Türkiye’deki foto muhabirliğinin yaşayan çınarı Ozan Sağdıç’ın 80. yaş günü anısına bir fotoğraf sergisi açıldı. Aynı gün eşi Olcay Hanım’la evlilik yıldönümünü de kutlayan Sağdıç’ın anlattıkları fotoğraflı Türkiye tarihi gibi.Kültür ve sanat ile aşinalığınız ailenizden geliyor. Babanız ile Mehmet Akif Ersoy arasındaki muhabbeti birçok insan bilmiyor. Bu yakınlıktan söz eder misiniz?Bu yakınlığın kurulmasına vesile Balıkesirli bir aydın olan Hasan Basri Çantay. Mütareke yıllarında çıkardığı bir gazetede işgallere karşı sert muhalefet ettiği için İngilizlerin takibine uğramış. Kaçak durumundayken dedem onu bir süre Pelitköy’deki evinde saklamış. Hasan Basri Bey, Ankara’da Mehmet Akif’in Tacettin Dergâhı’nda-ki ev arkadaşı aynı zamanda. Akif’e, dedemin asaletinden, âlicenap-lığından, konukseverliğinden ve Pelitköy’ün güzelliğinden bahsedip dururmuş. Öyle ki, Mehmet Akif Pelitköy’e, gıyaben âşık olmuş. Diğer taraftan babamın da Balıkesir’de Çağlayan dergisini çıkardığı yıllarda da Hasan Basri Bey ile derin bir muhabbeti olmuş. Mehmet Akif’te, dünyadan el etek çekip inzivaya çekilmek gibi bir eğilim sezilince dedem, Pelitköy’deki mevcut iki evinden birini emrine seve seve verebileceğini söylemiş. Mithat Cemal’in Mehmet Akif’e ait biyografik eserinde, ölümünü anlatan bölümünün sonunda şöyle bir cümle var: “Eğer biraz daha yaşasaydı son günlerini Burhaniye’nin Pelitköy’ünde denize nazır bir evde geçirecekti.” Sözü edilen o ev benim doğduğum evdir.“Elimdeki negatiflerle ve baskılarıyla o adrese gittim. Vedat Nedim Tör, Şevket Rado, Hikmet Feridun Es ve Karl Rudolf gibi kişilerden kurulu heyet fotoğraflarımı incelediler.”Fotoğraf ile tanışıklığınız ne zaman ve nasıl başladı?Babamın dostları arasında Fehmi Mine diye bir fotoğrafçı vardı. Stüdyosunda eskiden çektiği birçok portresini görmüştüm, hep usta işiydi. Benim üç aylıkken, altı aylıkken çekilmiş fotoğraflarım hep onun imzasını taşıyor. 1953 yılında ülkede döviz sıkıntısı vardı. Fotoğraf makinesi lüks eşyadan sayılıyor ve ithal edilmiyordu. Fehmi Bey’e iki adet Alman malı kutu makinesi gelmişti. Birini babam bana aldı. Oyuncak gibi bir şeydi. Bir mercekten ibaret objektifi vardı ve sabit, tek enstantaneliydi. Fehmi Bey çektiğim kareleri hayretle karşıladı ve tanıdıklarına “Göreceksiniz bakın, Ozan’ın fotoğrafları bir gün Avrupa mecmualarında çıkacak.” dedi.İstanbul Boğazı buz tuttuğunda siz de ilk foto röportajınızı yapmış oldunuz. O günü anlatır mısınız?Kabataş Lisesi’nde okurken yaz tatillerinden sonra yatakhanede pencere kenarındaki karyolayı kapmak için okula erken dönerdim. Gerçi orası soğuk olurdu, çoğu öğrenci beğenmezdi. Gece ışıklar sönüp herkes uykuya daldığı saatlerde Boğaz’da bir şehrayin başlardı ki, deme gitsin. Sabahları hep farklı bir manzara beklerdi bizi. 1954 yılının bir Mart sabahında, daha camların buğusunu silmeden, dışarıdan acayip bir beyazlığın ışığı yansıyordu içeri. Buğuyu elimle silip baktığımda Boğaz bembeyazdı. Bağırarak bütün koğuş arkadaşlarımı ben uyandırdım, ‘Arkadaşlar, Boğaz buz tutmuş.’ diye... Yaz tatilinde aldığım kutu makineyi okula getirmiştim. Beşiktaş’a koşup bir fotoğrafçıdan iki rulo film alıp okula döndüm. Birkaç öğrenci buzların üzerine çıkmıştı. Buzlar hareket halinde oldukları için bazıları üzerlerindeki çocuklarla birlikte uzaklaşmışlardı. Daha sonra arkadaşlarım kayıklarla kurtarıldı. O gün çektiğim fotoğraflar, benim bir olayın çeşitli evrelerini saptadığım ilk dizi fotoğraflar oldu.Fotoğraflarınızda estetik ve şiirsel bir tarz mevcut. Bu özellik nereden geliyor?Babamda ve dedemde şairlik damarı mevcuttu. Babam şairlikten çok şiir hocalığı etmekle övünürdü. Örneğin Sabahattin Ali’yi henüz 9 yaşındaki bir çocukken keşfetmiş ve 15 yaşına kadar onun eğitimiyle meşgul olmuştu. Ona ağabeylik etmiş, yol göstericilik yapmış. Kesin olarak yetiştirdiği bir şair var: Mustafa Seyit Sutüven. Orhan Şaik Gökyay, Esat Adil Müstecaplıoğlu, Sıtkı Yırcalı gibi bazı isimlerin de babamdan feyiz aldıkları söyleniyor. Böyle bir aile içinde büyümüş olmanın elbette insan üzerinde birtakım kalıcı etkileri oluyor. Ağabeyim Emrah Sağdıç kasaba ölçeğinde de olsa gazetecilik mesleğini seçti.Gazeteciliğe geçişiniz nasıl oldu?Aslında ilk basın fotoğrafım Akis dergisinde yayımlanmıştı. Fotoğraftan ilk telif ücretimi ise Milliyet Gazetesi’nde rahmetli Abdi İpekçi’nin eliyle almıştım ama maaşlı olarak gazeteciliğe başladığım yer Hayat Mecmuası oldu. Bir gün Cumhuriyet gazetesinde ‘Manzara fotoğrafları satın alınacaktır.’ şeklinde bir ilan gördüm. Elimdeki negatiflerle ve baskılarıyla o adrese gittim. Vedat Nedim Tör, Şevket Rado, Hikmet Feridun Es ve Karl Rudolf gibi kişilerden kurulu heyet fotoğraflarımı incelediler. On tanesini kartpostal basmak üzere satın aldılar. Bana da orta karar bir makine alabilecek bir para ödendi. İş bittikten sonra Şevket Rado’nun yönlendirmesiyle Hikmet Feridun Es benimle konuştu. Dediği şuydu: “Biz burada iki aya kadar modern bir dergi çıkaracağız. Babıâli tecrübesi olmayan taze bir göz arıyorduk. Onu sende bulduk. Bizimle çalışır mısın?” Tepeden inme, şoke edici bu davet ilk anda beni ürkütmüş olmalı ki hemen karar veremedim. Hayat Mecmuası isimli bu dergi çıkmaya başlayınca kendim gidip ‘Evet’ dedim.Hayat Mecmuası’nda Ara Güler ile birlikte çalışıyordunuz. Biraz o günlerden bahsedebilir misiniz?Hayat Mecmuası’nda yazı işleri dediğimiz idarehane bölümündeki salona ilk girişimde Ara Güler bana, “Yeni bir fotoğrafçı arkadaş almışlar, sen misin o?” diye sordu. Diyaloğumuz böyle başlamış oldu. Benden kıdemli sayılırdı ama bana kıdemli tafrası yapmadı. Birlikte çok uyumlu çalıştık, dostça birbirimizin nazını çektik. Bazen amaçsız, plansız fotoğraf çekimlerine çıkardık. Eski mahallelerde, Haliç çevresinde, Kumkapı’da filan birlikte dolaşırdık. Ara o zamanlar daha tertipli, düzenli konuşurdu. Özel hayatında mizah duygusu hayli yüksek olan Ara’nın o mizah duygusunu fotoğraflarına taşımadığına hep hayret etmişimdir. Fotoğrafları son derece ciddidir.1960’lar Türkiye için zor yıllardı. O dönemde yaşadıklarınızı anlatır mısınız?27 Mayıs günü sokaklarda fotoğraf çekiyorum diye beni adeta tutuklu gibi Harp Okulu’na götürdüler. Yassıada’ya gideceklerin kuyruğuna soktular. Tam bodruma giden kapıda aklıma bir şeytanlık geldi. Oraya izin almaya gelmişim gibi, “Ben gazeteciyim, fotoğraf çekebilir miyim?” dedim. Sıradakileri içeri atan ak saçlı albay bir ‘La havle’ çekti, “Biz neyle uğraşıyoruz, bu vatandaş neyle.” dedikten sonra yanındaki askerlere, “Atın bu herifi dışarı.” dedi. Beni evimin kapısına kadar getirdiler. Ama 10 dakika sonra yine sokaklardaydım. Ankara’da Milli Birlik hükümetleri ve Kurucu Meclis döneminde çok fotoğraf çektim. Nihat Erim, Naim Talu, Ferit Melen hükümetlerini gördüm. Sonra İnönü, Demirel ve Ecevit dönemleri de bana arşivimi daha çok zenginleştirme fırsatı sundu.60 yılı aşkın meslek hayatınızı göz önünde bulundurduğunuz zaman günümüzde nelerin eksikliğini hissediyorsunuz?Nostalji, eski günlerin hayali güzel şeydir ama faydasız. Her dönem kendi olanakları ölçüsünde kendi çağını yaşar. Yüz metre öteye su fışkırtan araçlar varken yangına tulumbacı takımıyla koşamazsınız artık. 1950’lerde ve 1960’larda ben çok güzel, çok yalın ve özlü fotoğraflar çektim. Yaşam daha sade, çevre daha doğal, insanlar daha naifti. Çevre sorunları sözünü ben ilk kez 1960’larda duymaya başladım.
↧