Edebiyatın hemen her türünde eserler veren Enis Batur, geçtiğimiz günlerde yeni romanı ‘Kitap Evi’ni yayımladı. Yazarından çokça izler taşıyan roman, kendisine miras olarak geniş bir arazi içinde cam bir binada binlerce kitabın bulunduğu bir kütüphane kalan kahramanın etrafında dönüyor. Romana kitap ve kütüphaneye dair bütün birikimini yansıtan Enis Batur ile Kitap Evi’ni konuştuk.Son romanınız Kitap Evi’nde anlatıcıya kitaplarını bırakan kahraman sadece Beyefendi adıyla karşımıza çıkıyor. Nasıl bir dış görünüme sahip olduğunu, iç dünyasını bilmiyoruz. Akla hemen yıllar önce Kütüphane: Bir Başka Labirent Öyküsü’nde “Bana kütüphanenizi gösterin: Size kim olduğunuzu değilse bile nasıl biri olduğunuzu söyleyeyim.” sözünüz geliyor. Kütüphanesi Beyefendi’yi tanımak için yeterli bir veri midir?Kapsamlıca bir kişisel kitaplık, sahibi hakkında epey ipucu verir düşüncesindeyim. Bir “insan”ı o yoldan tanıyabilir miyiz, ayrı: Bir “insan”ı belki kimse “tanı”yamaz, kendisi bile. Peki, kişinin özel kitaplığı neyi tahlil etmemizi sağlar? Karakterini mi? Zihin haritasını mı? Ufkunu, rakımlarını mı? Biraz hepsini.Metin Celal Kitap Evi bağlamında, “Enis Batur’un romanla garip bir ilişkisi var. Kurmaca edebiyata, anlatıya pek sıcak bakmıyor ama denemeden de edemiyor. Yüzlerce kitabı arasında sadece üç ‘roman denemesi’ vardı…” demişti. “Romanla garip ilişki” belirlemesini nasıl alımlıyorsunuz?Garip ilişki, yerinde bir yaklaşım. Çok olmadı, roman ya da roman denemesi, o alandaki ürünlerimi “katır”a benzetmiştim: Sanırım bundan, klasik tanımlara tam oturmayan şeyler yazdığım için iki arada bir derede kalanlar çoğunlukta, okurlar arasında. Yazın türleri kalıplara sığmak istemeyen yazı adamları için nicedir ayak bağı. Romanın geçmişi geleceğini ipotek altına alamaz. Şunu demek istiyorum: Godard, “bir dişçi genç bir kadına tutulur” diye tanıtılabilen filmlere içerliyor, ben de benzeri biçimde tanıtılabilen anlatılara kapalıyım; bir hikâye yetmez, düşünmek de gerekir.Aslında kitap hüzünlü bir şekilde sona eriyor çünkü romanın sonunda kitap tarihinin çok kıymetli yitik parçalarını anıyorsunuz. Yitik kitaplar, sanırım okumak eylemi sürdükçe bütün has okurların içini kanatacak bir yara olarak varlığını duyumsatacaktır. Ne dersiniz?Tarih boyunca, bütün coğrafyalarda dudak uçuklatıcı vandallıklar yaşanmış. Kaybolduğunu bildiğimiz yapıtların sayısı kaybolduklarını bile bilemediklerimizin yanında pek düşük. Bir yandan derin sızılar yaşatıyor bu insana, bir yandan da cılız bir umut ışığı kenarda duruyor: Biri ya da birkaçı yakında, bir kuytudan çıkagelebilir. Ama, işin kâbus yanı da bekliyor arkada: Birileri elyazmalarını yok etmek için yeni tasarılar geliştiriyor.Romandaki kitap evi, camdan yapılmış. Niçin camdan bir yapı, özel bir anlamı var mı?Cam yapının arkasında uzun bir mimari öykü var. Bir bölümünü metnin içinde deşifre ettiğim, bir bölümünü “Kitap Evi, arka hikâye”de yakında açmayı umduğum bir ilişki zinciri. Kaldı ki yazar, okura her şeyi anlatarak onun yolunu tıkamamalıdır!“Kitap, eninde sonunda, ne olursa olsun, gene de, her şeye karşın eril dünyanın nesnesidir.” diyorsunuz. Sizce dişil dünyanın özneleri bu sözünüzü nasıl algılar, dahası niçin ancak dört ilgeç, edat (eninde sonunda, ne olursa olsun, gene de, her şeye karşın) sonrasında bu yargıya varıyorsunuz?Daha önce başka bir bağlamda söylediğimi tekrarlayacağım: Yanlış anlaşılmamak elimizde değildir! Sizin de pek güzel değindiğiniz gibi, üstelik dört edatla kuşatılmış olmasına karşın, yargım tersten okunabildi işte. Nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, sözümün arkasındayım, çünkü tartımlı biçimde ifade edilmiştir –dikkati elden bırakmadan okuyana tabii! Beni orada “seksist” bir yaklaşıma bağlayanlar için “insaf” sözü yeterlidir.“Kurulu düzen onlara göre değildi çünkü hiçbir kadın bu sonsuz matbuat sevdasına, getireceği sefalete ve keşmekeşe dayanmazdı-tıpkı, hiçbirinin kitaptan daha yakıcı bir aşk ateşi yakmayacağı gibi.” diyorsunuz. Romanın ilerleyen bölümlerinde de kitap tutkusu, anlatıcı ile “can yoldaşı” arasındaki ilişkiyi bozacak kadar anlatıcının yaşamının merkezinde yer etmeye başlıyor. Kitabın başkalarıyla paylaşmaya çok da yanaşmadığı bir iktidar alanından söz edebilir miyiz?Kitap dahil bütün ağır tutkular bir iktidar alanı yaratır insan hayatında. Bu iktidar yanınızdakileri rahatsız etmekle kalmaz, bırakırsanız sizi de kendi ateşinde tutuşturabilir. Hatırlanırsa, Kediler Krallara Bakabilir’de aynı sözü aşk için de dile getirmiştim: İzan yoktur büyük tutkularda.Niteliksiz Adam romanda sağaltıcı bir varlık olarak karşımıza çıksa da aynı rafta yan yana duran Das Kapital ile Mein Kampf ile karşılaştığımızda ise Mein Kampf özelinde, kitabın aynı zamanda bir sayrı nesnesi sayılabileceğini düşünüyorum. Yanılıyor muyum?Yanılmıyorsunuz, kitap hem hastalıkları taşır ve bulaştırır hem de kendi hastalığını kusmanın bir aracına kolaylıkla dönüşebilir.Yazmak niçin hayatınızın bu denli odağında, merkezinde duruyor; öyle ki “Yazamadan, yaşamak bir an önce ölmeyi beklemekle bir, benim gözümde.” diyebiliyorsunuz…Bilmiyorum. Kırk beş yılın sonunda mı varılmış nokta, yoksa baştan beri mi böyleydi, bilmiyorum. Doğrusu, en iyisi budur demiyorum, benim durumum böyle. Yazmak, bana varoluşumu doğrulama yolu olarak göründü hep, onsuz kendimi başa çıkamadığım bir boşlukta süzülme durumunda hissettim.
↧