Kimi insanlar –ki onları talihli saymak gerekir- kendi kişisel hikayelerini aşan biçimde bir toplumun, bir kültürün dönüm noktalarını temsil eden simgesel bir önem ve değer kazanırlar, Ayşe Şasa'nın böyle insanlardan biri olduğunu düşünmek, sanırım abartılı olmaz. Nasıl olsun ki...Resmî biyografilere göre “Çerkes bir anne ve yarı Çerkes, yarı Kürt bir babadan 1941 yılında İstanbul'da doğan”, benim gençlik yıllarımda Unkapanı Köprüsü'nü geçer geçmez koskoca bir levhada adı okunan ünlü iş adamı Avni Şasa'nın kızı Ayşe Şasa, öncelikle bir kadın için upuzun sayılabilecek fidan boyuyla çoğunluğa aykırı bir kadındı. Sınıfının ona verdiği tüm nimetleri kullandı: Amerikan Kız Lisesi'nde eğitim, Robert Kolej (şimdiki Boğaziçi)üniversitesinden idari bilimler diploması, belli ölçüde bohem bir gençlik yaşamı. Ve de sinema denen yüce sanata karşı uyanan bir aydın ilgisi...1963'lerden başlayarak Çapkın Kız, Son Kuşlar gibi filmlerle başlayan senaryo yazma çabaları. Aynı zamanda, o yılların tüm aydınları gibi solculuğa, giderek komünizme karşı uyanan bir merak ve kendisini o ideolojiye adama çabası. Ve sonra, bir dizi rastlantı sonucu tanıştığı önemli kişiler ve onların etkisiyle farklı yollara dalması. Bunlardan biri, 60'lı yılların ünlü yazarı, sinemaya da ilgi duyan, senaryolar yazan, daha da önemlisi siyaset alanındaki görüş ve tezleriyle başını Halit Refiğ'in çektiği Ulusal Sinema Akımı'nın esin perisi olan Kemal Tahir'le tanışması ve onun fikirlerini benimsemesi. Aynı dönemde, kendisini giderek bu sinemanın (Halit Refiğ gibi bir kuramcısı olmasa da) taraftarı olarak bulan yönetmen Atıf Yılmaz'la tanışması ve evliliğe dek giden gönül ilişkileri. Tüm bu insanlar, Şasa'yı giderek daha önemli filmlerin yaratıcı kadrosunun içine attı. Özellikle de Atıf Yılmaz filmlerinin: Murat'ın Türküsü, Toprağın Kanı, Ah Güzel İstanbul, Balatlı Arif, Harun Reşid'in Gözdesi, Cemile, Köroğlu... 70'lerde Yedi Kocalı Hürmüz, Unutulan Kadın, Battal Gazi Destanı, Cemo, Utanç, Kambur, Delikan... Zamanında hemen hepsini görüp sevdiğim filmler. Özellikle Toprağın Kanı'nın petrol emekçilerinin yaşamını işleyen açık solculuğunun, Ah Güzel İstanbul'un Brechtçi atmosferinin, Harun Reşid'in Gözdesi ve Köroğlu'ndaki tarihsel gerçeğe erişme çabasının, Utanç'taki gerçekçi melodram tonunun ya da Yedi Kocalı Hürmüz'deki tuluat geleneğine yaslanma deneyiminin ona çok şey borçlu olduğu söylenebilir. 80'lerdeyse TRT dizisi Hacı Arif Bey. Ve sanat âleminde yakınlık duyduğu bir başka ustanın, Yusuf Kurçenli'nin bir avuç filmi: Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe, Ölmez Ağacı, Merdoğlu Ömer Bey, Gramofon Avrat. O hınzır Atıf Yılmaz filmi Arkadaşım Şeytan'dan sonra, yine dostlar âlemine kabul ettiği Selim İleri'nin bizzat yönettiği Hiçbir Gece. Ve İleri romanından Naci Çelik'in uyarladığı Her Gece Bodrum. Son olarak da yine aynı âlemden dostu Yücel Çakmaklı'nın TV dizisi Kanayan Bosna.Sonrası, Şasa için bir diğer serüvendir. Kendisiyle yapılan (ve Yeşilçam Günlüğü'nün 2002'deki genişletilmiş baskısında yer alan) söyleşilerinde belirttiği, o burjuva dünyasındaki çocukluk ve ilk gençlik dönemi travmalarına, biraz da böylesine farklı ideolojilerin ve yaşam değerleri bütününün birinden öbürüne hızla geçmenin getirdiği sarsıntılarla da birleşerek son derece hassas bir ruhta açabileceği yaraları önleyemez. Özellikle o kendi deyimiyle ‘ateist ve anarşist bir eğitim'in geç kalmış da olsa ortaya çıkan etkileri... Bu onda bir tür ruhsal bunalım, bir psikolojik çöküntü yaratır. Ve bir şizofreni olayı başgösterir. Bunun sonucu, tam bir değişim ve dönüşümdür. Bir dönemde bolca sahip olduğu maddi değerler dünyasına sırt çevirme, varlığın nedenlerini ilahi kökenlerde arama, Allah sevgisine, maneviyatın ve tasavvufun yollarından geçerek ulaşma gayreti. Bir tür “insan-ı kâmil olma” çabası. Yine kendi deyişiyle “1980'lerde başlayan müsbet yönlenme, 1988'de tamamen kristalize olur. Ve o noktadan itibaren, çevresinin aksine gidip Müslüman münevverlerle diyalog kurmaya başlar”. Ve de “İslam'ın şiiriyeti ve engin şifa gücü, hayata ikinci defa başlamasını sağlar”.Bu elbette herkesin, hepimizin takip edeceği bir istihale değildir. Ama en azından saygı gösterip anlamaya çalışmamız gerekir. Ben kendi adıma bunu yapmaya çalıştım. Ve bu müstesna hikayeye, bu kendine özgü maceraya, uzaktan da olsa saygıyla, sevgiyle yaklaştım. Aslında zaman zaman görüştük de: Ayşe'nin yeni hayatında artık baş rollerden birini alan, eski Yeşilçam senaryo yazarı ve dostum saydığım Bülent Oran'la evlerine girip çıktım. Ama bu görüşmelerin, o hepimizin teslim olduğu modern çağın talep edici, baskıcı ve işkolik ortamında, arzu edileceği kadar sık ve düzenli olduğu asla söylenemez. Ama onların kurduğu, o magazin köşelerine yansıyan yüzeysel beraberliklerden tümüyle farklı ve tam bir karşılıklı ruhsal uyuma dayalı ilişki, yine de gözümden kaçmadı. Ve ona da sevgi ve saygıyla yaklaştım. Nitekim Bülent Oran'a SİYAD onur ödülü verdiğimiz yıl almaya gelmemesi, bizim camiayı öfkelendirmişti. Ama ben hiç kızamadım. Çünkü çok kutsal bir görev için İslam'ın kalbi olan kente gitmişti, hac farizasındaydı. Zaten kısa bir süre sonra da sevgili Bülent Oran vefat ederek Ayşe'yi hayatının son döneminde yalnız bıraktı.Aslında aynı nedenle Şasa'ya da bu ödülü verememiş değil miydik-onca güzel filme bulunduğu büyük emek ve katkıya karşın? Çünkü almaya gelmeyecekti, biliyorduk, söylemişti. O büyük değişimden sonra, sanatsal bir nedenle de olsa, eski çevresine, eski yaşamına, o cilalı ve ışıklı ortama dönmek istemiyordu, bir ödül almaya gelmek bile onu aşıyordu. Anlayışla yaklaşmaktan başka ne yapabilirdik? Ayşe, sinemayla ilişkisini yazmak yoluyla sürdürdü. Yıllar boyu Dergah dergisinde sinemamızın serüvenini kendi kişisel serüveniyle koşut biçimde işlediği kısa ama özlü yazıları, iki kez basılan Yeşilçam Günlüğü'nde topladı. İkincisine Önsöz yazma onurunu bana vermesini hiç unutamam. Bu yazılarda çok seçerek işlediği ve övdüğü bir avuç Türk filminin yanısıra (klasik anlamda eleştirmen olmadığı için bizim gibi her şeyi izleyip yazma zorunluluğu yoktu!), sinemamızın somut ve pratik meselelerine getirdiği bakışlar da ilgiye değer. Hepsinin ötesinde, Beşir Ayvazoğlu'nun dediği gibi ‘tasavvuf temeli üzerine oturmuş yeni bir sinema anlaşının imkânlarını araştıran bir düşünür niteliği” karşımıza çıkar.Sonra yine özyaşamsal olan Bir Ruh Macerası'nı yazdı. Ardından yine Dergah'ta ve kimi dergi/gazetelerde yazdığı yazılar, Delilik Ülkesinden Notlar adıyla kitaplaştı. Artık somut ve gündelik sorunlardan tümüyle kopup dinsel bir düşünme ve felsefe yaratmanın zor yollarını arşınlar olmuştu. Yunus Emre'den Mevlânâ'ya, Sokrat'tan Einstein'a, Kemal Tahir'den İbn Arabi'ye, Sylvia Plath'dan Baudrillard'a, Kubrick'den Tarkovsky'ye birçok düşünür ve sanatçıyı anarak, çocukluğuna ve ‘delilik' yıllarına geri giderek, yarı kalmış öyküler sunarak... Hilmi Yavuz'un Sonsöz'ünde dediği gibi “Ayşe Şasa, bir ermişin hayatını anlatıyor ipek kanatlı sayfalarda... Bu da az şey değil”.Ve de ardından Şebek romanı gelir (Hepsi Gelenek Yayınları). Alt başlığı Fantastik Kurgu olan bir anlatı denemesi. “2075 yılındaki hayali bir toplumda” geçen öykü, yine Freud'dan Marx'a, Darwin'den Mozart'a ünlüleri anan bir ‘maymunlar öyküsü'dür. Ama yeni bir Maymunlar Cehennemi beklemeyin!.. Ayşe Şasa'nın tümüyle simgelerle ördüğü benzersiz bir metin, bir büyük sayıklama, bir metaforlar toplamı. Herkesin meşrebine göre yorumlayıp ders alacağı... İşte bir hayatın kısa özeti. Belki ancak yetenekli bir yazarın bir romanla daha ilginç biçimde anlatıp ayrıntılarına girebileceği, gizemine dalabileceği... Ayşe Şasa şimdi o korkunç hastalıkla boğuşuyor. Adını anmak bile istemediğim... En son konuşmamızda umutluydu, mütevekkil ve kaderciydi. Ama iyimserliğini koruyordu: İnanca ulaşmış her insanın yapması gerektiği gibi... Onu yeniden en sağlıklı haliyle bulup söyleşmek, bu ‘uzak ama yakın' dostun büyük arzusudur. (Atilla Dorsay Mayıs 2014)
↧