Kalem erbabının yazı ile hukuku genelde ‘varoluşsal’ meseleye gidip dayanır. Çoğu yazarın “Yazmasam ölürüm” demesi bu yüzden.Duran Boz’un ‘Yazma Hikâyeleri’ni (Hangar Kitap) okuyunca, ‘yazmak ve yaşamak’ın, niçin birçok yazarın lügatinde birbirinin açıklayıcısı iki kelime olarak yer aldığını çözmek daha kolay.Duran Boz, yazarların ‘okurluk’ dünyasına dair kıymetli detayları bir araya getiren ‘Okuma Hikâyeleri’nin ardından bu kez ‘Yazma Hikâyeleri’ ile nitelikli okur nezdinde yazarların dünyasını biraz daha genişletiyor. Kitapta, 76 yazar ve şairin kaleminden kendi yazma öyküleri yer alıyor. Her biri, okuru yazarın hususi dünyasına götüren, ilk elden çıkmış bu metinler, sadece yazarların yazı ile kurduğu bağı değil, aynı zamanda okuru yazıya teşvik ediyor. Kitabın sonuna eklenen okuma listesi de bunu destekliyor. Böylece kitap, yazarların kişisel serüveni olmaktan çıkıp okuru ‘ateşleyici’ bir motivasyon aracına dönüşüyor.Sadece birkaç yazarın değil, birbirinden farklı kuşakların hocası ve ağabeyi olan Nuri Pakdil’in yazma hikâyesi ile başlıyor ‘Yazma Hikâyeleri’. ‘İnsan kuran adam’, yalnızlığını yenme denemesi olarak başlamış yazıya. Yatağının yanında kâğıtla kalemi hiç eksik etmeyen, yazarken sürekli saatine bakan Pakdil, yazmayı ‘uzun yürüyüşe başlamak’ diye tanımlıyor: “İlkin değilse de, sonra sonra, anlıyorsunuz bir koşuda olduğunuzu; yarıştığınızı; her şeyden önce, kendi kendinizle.”İSTİDAT MI, MECBURİYET Mİ?Yazıya dair kadim bir tartışma konusunu Rasim Özdenören alevlendiriyor. Yedi Güzel Adam’dan biri olan Özdenören’e göre yazmak bir ‘istidat’ işi: “İçinde yazmaya ilişkin istidadı bulunmayan birinin önüne istediği veya istemediği kadar bahaneler konulsun, ona her türlü fırsat tanınsın… bütün bunların hiçbiri işe yaramaz.” Rasim Özdenören’in yazma serüveni de bunu destekliyor. ‘Rasim ağabey’, lise birinci sınıfta bir arkadaşının talebi üzerine birdenbire yazmaya başladığını anlatıyor. Kendisine masallar anlatan anneannesinin hakkını teslim etmeyi de ihmal etmiyor.Rasim Özdenören, yazmanın yetenekle ilgili olduğunu söylese de Necati Mert, şartlara vurgu yapıyor. “Kabiliyet olarak doğmadım.” diyen Mert, “Şartlar yazıya heveslendirip yönlendirdi beni, ben de gittim. Hele hikâye hiç mi hiç aklımda yoktu. Seçeneksiz kaldım, mecbur oldum.” sözleriyle yazmanın bazen ‘mecbur kalmak’ olduğunu ifade ediyor.Ali Haydar Haksal’ın anlattıkları ise yazmanın ‘mutlulukla’ olmasa da teşvik ile bir ilgisi olmalı dedirtiyor. Yazmaya dair ilk ışığı Türkçe öğretmeninin yaktığını belirten Haksal, elinden tutup kitabevine götüren ve ona kitaplar aldıran hocası İbrahim Soysal’ı anmadan geçmiyor. “Ne ilk yazımı hatırlıyorum ne de niçin yazmaya başladığımı.” diyen Mehmet Narlı, yazı hayatında türkülerin önemine değiniyor. Ali Ural ise meseleyi başka bir alana taşıyor. Ural, yazı serüvenini, kurşun kalemden başlayıp daktiloya uzanan yazı araçlarıyla ilişkisi üzerinden anlatıyor. Ve yazarlığa giden yolun taşlarının çok ‘içeriden’ örüldüğünü gösteren bir de not düşüyor: “Babamdır ustam benim: Kemal Ural. Üç yaşındayken onun daktilosunun tıkırtıları davet etmiştir beni edebiyata.”Aralarında Ali Ayçil, Mustafa Özçelik, Ali Göçer, Cemal Şakar, Hüseyin Akın, Hatice Meryem, Bahtiyar Aslan, Said Yavuz, Aykut Ertuğrul’un da bulunduğu 76 yazar ve şairin yazıya dair kişisel öykülerinin yer aldığı ‘Yazma Hikâyeleri’, nitelikli okurun dünyasında yeni pencereler açıyor. Yazarlarda, yazmaya dair ‘ilk kıvılcım’ın izini sürmek kıymetli bir uğraş. Aynı zamanda yazı ile yazarın hukukunun köklerine inildiğinde işin gelip ‘okuma’ya dayanması, gözümüzün önünde duran bir hakikati bir kez daha hatırlatıyor: İyi bir okur olmadan yazmak, olsa olsa geçici bir hevesle meşgul olmaktır!
↧