiç yer üstüne çıkamıyoruz ve salt bir İstanbul güzellemesi de yok. Aksine insanların onu ne kadar tahrip ettiğini dile getiriyorsunuz, durmadan çoğalan gökdelenlere atıflarda bulunuyorsunuz. Günümüz İstanbul'unun pek de sevilecek bir yanı kalmadı mı?

Romandaki kahramanlar hikâyeleri hep bunun üstüne kurarlar. Onların düşüncesinde de ifade bulan şey bu; İstanbul tahammül edilmez bir kent ama insanın da kaçamayacağı, bir tür mahkûm olduğu yer. Burada iki bakış ortaya çıkıyor. Bir yanda, İstanbul artık güzelleştirilemez, güzel İstanbul geçmişte kaldı, diyen ve bu yüzden kenti istismar etmekte sakınca görmeyen bakış. Diğer yanda, İstanbul yeniden güzelliğini kazanabilir, bunun için mücadele etmeliyiz, diyen bakış. Bir güzellik mücadelesi. Politik gibi görünen bir tema ama aslında bütün mesele gelip İstanbul ve güzellik üzerine odaklanır. Güzellik artık estetik bir kavram değil, aynı zamanda politik ve etik bir kavram. Belki insanın hayata karşı kötülüğünü veya dürüstlüğünü ifade eden bir kavram.

Romanda umut taşıyan tek şey karakterlerin hayal kurmaları. Acaba yeraltında bunca işkence görürken bile karakterlerinizi hayata sıkı sıkı bağlamak mı istediniz?

Acının içindeler ve ölümün kıyısındalar. İnsan acı ve ölümle bu kadar iç içeyken, onu hâlâ diri tutacak çok az şey vardır. Birincisi, herhalde mizahtır. Bu yüzden oradaki hikâyelerin büyük bir kısmı mizahi hikâyelerdir. Bir diğer nokta ise insanın kendi hayalleriyle o koşulları dönüştürme isteğini sürdürmesi, çünkü onların hayali sadece acıdan kaçış değil, o acıyı aşma ve o acının içinde yeni bir şey yaratma çabası.

Acıya dair de derin sorgulamalar da var kitapta. İşkence gördüğü halde acıya direnen, belki ona kafa tutan insanlar var. Sizi İstanbul ile acıyı birlikte düşünmeye iten sebep neydi?

Sadece aşkın gücüne veya sadece hayalin gücüne de dayanabilirdim. Ama acıya yaslanmak, anlatmak istediğim şeyi anlatmama imkân verecek temel dayanak olacaktı. İnsanı hayvandan ayıran temel nokta zekâ üzerine değil, acı üzerine gelişen çizgidir. Şöyle bir tasnif yapılabilir: Hayvanı bitkiden ayıran şey acıyı hissetmesidir, bitki acı hissetmez, hayvan ise acı hisseder. İnsan ise yalnızca kendi acısını değil başkasının acısını da hisseden canlıdır. Çünkü onun zihin dünyası ötekine ulaşma gücüne sahiptir. Eğer insanı bitkiden ve hayvandan ayıran çizgi acı karşısındaki varoluşuysa bugün bu dünyada ve İstanbul'da biz insanın bu varlığını sorgulayacak noktaya geldik. Yanınızda insanlar ölürken, insanlar yoksulluk içinde acı çekerken onların acısını hissetmeyen, hatta başkalarının acısıyla alay eden, dalga geçen, üstelik bundan nemalanan çok büyük bir kültür yetişiyor maalesef. İnsanlık, acıyla dalga geçen, acıya karşı duyarsızlık kabuğu ören bir kültür yetiştiriyor. Burada o zaman biz ister istemez şu soruyu sormak zorunda kalıyoruz: İnsanlık dediğimiz bu canlı türü toplumsal evriminin hangi aşamasında, hayvandan ne kadar uzağız? Düşünüyoruz, dilimiz var, kavramlar kullanıyoruz, ama bu bizi hayvandan ayırmaya yetmiyor. Yer altında birkaç insan acı çekerken yer üstündeki milyonların umarsızca yaşaması metafordur. Bugün çok sevdiğimiz ve habire duvarlara tablolarını astığımız İstanbul imha edilirken, tarihiyle beraber geleceği de mahvedilirken, buna gözümüzü kapayıp sabah işimize gidip akşam eve dönüyorsak o zaman acı karşısında bir hayvandan ne farkımız olduğu yine ciddi bir soru olarak ortaya çıkar.

Yeraltındayken sanki 90'ların işkence günleri, ama yerüstünde 2010'lardayız. Bizim bilmediğimiz yeraltında böyle acılar olmaya devam ediyor mu?

Romanda anlatılan dönem, okurlarda farklı şekillerde algılanmış. Kimisi, 70'li yıllar, kimisi 80'li, 90'lı yıllar, kimisi de günümüz diye düşünmüş. Hepsi doğrudur. Son on yılda polis tarafından öldürülen çocukların sayısı 180. Bu gün sadece kadınların yaşadığı acıya baktığımızda Türkiye'de örgütlü, ciddi bir imha sürecinin yaşandığını görüyoruz. Bunun karşısında devletimizin önerdiği tek şey, kızlarımıza çığlık atmayı öğretmek. Esas soru şu, eğer insanlar kulaklarını tıkamışsa, duymak istemiyorsa, çığlığın faydası? İki ay önce Diyarbakır İHD bir rapor yayınladı. Sadece o bölgedeki illerde, hâlâ açılmamış toplu mezarlardaki ölü sayısı 4201. Çıkarılanlar hariç. Faili meçhuller hariç. Gezi olaylarına bakalım, ellerinde silah taşımayan 8 çocuk öldürüldü bir ay içinde. 8 bin kişi yaralandı, 4 bin kişi gözaltına alındı. Alın size Türkiye raporu. İnsan acıyı unutmak ister. Bu doğal bir güdüdür. Yoksa yaşam katlanılmaz hale gelir. Unutmak başka bir şey, acıyı küçümsemek, yok saymak başka bir şey.

Peki, sizce yer üstünün yeraltından ne farkı kaldı?

Zaten kahramanlar da biraz onu fark ediyorlar romanda. Baudrillard şöyle bir felsefi çerçeve kurar. Der ki, Los Angeles kentinin kenarına lunapark yaparlar. İnsanlar gider, lunaparkta eğlenir. Orası eğlence yeridir, sonra gerçek hayatımız bu kentte, diye hayatlarına dönerler. Oysa Los Angeles'ın kendisi bir lunapark, biz bunu fark etmeyelim diye yanına bir lunapark yaparlar. Cezaevi yaparlar, insanları koyarlar oraya, böylece dışarının bir cezaevi olduğunu fark etmeyelim isterler. Yeraltına hücre kazarlar, insanları koyarlar, böylece biz yerüstünün bütünüyle hücreye döndüğünü fark etmeyelim... İki ayrı gerçeklik varmış diye düşünelim isterler. İşte bu modern çağda iktidarın zihnimiz üzerinde, sadece siyasi iktidar değil, toplumsal her türlü iktidarın, aile de buna dâhildir, zihnimiz üzerinde yarattığı bu tahribat ya da yanılsama… İki ayrı gerçeklik yok, hepsi tektir. Bir erkek eğer bir kadını dövüp öldürüyorsa o kendi içindeki tek insani cevheri öldürmüş demektir. Birisi bir başkasına işkence yapıyorsa aslında o kendi içindeki insan olma potansiyelini yok ediyor demektir. Bugün eğer sokakta bir Suriyeli dilenirken başımızı çevirerek önünden geçiyorsak, o, orda kendimize bakmadığımız anlamına gelir. Böylece romanda da yeraltı ve yer üstü aynı şeye dönüşür. Yeraltı dediğimiz şey, aslında şu anda içinde bulunduğumuz dünya.

“Büyük günahlar işleyen bu kent neyi hak eder? Nasıl bir lanete bulaşır? Ya da lanete bulaştı da, biz şimdi onu mu yaşıyoruz?” diye soruyorsunuz. Biz de size soralım?

Evet, belki de İstanbul'un kurtarılmaya ihtiyacı var. Özellikle oradaki Küheylan Dayı'nın çok kullandığı bir tabir bu. İstanbul'u fethetmek istiyorum diyor. Ama onun fethi başkasından almak değil, onu yeniden güzelleştirme çabası, onu insana layık kılma çabası. Ama diğer yandan şunu görüyoruz, aslında insanlar kendileri İstanbul'a layık olmaya çalışıyorlar. Bugün temel sorun bizim açımızdan şudur: İstanbul'da yaşayan bizler bu kente layık insanlar mıyız? Bunun gereğini yerine getiriyor muyuz? Onun ağaçlarına parklarına sahip çıkabiliyor muyuz? Onun denizine, onun tarihine ve en önemlisi onun geleceğine sahip çıkabiliyor muyuz? Gerçek İstanbullu olup olmadığımız belki de bu sorular etrafında dönüyor.

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live