Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Kasabaya bir yabancı gelir

0
0

Korku gerilim sinemasının klasikleşen ‘gizemli karakter' alegorisinden yola çıkan Zebani'de bir adam Kanada'nın küçük bir kasabasına kaybolan karısını bulmak için gelir.

Ancak bu gizem dolu adamın varlığı, kasabadaki diğer insanlar için zamanla kan gölüne dönüşecektir. Uruguaylı yönetmen Guillermo Amoedo'nun yazıp yönettiği filmin başrollerinde Lorenza Izzo, Aaron Burns, Ariel Levy ve Cristobal Tapia Montt var.


‘Büyük resim'in peşinde

0
0

‘Türkiye'nin ilk gizem filmi' gibi garip bir nitelemeyle tanıtımı yapılan Senarist, ‘büyük resim'in peşinde kaybolan bir yapım.

Konya'da çekilen filmde, başarılı bir yazar olan Âdem, ‘Senarist' adlı yeni kitabını bastırmak için yayınevleriyle görüşür. Bir türlü kitabını bastıramayan Âdem, sonunda bunun nedenini anlamaya başlar. Birileri tarafından takip edildiğini fark eden Âdem, kendini ‘gizemli' bir maceranın içinde bulur.

Jane Austen'e zombi aşısı

0
0

İngiliz yazar Jane Austen'in eserleri bugüne kadar birçok kez beyazperdeye uyarlandı.

En meşhur eseri Aşk ve Gurur, zombi konseptiyle ve fantastik öğelerle bir araya gelerek Aşk ve Gurur+ Zombiler filmiyle izleyici karşısına çıkıyor. Seth Grahame-Smith'in aynı ismi taşıyan kitabından uyarlanan yapımda bir salgın hastalık 19. yüzyıl Britanyası'nı kasıp kavurmuş ve ülkede binlerce insan zombilere dönüşmüştür. İyi bir yakın dövüş ve kılıç ustası olan Elizabeth Bennet ile Bay Darcy, gururlarını bir kenara bırakarak işbirliği yapmak zorundadır.

Keser döner, sap döner...

0
0

Hesaplaşma'yı izledikten sonra akla gelen yığınla sorudan biri, diğerlerinin arasından sıyrılıyor: Yapımcılar, Al Pacino ile Anthony Hopkins'i bir araya getirdikleri oyuncu kadrosunu niçin Shintaro Shimosawa'ya teslim etmiş?

Chicago doğumlu Shimosawa'nın, 2000'lerin başında Hollywood'a kadar uzanan Japon korku-gerilim rüzgârının ürünü Garez serisi ve orta halli birkaç televizyon dizisinin senaristi olmaktan başka kayda değer bir vasfı yok. Genç yönetmen ilk kamera arkası deneyiminde, filmin orijinal adından mülhem söylersek, işi eline yüzüne bulaştırıyor.
80'li ve 90'lı yıllarda çokça tüketilen, hırslı adamların sonu hüsranla biten polisiye/gerilim öykülerinin kötü bir versiyonuna soyunuyor Hesaplaşma. Art arda kazandığı davalarla dikkatleri üzerine çeken genç avukat Ben (Josh Duhamel), eski bir tanıdığı aracılığıyla gizli belgelere ulaşır. Ünlü bir ilaç firmasının sahibi olan Arthur'un (Anthony Hopkins) deneylerde usulsüzlük yaptığını gösteren belgeler sayesinde Ben, çalıştığı hukuk firmasının patronu Charles (Al Pacino) ile bir anlaşma yapar. Ben, davadan 9 haneli bir tazminat geliri kazanırsa şirkete ortak olma yolunda önemli bir adım atacaktır. Genç avukat, dava sürecinde, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını geç de olsa fark edecektir.
Hesaplaşma'da işlerin yolundan çıkması ilginç bir şekilde gelişiyor. Karakter tasarımından entrikasına, kör göze parmak ‘sürpriz'inden düğümlerine kadar kötü yazılmış senaryonun hakkını yemeyelim! Hikâyesi ve olay örgüsü, Alan J. Pakula'nın Şüphe Altında (1990) filminden fazlasıyla ‘esinlenen' senaryo tel tel dökülüyor. Fakat yönetmenin her şeyden habersiz, başka bir dünyada gezinen teknik hamleleri olayı acıklı bir boyuta taşıyor. Shimosawa, hemen her sahnede kamerayla oynuyor. Hikâyeye hiçbir katkı sağlamayan ve sahnenin amacıyla ilgisiz kamera hareketleri bir süre sonra iyice anlamsızlaşarak gülünç bir hal alıyor. Kameranın bu şekilde kullanımı, zaten zor ilerleyen hikâyeden iyice koparıyor seyirciyi. Kim bilir, Shimosawa senaryonun yetersizliğinin farkında olduğu için, kamera kullanımında bir farklılık hedefleyerek bu açığı kapatmaya çalışıyordur...
Sona doğru gelindiğinde, senaryo ve yönetmenin elbirliğiyle seyirci filmden o kadar uzaklaşıyor ki, hikâyenin önemli kırılma noktalarından ‘Katil kim?' sorusu bile unutuluyor. Bu soruya, hiç de şaşırtıcı olmayan bir cevap veren film, hiçbir etki bırakmadan sona eriyor.

Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm! [İşte haftanın filmleri]

0
0

Alex Proyas'ın yönettiği Mısır Tanrıları / Gods of Egypt, Yunan ve İskandinav mitolojisini antik Mısır'a uyarlıyor. Filmde, yönetmenden senaryoya, görsel efektlerden oyunculuklara kadar ‘âhenkli' bir olmamışlık hâkim.

Sessiz sinema dönemini hariç tutarsak, Hollywood'un antik Mısır merakını Cecil B. DeMille'e kadar götürebiliriz. Gerçi, epik sinemanın ‘babası'nın ilgisi daha çok Tevrat ve İncil'deki kıssalara dayanıyordu; salt Mısır tarihiyle alakalı değildi. 1930'ların ve 1940'ların seri üretime geçen antik Mısır zeminindeki macera filmleri piyasa ihtiyacını karşılasa da 1963 yapımı Kleopatra filmi, bu alanda önemli bir zirve. Mısır tarihinin unutulmaz karakterini perdeye taşıyan film, dönemin en gözde oyuncuları Elizabeth Taylor ve Richard Burton'ı buluşturdu. Ne var ki, bu filmde de Julius Sezar ve Roma tarihi çerçevesinde perdeye geliyordu Mısır'ın efsanevi kraliçesi.

80'lerde Indiana Jones serisindeki dolaylı ve otantik eski Mısır/Ortadoğu ilgisini bir kenara koyarsak, 40'ların macera filmlerini 90'larda yeni teknolojiyle birleştiren Hollywood'un antik Mısır'ı yeniden keşfi 2000'lere de taştı. Stargate (1994) ile açılan kapıdan Mısır Prensi, Mumya serisi ve ondan türetilen Akrep Kral serisi geçti. Bu filmler, 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başındaki maceraperest kâşiflik ruhundan besleniyordu. Ridley Scott'ın Exodus'u (2014) ise DeMille'in epik sinemasına yapılan başarısız bir öykünme çabası olarak kaldı.

MISIR DOĞUMLU PROYAS'IN ‘NASİBİ'

Antik Mısır'ın pelikülde ilk kez görünmesinden yaklaşık 100 yıl sonra, bu kadim medeniyetin mitolojik dünyasına dalmak Mısır doğumlu, Yunan asıllı Avustralyalı sinemacı Alex Proyas'a nasip oldu. Filmi izleyince nasipten ziyade bir uğursuzluk da diyebiliriz. Mısır Tanrıları / Gods of Egypt, antik Mısır mitolojisindeki tanrıların ülkeyi yönettiği, hayali bir dönemde geçiyor. Tahtı babasından devralmaya hazırlanan Horus'un (Nikolaj Coster-Waldau) taç giyme töreninde amcası Set (Gerard Butler) askeri bir darbe ile tahta oturur. Horus'un en büyük güç kaynağı gözlerini çıkaran Set, onu sürgüne gönderir. Gözlerinden yoksun, sürgün hayatı yaşayan Horus'u ümitlendirip Mısır halkı için Set'in karşısına çıkmaya ikna edecek kişi ise sevdiği kızı yeniden hayata döndürmeye çalışan Bek (Brenton Thwaites) adlı bir hırsızdan başkası değildir. Bek'i de yanına alan Horus, kaybettiği gücünü geri vermesi için güneş tanrısı Ra'dan (Geoffrey Rush) yardım ister.

Yönetmen Alex Proyas, Avustralyalı usta sinemacı Jane Campion'ın yetiştirdiği bir isim. Proyas, Brandon Lee'nin set kazasında hayatını kaybettiği Ölümsüz Aşk / The Crow (1994) filmindeki teknik ve görsel başarısı bir yana, Karanlık Şehir (1998) ile kariyerinin zirvesine ulaştı. Karanlık Şehir'deki performansına biraz olsun yaklaştığı film ise Will Smith'li Ben, Robot (2004) oldu. Nicolas Cage etkisiyle iyice vasatlaşan Kehanet filminden 7 yıl sonra kamera arkasına geçen Proyas, Mısır Tanrıları'nda ‘ortaya karışık' bir film koyuyor önümüze.

SUYUNDAN DA KOY

Mısır Tanrıları, her şeyden önce ciddi bir zemin ve konsept sorunuyla malul. Antik Mısır mitolojisini anlattığını iddia etse de beslendiği kaynaklar Yunan ve İskandinav mitolojisi. Bu iki medeniyetin mitolojik dünyasını Mısır tanrıları arasında yeniden inşa etmeye çalışıyor. Mitlerin birbirine benzerliğinden yola çıkılsa anlaşılabilir. Fakat film, aradaki kültür, toplum ve medeniyet farklarını ve onları şekillendiren nüansları yok sayarak hareket ediyor. Zeus'un yerine Ra'yı koyup mekan olarak ise onu Kuzey mitolojisindeki gibi uzayda konumlandıran senaristler, diğer karakterleri de buna göre şekillendiriyor. Haliyle, dikilen elbise rüküş olduğu gibi, bir türlü karakterlerin ve hikâyenin üzerine oturmuyor. Bu sakillik, görsel olarak da kısırlığa yol açıyor. Kimi yerde Thor'dan bölümler izliyoruz, kimi yerde Titanların Savaşı'ndan; arada Yıldız Savaşları, bir tutam Yüzüklerin Efendisi, hatta Yaratık serisinden tadımlık yaratık tasvirleri…

Bir kepçe de suyundan anlayışıyla meseleye yaklaşan tüccar mantığı filmin her karesine sızıyor. Bunu görünce, Gerard Butler'ın kadroya dâhil edilmesinin nedeni de anlaşılıyor. Yönetmenin öte dünya tasvirlerindeki çabasını ayrı tutarsak, Mısır Tanrıları, kötü bir tüccarlık çabası olarak kalmaya mahkûm.

OYUNCULAR ÖDÜLÜ HAK EDİYOR!

Konsept sorunu göz ardı edilecek gibi değil. Fakat yaklaşık 140 milyon dolar bütçeye sahip, yönetmen koltuğunda Proyas gibi yetenekli bir ismin oturduğu filmde CGI teknolojisinin beceriksizce kullanımı şaşırtıcı. Tamamına yakını yeşil perde önünde çekilen filmin birçok sahnesinde efektlerin ‘ben buradayım' diye bağırması, ‘Fetih 1453'e haksızlık mı ettik acaba?' diye düşündürüyor.

Yönetmen, senaryo ve görsel efektler açısından durum iç açıcı değilken, oyuncular da onlara ayak uydurmakta zorluk çekmemiş. Oscar'lı Geoffrey Rush'ı da hariç tutmadan, bütün oyuncuları önümüzdeki sene verilecek Altın Ahududu (Razzie) ödülüne şimdiden aday yazdırabiliriz.

Mısır Tanrıları, bütün bu zaaflarının üzerini, son ana kadar hiç ilgilenmediği, ‘fâni' antik Mısır halkına ‘tanrının eli'ni uzatarak her şeyin üzerine tüy dikiyor. Sinemanın yolunu tutacakların, beklentilerini düşük tutması kendi yararlarına…

CNR Kitap Fuarı'nın onur konuğu Semavi Eyice

0
0

Bu yıl üçüncüsü düzenlenecek CNR Kitap Fuarı 4 Mart'ta Yeşilköy Ticaret Merkezi'nde başlıyor.

‘Engelsiz Bir Dünya' temasıyla düzenlenecek fuara Almanya, Meksika, Bosna-Hersek, İngiltere, Makedonya, Arnavutluk, Arjantin, Kolombiya, Bolivya'nın da bulunduğu 19 ülkeden 109 yayınevi katılacak. Anadili Arapça olan 9 ülkeden; Filistin, Lübnan, Mısır, Suriye, Suudi Arabistan, Tunus, Ürdün, Yemen ve B.A.E.'den 85 yayınevi ‘Arap Ülkeleri Yayıncıları Özel Bölümü'nde yer alacak. Fuarın bu yılki onur konuğu ise sanat tarihçisi Prof. Dr. Semavi Eyice olacak. CNR Holding ve Basın Yayın Birliği desteğiyle düzenlenen CNR Kitap Fuarı, 13 Mart'ta sona erecek. (www.cnrkitapfuari.com)

Ortadoğunun kadın sinemacıları Filmmor'da

0
0

12-20 Mart arasında İstanbul'da Pera Müzesi, İtalyan Kültür Merkezi, Aynalı Geçit ve İstanbul Modern'de sinemaseverlerle buluşacak 14. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da kadınların sinemasına özel bir toplu gösterimde yer veriyor.

Festivalde, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da Kadınların Sineması başlığı altında Ürdün'den İran'a uzanan bir coğrafyadan filmler gösterilecek. 9 film gösterimi ve bir söyleşinin yapılacağı bölümde, İranlı Sepideh Farsi'nin Kırmızı Gül (Red Rose), İran'da çocukluklarından itibaren hayallerini halılara dokuyan kız çocuklarının hikâyesini anlatan Baran M. Reihani'nin Binlercesinden Biri (One of Thousands), Nina Khada'nın Cezayir'den Fransa'ya sürgün edilen büyükannesinin izini sürdüğü Fatima, Ida Panahandeh'in İran'da anne ve kadın olmak arasında sıkışıp kalan bir kadının hikayesini anlattığı Nahid, 70'li yıllarda Fas'tan Sahra Çölü'ne sürülen Sahrawi kadınlarını anlatan Diana Nava imzalı Coria ve Deniz (Coria and the Sea), Pascale Berson-Lecuyer'in Ürdün'den Fransa'ya göç eden Fatima Ezzahra'nın portresi Fatima'nın Cumhuriyeti (Fatima's Republic) filmleri izleyiciyle buluşacak. (www.filmmor.org)

Berlin'in en iyileri İstanbul Film Festivali'nde

0
0

Bu yıl 35. kez gerçekleştirilecek İstanbul Film Festivali, geçtiğimiz hafta sona eren 65. Berlin Film Festivali'nin ödüllü filmlerini programına aldı.

7-17 Nisan arasında yapılacak festivalde, Altın Ayı ödülünü alan Fuocoammare, Jüri Büyük Ödülü'nü kazanan Death in Sarajevo, En İyi Yönetmen ödülünü alan L'avenir, En İyi İlk Film ödülünü alan Inhebbek Hedi, Alfred Bauer Ödülü'nü kazanan A Lullaby to the Sorrowful Mystery ve Berlin'de hem eleştirmenlerin hem de izleyicilerin beğenisini kazanan beş film daha, Türkiye prömiyerlerini İstanbul Film Festivali'nde yapacak. Altın Ayı'yı kucaklayan Fuocoammare / Fire at Sea, Avrupa'nın sürekli göz ardı etmeye çalıştığı mülteci meselesine, İtalya'nın Lampedusa Adası'ndaki hayata duygusal bir açıyla yaklaşarak bakıyor. Yönetmen Gianfranco Rosi, bu belgeseli çekmek için, özellikle Afrika ve Ortadoğu'dan yüz binlerce mültecinin Avrupa'ya ulaşma amacıyla ilk adımını attığı Lampedusa adasında aylarca yaşadı. Film aynı zamanda, günümüz sinemasının politik meseleleri ele alış biçimini sorgulamamız için bir kapı aralıyor.


Elli yıl sonra yeniden ‘Sevmek Zamanı'

0
0

Yönetmenliğini Metin Erksan'ın yaptığı 1965 yapımı ‘Sevmek Zamanı' restore edilen filmler arasındaki yerini aldı.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi öğrencileri ve öğretim üyeleri tarafından restore edilen filmin önceki akşam aynı merkezde galası yapıldı.

Başrolünü Müşfik Kenter ve Sema Özcan'ın paylaştığı Sevmek Zamanı'nda boyamaya girdiği evin duvarında asılı kadın resmine âşık olan boyacı Halil ile resmin sahibi Meral'in hikâyesi anlatılıyor. Bir resme, bir surete âşık olmaktan bahseden film sıra dışı sinema anlayışı ve konusu sebebiyle çekildiği dönemde sinema işletmecileri tarafından kabul görmeyerek gösterime giremedi. Yapım sadece 22 Nisan 1966 tarihinde Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi'nde bulunan Kulüp Sinema 7'de özel bir galayla izleyici karşısına çıkmıştı. Sevmek Zamanı, 50 yıl sonra yenilenmiş haliyle aynı kurumda yeniden seyirciyle buluştu.

‘Dijital verinin hiçbir garantisi yoktur'

Geçtiğimiz yıllarda Üç Arkadaş (Memduh Ün), Vesikalı Yarim (Lütfi Ö. Akad), Gurbet Kuşları (Halit Refiğ) ve Muhsin Bey (Yavuz Turgul) filmlerini onaran merkez bu yıl ilk olarak Prof. Sami Şekeroğlu danışmanlığında Sevmek Zamanı'nı yeniledi. Restorasyon sürecini anlatan Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi Müdürü Prof. Asiye Korkmaz “Orijinal negatifini yüksek çözünürlükte taradığımız filmi 132.021 kareye ayırarak toz ve çiziklerden temizledik. Öğrencilerimizin de yer aldığı yaklaşık 10 kişilik bir ekip ile çalıştık. Ancak şöyle bir durum var ki filmleri dijitalize etmek onları yenilemek ve kurtarmak anlamına gelmez. Dijital verinin hiçbir garantisi yoktur, eserin yaşaması için kayıtların tekrar filme basılması gerekir.” diyor. Korkmaz, Metin Erksan'ın ‘Kuyu', Halit Refiğ'in ‘Hanım' ve ‘Haremde Dört Kadın', Atıf Yılmaz'ın ‘Ah Güzel İstanbul', Duygu Sağıroğlu'nun ‘Bitmeyen Yol' ve Feyzi Tuna'nın ‘Kuyucaklı Yusuf' filmlerinin restorasyonunun da büyük ölçüde tamamlandığının müjdesini verdi.

Picasso ve Dali'nin ustası geldi

0
0

Metafizik sanatın kurucusu Giorgio de Chirico'nun “Dünyanın Gizemi” sergisi, geçtiğimiz çarşamba Pera Müzesi'nde açıldı. Chirico, 1919'da bir dergide yayımlanan yazısında “Geleceğin resminin amacı ne olacaktır?” diye sorup şöyle demişti: “Şiirin, müziğin ve felsefenin amacı neyse o.” Dünyanın Gizemi, ressamın bu sözünü görünür kılıyor.

Giorgio de Chirico, ilginç bir sanatçı. Bir kere, Picasso ve Dali gibi ustalara ilham vermiş sıra dışı bir usta. Bir başka ilginç konu da Chirico'nun ailesinin İtalyan olmakla birlikte, köklerinin Osmanlı topraklarına uzanması. De Chirico'nun büyükbabası Bab-ı Âli'de Rus çarlığı adına resmi tercüman olarak çalışmış. Babası Evaristo, İstanbul'da dünyaya gelmiş, Londra'da öğrenim görmüş bir inşaat mühendisi ve önce Türkiye'de, daha sonra Yunanistan'da demiryolu yapımında çalışmış. Annesi Gemma Cervetto ise büyük ihtimalle İzmir doğumlu…

Giorgio de Chirico, Hektor ile Andromakhe (1970)

Pera Müzesi, hem resim tarihi için büyük önem taşıyan, hem de yaşadığımız topraklarla bağı bulunan, 20. yüzyılın sıra dışı sanatçılarından, metafizik sanatın kurucusu Giorgio de Chirico'yu (1888-1978) ağırlıyor. Roma, Giorgio ve Isa de Chirico Vakfı işbirliğiyle İstanbul'a getirilen sergi, sanatçının yaklaşık 70 resim, 2 litografi serisi ile 10 heykelini bir araya getiriyor ve sanatçının 1909 tarihli erken dönem eserinden 1970'lerin ortalarına, son dönem yapıtlarına dek geniş bir panorama sunuyor. Sanatçı bu sergi vesilesiyle, ölümünden yıllar sonra, babası Evaristo de Chirico'nun doğduğu kent olan İstanbul'u ziyaret ediyor.

Davud'un Eliyle Metafizik İç Mekan

Giorgio de Chirico, 1888'de, Yunanistan'ın Volos şehrinde doğdu. Çocukluğu Yunanistan'da geçti ve Yunan miti, de Chirico'nun estetik bakış açısının en sürekli ve en belirleyici özü oldu. Münih Güzel Sanatlar Akademisi'nde öğrenim gören de Chirico, Nietzsche ve Schopenhauer'in felsefelerine ilgi duydu. Metafizik dönem resimleriyle, Rene Magritte, Paul Delvaux, Man Ray, Pierre Roy, Salvador Dali gibi sürrealistler üzerinde etkisi oldu. Serginin küratörü Fabio Benzi, de Chirico'nun sanatsal serüvenini aktarırken, onun 1910'da geliştirdiği ve “metafizik sanat” olarak nitelendirdiği bakış açısına değiniyor ve şunları söylüyor: “Bu bakış açısı, Picasso, Matisse, Kandinsky, Balla ve Malevich'in bakış açılarıyla birlikte, çağdaş sanatın en önemli payandalarını oluşturur.”

Merkurius'un Derin Düşünüşü

De Chirico 1919 yılında bir dergide yayınlanan yazısında “Geleceğin resminin amacı ne olacaktır?” sorusunu sorup şöyle cevaplamıştı: “Şiirin, müziğin ve felsefenin amacı neyse o.” 1 Mayıs'a kadar devam edecek olan Dünyanın Gizemi, ressamın bu sözünü görünür kılıyor. (www.fondazionedechirico.org, www.peramuzesi.org)


Sağdan sola Huma Kabakçı, Pera Müzesi Müdürü Özalp Birol, Esra Aliçavuşoğlu

Farklı kuşakların koleksiyonerliğe bakışı

Pera Müzesi'nde “Dünyanın Gizemi”yle birlikte açılan bir diğer sergi, merhum Nahit Kabakçı'nın, kızının adını vererek oluşturduğu Huma Kabakçı Koleksiyonu'nda bir seçki sunan “Anı ve Süreklilik: Huma Kabakcı Koleksiyonu'ndan Bir Seçki”. Küratörlüğünü Huma Kabakçı ve Esra Aliçavuşoğlu'nun birlikte yaptığı sergi, farklı kuşakların koleksiyonerliğe bakışına da ışık tutuyor. İki kuşak tarafından sürdürülen, modern ve çağdaş sanat eserlerini içeren nitelikli bir özel koleksiyonu ele alıyor. Türkiye'den ve dünyadan 45 sanatçının 70'e yakın yapıtını bir araya getiren sergide Aliye Berger, Sabri Berkel, Mübin Orhon, Sarkis, Canan Tolon, Fahrelnissa Zeid, Ferruh Başağa, Canan Dağdelen gibi dikkat çekici pek çok isimin yanı sıra Joseph Beuys, Damien Hirst, David Hockney, Max Ernst gibi çağdaş sanatın önde gelen imzaları var.

Yaşar Kemal'siz bir yıl...

0
0

Tam bir yıl önce hayatını kaybeden Yaşar Kemal, ölümünün birinci yıldönümünde çeşitli etkinliklerle anılıyor.

Yarın Galatasaray Üniversitesi'nin Ortaköy'deki kampüsünde yapılacak “Yaşar Kemal: İnsanı, Toplumu, Dünyayı Kucaklamak” başlıklı sempozyum, saat 09.30'da başlayacak. Yazarın doğduğu Osmaniye'nin Hemite köyünde de fotoğraflarından oluşan sergisi açılacak, sevdiği yemekler ikram edilecek. Öte yandan, TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy, Yaşar Kemal'in İstanbul Basınköy'deki evinin müzeye dönüştürülmesi halinde destek vermeye hazır olduğunu söyledi. KÜLTÜR-SANAT

Flamenkonun kimliğini Endülüs oluşturdu

0
0

Miguel Poveda, flamenko müziğin usta isimlerinden. Türk müziğiyle kendisini akraba hissettiğini söyleyen başarılı sanatçı, “Flamenkonun kimliğini ‘Endülüs' oluşturdu.” diyor. Poveda, söyleşi sırasında ilk defa bizden duyduğu Yahya Kemal'in ‘Endülüs'te Raks' şiirini, birkaç saat içinde besteleyip konserinde seslendirdi.

İspanyol sanatçı Miguel Poveda, flamenko müziğin güçlü seslerinden. Önceki akşam Pasion Turca'nın üstlendiği organizasyonda İş Sanat'ta sahne aldı. Başarılı müzisyen ile konser öncesi bir araya geldik. Sohbetin sonunda kendisine Yahya Kemal'in “Endülüs'te Raks” şiirini ve o meşhur ‘zil, şal ve gül' mısralarını hatırlattık. Haliyle Poveda, şiiri epey merak etti. Konser alanına giderken, şiirin İspanyolcasını okuyan usta sanatçı, günü harikulade bir sonla hatıra defterine kaydetti. Seyircilere Yahya Kemal'den bahseden Poveda, Endülüs'te Raks şiirini müzik eşliğinde seslendirdi, yer yer besteledi. Böylece Madrid'de bir dönem İspanya orta elçiliği vazifesini yapan şairimiz Yahya Kemal, ‘Aziz İstanbul'unda yıllar sonra İspanyol bir sanatçının nağmelerinde buluştu. İşte, Miguel Poveda'nın Zaman'a anlattıkları…

43 yaşınızdasınız… Ve göz kamaştıran bir müzik kariyeriniz var. Bu başarınızın sırrı ne?

Öncelikle müziğe ve bu mesleğe büyük bir tutkum var. İstediğim müziği yapabilmek için çok mücadele ettim. Müziğin icrasına olan aşkım, beni bugünlere getirdi. Çok fazla insana sesimi, müziğimi duyurabilmek istiyordum. Bunu da başardığımı düşünüyorum. Çok çalıştım; ama her bedeli ödemeyi de kabul etmedim!

Nedir o kabul etmediğiniz bedeller?

Daha fazla insanın dinleyebileceği, yüzeysel müzikler yapabilirdim. Ama benim rüyam, dünyanın her yerindeki insanların özüme, duygularıma kulak vermesiydi. Dolayısıyla beni herkes dinlesin diye, ana akımın her dediğini yapmadım.

TÜRK MÜZİĞİYLE KENDİMİ AKRABA HİSSEDİYORUM

Flamenko, Akdeniz coğrafyasının özeti gibi… Türk müziğiyle bir akrabalık hissediyor musunuz?

Özetten ziyade bu müzik büyük bir karışım. Çok fazla kültürün iç içe geçmesiyle zaman içinde bu kıvama geldi. İçinde Arap öğeler de var eski Yunan da var… Flamenko, Endülüs bölgesinin kırsalını taşıyor. Haliyle, Türk müziğiyle kendimi kesinlikle akraba hissediyorum. Ayasofya ve Sultanahmet camilerini gezdim. Orada duyduğunuz müzik bile size bunu hissettiriyor. Ezandaki ses kullanım biçimi bizim oraları hatırlatıyor. Farklı camilerden gelen ezan sesleri, farklı müzisyenlerin birbirleriyle düello yapışı gibi geldi. Ezan, beni İspanya'nın geçmişine götürdü.

Endülüs, müziğinizi besleyen bir mazi kuşkusuz…

Kesinlikle öyle… Endülüs bölgesinin duygusu, nevi şahsına münhasırdır, bunu çok yoğun hissedersiniz. İnsanların duygularını en üst düzeyde ifade ettiğini görürsünüz. Mesela bir trajedi varsa, o trajik hadise çok büyük anlatılır. Yine bir mutluluk resmedilecekse en zirvededir. Kısacası bütün duygular, üst perdedendir. Bütün bunlar, flamenko müziğinin kimliğini inşa eden unsurlar. Bu duygu yoğunluklarını insanlara hissettirmeye çalışıyorum. Bence flamenkonun bu kadar sevilmesinin arkasında bahsettiğim duyguların ifade edilmesi yatıyor.

İstanbul'a ilk defa geldiniz. Şehri nasıl buldunuz?

Şehrin enerjisi beni epey heyecanlandırdı. İstanbul'u görmek, hayalimdi. Daha detaylı gezmek, İstanbullularla konuşup; onların hikâyelerini dinlemek için yeniden geleceğim. Bu şehir, çok fazla kültürün bir sentezi.

Avrupa, mülteci konusunda misafirperver olmalı!

Dünya kaosun eşiğinde. Müzik, insanları birleştirmeye yetecek mi?

Ojala! (İspanyolca İnşallah demek) Bütün temennim insanlığın savaşmaması. Zaten şiirlerimde, bestelerimde hep barışı önceliyorum. Barış ve huzurun önemini sadece röportajlarımda değil, müziklerimde de söylüyorum. Ben artık, boğulan, deniz kıyısına vuran çocuklar görmek istemiyorum. Bu görüntüler, beni derinden yaralıyor. Avrupalıların biraz daha hassas davranıp; mülteci konusunda misafirperver olması gerek diye düşünüyorum. Suriye'de trajedi yaşanırken, insanların inançları, etnik kimliği düşünülmeden, onların hayatta kalmaları için çaba gösterilmeli.

!f İstanbul'da ödüller yerli sinemaya gitti

0
0

!f İstanbul'un 2016 ödülleri belli oldu! Bu yıl dokuzuncusu düzenlenen Keş!f Uluslararası Yarışma'nın jürisi, ödülü Türkiye'den “Veşartî;/Gizli” filmiyle Ali Kemal Çınar ve Çin'den “Kaili Blues”un yönetmeni Bi Gan arasında paylaştırırken, SİYAD Ödülü de yine Ali Kemal Çınar'a verildi.

Ali Kemal Çınar

Aşk ve Başka Bi' Dünya Yarışması'nın birincisi İtalya yapımı “Lost And Beautiful/Kayıp ve Güzel” seçilirken, Jüri Özel Ödülü de Türkiye'den Berke Baş ve Melis Birder'in “Bağlar” filmine gitti. Türkiye'den Kısalar İzleyici Ödülü ise Yakup Tekintangaç'ın yönettiği “Azad”dan yana oldu!

Aşk & Başka Bi' Dünya

İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde düzenlenen 15. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, dün gece Sumahan'da yapılan ödül töreniyle sona erdi. Nergis Öztürk'ün sunuculuğunu yaptığı gecede Keş!f Yarışması Ödülleri, Aşk & Başka Bi' Dünya ve Türkiye'den Kısalar İzleyici Ödülleri sahiplerini buldu. Keş!f Ödülü Çinli ve Türkiyeli yönetmenlerin Sinema dünyasından usta isimlerin “sinemada cesur hikâye anlatımı ve biçimsel arayış" kriterlerini gözeterek, “en ilham veren yönetmen”i seçtikleri Keş!f Uluslararası Yarışma'da bu yıl ABD, Almanya, Belçika, Çin, Etiyopya, Fransa, Finlandiya, İngiltere, İran, İspanya ve Türkiye'den toplam 9 film, 10.000 dolar para ödüllü Keş!f Ödülü için jüri karşısındaydı.

Oyuncu ve yönetmen Desiree Akhavan; New York Modern Sanat Müzesi'nin (MOMA) film küratörü Joshua Siegel; oyuncu Dounia Sichov; yazar, yönetmen ve yapımcı Mark Peranson ile senarist ve oyuncu Mert Fırat'tan kurulu Keş!f Jürisi, “Kaili Blues”un Çinli yönetmeni Bi Gan ve Türkiye'den “Veşartî;/Gizli”nin yönetmeni Ali Kemal Çınar'ı “yılın ilham veren yönetmeni” seçti. Çınar böylece, Keşif Ödülü'nü kazanan ilk Türkiyeli yönetmen oldu.

“Kaili Blues”

Jüri adına ödül gerekçesini okuyan Dounia Sichov ve Mert Fırat; “Ödül, şimdiki zamanı anlamak ve bilinmeyen geleceği tahmin etmek için geçmişten yararlanan iki film arasında paylaştırıldı. İkisi de hem şiir ve gelenekseli hem de kimlik ve zamanın belirsizliğini farklı bir bakışla anlatan cesur hikâyeler. Çin ve Türkiye sinemasında daha önce benzerlerine rastladığımızı hatırlamıyoruz” dedi.

SİYAD'ın seçimi de Çınar'dan yana!

Gözde Onaran, Münir Emre Göker ve Vecdi Sayar'dan oluşan Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) jürisinin seçimi ise, “cinsel kimlikler üzerinden değişim temasını mizahi bir yaklaşımla işleyerek sinemamıza yeni bir soluk getirdiği” gerekçesiyle yine “Veşartî;/Gizli”nin yönetmeni Ali Kemal Çınar'dan yana oldu. Yılın en yaratıcı müdahalesi “Kayıp ve Güzel” !f İstanbul'un iki yıl önce başlattığı ve aktivist filmlerin yarıştığı 10 bin dolar değerindeki Aşk & Başka Bi' Dünya Ödülü için ise ABD, Almanya, Birleşik Krallık, Çek Cumhuriyeti, Gürcistan, İran, İsviçre, Kanada, Mısır ve Türkiye'den toplam 8 film yarıştı.

Yönetmen Adam Curtis, güncel sanatçı, sanat eleştirmeni ve yazar Şener Özmen ve yapımcı Philippa Kowarsky'den oluşan jüri, “yılın en yaratıcı müdahalesi” olarak; İtalyan asıllı yönetmen Pietro Marcello'nun kurmacayı, büyülü gerçekçiliği, şiirselliği ve belgeseli harmanladığı “Lost And Beautiful/Kayıp ve Güzel” adlı filmini seçti. Jüri adına gerekçeyi okuyan Adam Curtis ve Şener Özmen, şunları söylediler: “Pietro Marcello'nun bu filmi son derece güzel ve romantik bir sanat yapıtı. Ancak aynı zamanda insanların, birbirlerinin ve dünyanın geri kalanının üzerinde nasıl iktidar kurduklarına taze gözlerle yeniden bakmanızı sağlayan güçlü bir politik film. Muhteşem bir başarı.”

Jüri Özel Ödülü “Bağlar”a!

Gecede ayrıca, yarışmaya Türkiye'den katılan “Bağlar” filmine Jüri Özel Ödülü verildi. Melis Birder ile Berke Baş'ın birlikte yönettiği film için jürinin açıklaması şöyle oldu: “Bağlar belgeseli, zorunlu göçün büyüttüğü Diyarbakır'ın Bağlar semtinde yaşayan Kürt gençlerin basketbol tutkusunu, koçları Gökhan Yıldırım'ın mücadeleci ruhu üzerinden ele alsa da, film gerçekte bölgedeki spor-siyaset sarmalındaki dil sürçmelerinin sert ve yıkıcı taraflarını güçlü bir şekilde gösteriyor. Her şeyin siyasetin içinden geçerek kırıldığı Diyarbakır'da spor, hiçbir anlam taşımıyor. Ölüm sizi bir katırın sırtında da buluyor, evinizin balkonunda da. Gerçek, rahatsız ediyor bu filmde.”

Kısa izleyicisi Azad'ı seçti

Yakup Tekintangaç

Türkiye'den Kısalar bölümü kapsamında verilen İzleyici Ödülleri'nin sahipleri de belli oldu. 17 kısanın gösterildiği bölümde, Yakup Tekintangaç'ın yönettiği ve !f İstanbul'un Aralık ayında internetten yaptığı özel gösterimde üç günde 82 bin kişi tarafından izlenen “Azad” en iyi kısa seçilirken, Gülistan Acet'in kısası “Günah” ikinciliği, Süheyla Schwenk'in “Meral, Kızım” da üçüncülüğü aldı. Tekintangaç, !f İstanbul'un konuğu olarak yurt dışındaki bir festivale konuk olma hakkı kazandı.

İstanbul ayağı bugün sona erecek olan !f İstanbul'da, 40 ülkeden 112 filmin gösterildi, 80 bin izleyici festivali takip eti. Festival, 3 Mart'ta Ankara ve İzmir'e doğru yola çıkacak ve 6 Mart'ta sona erecek. (www.ifistanbul.com)

!f Jürisi

15. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali Ödülleri

Keş!f Uluslararası Yarışması

Birincilik: Ali Kemal Çınar Veşartî;/Gizli, Türkiye & Kaili

Blues Bi Gan, Çin

SİYAD Ödülü: Ali Kemal Çınar Veşartî;/Gizli, Türkiye

Aşk & Başka Bi' Dünya Yarışması

Birincilik: Lost And Beautiful/Kayıp ve Güzel Pietro

Marcello, İtalya

Jüri Özel Ödülü: Bağlar Berke Baş&Melis Birder, Türkiye

Türkiye'den Kısalar İzleyici Ödülleri

Birinci Kısa: Azad Yakup Tekintangaç

İkinci Kısa: Günah Gülistan Acet

Üçüncü Kısa: Meral, Kızım Süheyla Schwenk

!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali

!f İstanbul'da ödüller yerli sinemaya gitti

0
0

!f İstanbul'un 2016 ödülleri önceki akşam verildi. Bu yıl dokuzuncusu düzenlenen Keş!f Uluslararası Yarışma'nın jürisi, ödülü Türkiye'den “Gizli” filmiyle Ali Kemal Çınar ve Çin'den “Kaili Blues”un yönetmeni Bi Gan arasında paylaştırırken SİYAD Ödülü yine Çınar'a verildi.

Aşk ve Başka Bi' Dünya Yarışması'nın birincisi İtalya yapımı “Lost And Beautiful/Kayıp ve Güzel” seçilirken, Jüri Özel Ödülü Türkiye'den Berke Baş ve Melis Birder'in “Bağlar” filmine gitti. Türkiye'den Kısalar İzleyici Ödülü ise Yakup Tekintangaç'ın yönettiği “Azad”dan yana oldu. İstanbul ayağı dün sona eren !f İstanbul'da 3 Mart'ta Ankara ve İzmir'e doğru yola çıkacak. (www.ifistanbul.com)

Alvarlı Efe Hazretleri anısına

0
0

Alvarlı Efe Hazretleri'nin vefatının 60. yılı anısına Nüvez Müzik özel bir albüm hazırladı.

Tasavvuf müziği sanatçısı Agâh tarafından icra edilen albümde, güfteleri Efe Hazretleri'ne ait, bestesi anonim 9 eserin yanı sıra güftesi Efe Hazretleri'nin babası Hace Hüseyin Efendi'nin ‘Kadem Bastın' ve ayrıca ‘Salat-ı Kemaliye' ile birlikte 11 eser yer alıyor. Âlemlere Rahmet Olan, Hazer Kıl, Seyreyle Güzel, Ne Devlettir Bazâr-ı Işk Kurulmuş, Ol Peri, Olup Şems ü Kamer, Gül Yüzlü, Erzurum Kilidi Mülk-i İslâm'ın, Mevlâ Bizi Afvede (Bayram O Bayram Olur) albümde yer verilen diğer eserler. Alvarlı Efe Hazretleri Vakfı kurucularından hattat Hüseyin Kutlu'nun bilgi ve tecrübesinden yararlanılarak hazırlanan Gül Yüzlü albümü, Agâh'ın da beşinci çalışması. (www.nuvaz.com.tr)


‘Orhan Pamuk hayranıyım'

0
0

İngiliz belgesel yönetmeni Grant Gee'nin, Orhan Pamuk imzalı ‘Masumiyet Müzesi' romanından esinlenerek çektiği ‘Innocence of Memories/Masumiyet Müzesi', geçtiğimiz hafta 15. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nde izleyiciyle buluştu.

Önceki gün son gösterimi yapılan filmin ardından Grant Gee ile Orhan Pamuk Kanyon'da bir araya gelerek ‘Hikâye Anlatımı, Sinema ve İstanbul' başlığıyla edebiyat ve sinema üzerine bir söyleyişi gerçekleştirdi.

Masumiyet Müzesi'ni okumaya başladığında romana ait bir müzeden haberi yoktur Grant Gee'nin. Öğrendiğinde ise belgeselini yapmaya karar verir ve vakit kaybetmeden Orhan Pamuk'a ulaşır. Öncesinde çektiği belgeselleri Pamuk'a gönderen yönetmen hikâyenin geri kalanını şöyle anlatıyor: “Orhan Pamuk'un hep hayranıydım. Kendisi teklifimi kabul edince 2013 yazında İstanbul'a geldim. Şehri birlikte gezmeye başladık. Romanda okuduğum sokaklarda hayran olduğum biriyle yürüyordum. O sırada romanı nasıl kullanabileceğimiz konusunda derin konuşmalar içine girdik. Şiirsel bir belgesel yapmak niyetindeydim. Karamsar olmasını istemedim hiç. Kendisine de izlemesi için bu tarzda belgeseller verdim.” Gee, Masumiyet Müzesi'ni okuduğunda kendisinde hissettirdikleri için “Çeviri farkı oluyor elbette araya yorumlar da giriyor. Ama ben İngiltere'nin kırsal bir bölgesinde büyüdüm, bu sebeple 70'lerin Türkiye'sini kolaylıkla anlayabiliyorum. Edebiyatın büyüsü de galiba bu.” açıklamasını yaptı.

Bu oyun, yüksek dozda mobbing içerir

0
0

Aslı Enver ve Dolunay Soysert'in rol aldığı Personel, bu sezon da kapalı gişe oynamaya devam ediyor. Bir insan kaynakları müdürü ile çalışan arasındaki diyaloglar üzerine kurulu olan oyun, mobbingin gelebileceği en üst noktayı gösterirken kara mizahın nimetlerinden faydalanıyor.

Alabildiğine profesyonel bir ses tonuyla ‘bize anlatmak istediğin bir şey var mı' diyor ve bunu belirli aralıklarla tekrarlıyor. İçten bir dostun dilinden dökülse ‘çölde vaha' gibi gelecek bu soru, muhatabının canını sıkıyor. Çünkü soruyu soran bir dost değil, profesyonelliği kutsal bir şeymişçesine yaşayan bir insan kaynakları müdürü. Merak ve müdahale karışımı bir ifadeyle yöneltilen sorunun muhatabı ise hemen herkes gibi özel hayatına karışılmasından hazzetmeyen bir beyaz yakalı. Bu ikilinin sık aralıklarla karşılaşmasından çıkacak netice ise plaza hayatının dilimize kazandırdığı yeni kavramlardan ‘mobbing'.

Craft'ın geçtiğimiz sezondan beri sahnelediği Personel, bu yıl da kapalı gişe oynamaya devam ediyor. Bu ilgide oyuncuların Aslı Enver ve Dolunay Soysert gibi popüler isimlerden oluşmasının elbette etkisi var fakat oyunun konu itibarıyla -özellikle de büyük şehirlerde- geniş bir kitleyi yakalaması da Personel'i cazip kılan bir etken. Metinde zaman zaman abartıya kaçan bölümler, oyunu, ‘kara komedi' ile ‘gerçekçi bir eser' arasında bir yerlere oturtuyor. Zira çoğunlukla seyirciyi güldürmek üzerine kurulu oyunu izlerken kendinizi personelin yerine koyup sıkıntıyı içinizde hissettiğiniz anlar da oluyor.

Emma, kurumsal bir şirketin satış departmanında çalışmaktadır ve performansı hiç de fena değildir. Fakat kapitalist düzende sistem çalışanın sadece o an için performansının yüksek olmasını yeterli bulmaz. Evet şu an için iyidir ama gelecek için kim garanti verebilir? Ya Emma işini aksatacak şekilde birine âşık olursa üstelik âşık olduğu bu kişi de aynı yerde çalışıyorsa, hele bir de bu kişiden çocuğu filan olursa. Zinhar bütün önlemler alınmalı, yılanın başı küçükken ezilmeli. Sözleşmenin sık sık hatırlatılması ve bütün o can sıkıcı uyarılara rağmen yılanın başı küçükken ezilemez ama baskı, dozunu yükselterek devam eder ve Emma'nın hayatı kâbusa döner.

İlk tiyatro deneyiminden başarıyla çıkan Aslı Enver bir yana, insan kaynakları müdürünü canlandıran Dolunay Soysert ‘sahnede devleşiyor' denilen türden bir performans sergiliyor. Sinirleri gayet bozulan ve yine profesyonellik gereği bunu çaktırmamaya çalışmak gibi zor bir rolün altından başarıyla kalkıyor. Yüzünden eksik etmediği ‘kurumsal tebessüm' seyirciyi sık sık Emma ile empati kurmaya sevk ediyor.

İngiliz yazar Mark Bartlett'in yazdığı Personel, Çağ Çalışkur'un rejisiyle sahneye taşınmış. Çalışkur'un metne sadık kaldığı, uyarlama ile arasına mesafe koyduğu anlaşılıyor. Bu da aslında bazı diyalogların Türk izleyicisi açısından fazla ‘Batılı' kalmasına yol açmış olabilir. En azından bir kısmı için. Taciser Sevinç'in imza attığı dekor tasarımı ise plaza atmosferini oldukça başarılı yansıtmış. Çalışanların özel hayatını ortaya sermeyi profesyonellik olarak lanse eden plaza ortamının, şeffaflık ve açıklığı iyi bir şekilde verilmiş. Sahnenin iki yanına yerleştirilen ve daha çok Emma'nın yüz ifadesine odaklanan ekranlar plazaların ‘çalışanlarını gözetleme' aktivitesine seyirciyi de ortak ediyor.

Personel, bütün sahnelerin çalışanla insan kaynakları müdürü arasındaki görüşmeye odaklanması ve hep aynı mekânda geçmesinin seyirciyi bir miktar sıkması dışında başarılı ve oldukça güncel bir oyun.

André Rieu, Türkiye konserlerini iptal etti

0
0

Klasik müziği olimpiyat statlarına taşıyan dünyaca ünlü sanatçı André Rieu, mart ayında Türkiye'de vereceği iki konserini son zamanlarda ülkede yaşanan olaylardan dolayı gerçekleştirmeme kararı aldı.

2014 yılı Kasım ayındaki konserinde sahneye karlar ve rengârenk balonlar yağdıran, sürpriz Türkçe şarkılarla gönülleri fetheden Rieu, 10 Mart'ta Ankara Arena Spor Salonu'nda, 12 Mart'ta ise İstanbul Ülker Sports Arena'da konser verecekti. Yapı Kredi ana sponsorluğunda IEG Live ve Piu Entertainment işbirliği Good Music in Town serisi çerçevesinde Türkiye'ye gelecek “Valslerin Kralı” André Rieu'ye, her iki konserinde de Johann Strauss Orkestrası eşlik edecekti.

IEG Turkey & PIU Entertainment tarafından yapılan açıklama şöyle:

“Değerli sanatseverler,

Ünlü virtüöz André Rieu'yü siz sanatseverlerle buluşturmamıza günler kalmışken, son zamanlarda ülkemizde yaşanan olaylardan dolayı sanatçının 10 Mart Ankara ve 12 Mart İstanbul konserlerini gerçekleştirmeme kararı aldığını üzülerek bildirmek isteriz.

Her şeye rağmen, hayata sanatla tutunabilmek, sanat ve müzik içinde huzur bulabilmek, acılarımızı paylaşarak azaltabilmek, sizlere dert ortağı olabilmek ve ülkece yeniden kenetlenip tek yürek olabilmek için IEG Turkey ve Piu Entertainment olarak, müziği ve sanatı yaşatmak için çok çalışıyoruz.

Yaşanan hayal kırıklığından ötürü gerçekten çok üzgünüz. Gösteriye bilet alan izleyicilerimiz, bilet iadelerini 10 Mart 2016 tarihinden itibaren Biletix üzerinden gerçekleştirebilecektir.

IEG Turkey ve Piu Entertainment olarak hayatlarınıza neşe katmak için çalışmaya devam edeceğiz.

Saygılarımızla."

Oscar'da gazeteciliğin zaferi!

0
0

Önceki akşam yapılan 88. Oscar Ödülleri töreninin moda, şatafat ve sahne şovları kısmını geçip sadece ödül listesine odaklandığımızda sürprizlere kapalı bir sonuç ortaya çıktı. Her şey beklendiği gibiydi; ırkçılık ve ayrımcılık üzerine yapılan yavan espriler bile!

Oscar öncesi tartışmalar geçen yıllara göre farklı bir seyir izledi. ‘Oscar'ı hangi film alacak?' etrafında dönen geleneksel Oscar sohbeti, bu yıl “DiCaprio Oscar'ı alacak mı?” sorusunun ambargosunda geçti. 19 yaşındayken Gilbert'in Hayalleri (1993) filmiyle ilk kez Oscar'a aday olan oyuncu, 42 yaşında beklediği ödüle kavuştu.

İLK OSCAR'INI ALAN OYUNCULAR GECESİ

Leonardo DiCaprio için ‘formalite' bir eşiğin aşıldığı törende, 26 yaşındaki Brie Larson ‘A sınıfı' oyuncular listesine yükseldi. Küçük yaşlardan itibaren sinema ve televizyon dünyasında olsa da, ilk defa iddialı bir filmde (Gizli Dünya) başrolü alan Larson, ilk adaylığnda Oscar ödülünü evine götürdü. Bu yönüyle Oscar tarihinde müstesna bir yer edinen Larson için büyük filmlerin kapısı ardına kadar açıldı. Bu yıl, oyuncular açısından ‘ilklerin' töreniydi. DiCaprio gibi, kadın oyuncuda Brie Larson, yardımcı kadın oyuncuda Alicia Vikander (Danimarkalı Kız) ve yardımcı erkek oyuncuda Mark Rylance (Casuslar Köprüsü) ilk kez Oscar aldı.

En İyi Film dalında en güçlü rakibi Diriliş'i geride bırakan Spotlight ipi göğüsledi. Bu seçim, Oscar geleneklerine uygundu. Çünkü En İyi Film dalında görsel ve estetik üstünlükten çok, hikâye üstünlüğü ve dramatik yapı önemli olmuştur her zaman. Gazetecilik öyküleri de Akademi'nin gözde konularından biri. Spotlight, rahiplerin taciz vakalarında Kilise'nin sistematik olarak takındığı korumacı tavrın eleştirisinden ziyade bir gazetecilik filmi. Dolayısıyla görsel-estetik ve yönetmenlik açısından yer yer gösterişçi bile sayılabilecek Diriliş, hikâye ve dramatik yapı yönüyle Spotlight'ın gerisinde kaldığı için ödülü alamadı. Özgün senaryoda beklendiği üzere Spotlight'ın adını yazdırdığı ödül listesinde, 2008 krizi konusunda hızlandırılmış kurs niteliğindeki Büyük Açık, hikâye anlatımında seçtiği belgesel-kurgu karışımı, komediye daha yakın ironik diliyle rakiplerini geçti.

MUSTANG YERİNE SAUL'UN OĞLU

Deniz Gamze Ergüven'in Mustang'i ile Macar yönetmen Laszlo Nemes'in Saul'un Oğlu arasında geçen Yabancı Dilde En İyi Film ödülü Macaristan'a gitti. Hangisi alırsa alsın, dünya sineması ilk uzun metrajını çeken iki yetenekli yönetmeni kazanmış olacaktı. Hollywood'un önde gelen sinemacılarını da kendi tarafına çeken Mustang'in halkla ilişkiler stratejisi etkili olsa da sinema tarihinin en iyi ilk filmlerinden biri olan Saul'un Oğlu'nun ödülü alması yerinde bir seçimdi. Filmle ilgili şu notu düşmekte fayda var. Akademi'nin ana dalların yanı sıra ‘Yabancı Film' dalında da belli aralıklarla holokost filmlerini ödüllendirdiği bilinen bir durum. Fakat Saul'un Oğlu, ‘Yine holokost filmine ödül vermişler' denilecek bir film değil. Üzerine yüzlerce film çekilen, sinemaseverlerin belleğine onca imgenin kazındığı bu alanda benzerlerinden farklı, taze ve olgun bir yapım.

Tıpkı Leonardo DiCaprio'nunki gibi, Ennio Morricone'nin The Hateful Eight ile aldığı en iyi film müziği Oscar'ı da önceden kararlaştırılmış (predetermined) bir ödüldü. Sinema tarihine geçmiş onlarca filmin müziklerine imza atan 87 yaşındaki müzisyene ölmeden önce bir ödül vererek tarihindeki utanç sayfalarından birini yazılmadan silmiş oldu Akademi.

Sürprizsiz geçen törenin sürprizi sayılmaya aday birkaç ayrıntı var aslında. Beş dalda aday olan Star Wars: Güç Uyanıyor'un hiçbir dalda ödül almadan törenden ayrılması ve görsel efekt ödülünün Ex Machina filmine gitmesi birbiriyle bağlantılı iki 'ayrıntı'. Bir de, İngiliz oyuncu Mark Rylance hak etmiş olsa da, sinemaseverlerin gönlünden geçen, yardımcı erkek oyuncu ödülünü Sylverster Stallone'un almasıydı. 40 yıl sonra olgun, hayatla hesaplaşmış bir Rocky rolüyle ödüle yaklaşan Stallone, bundan sonra aday listesine girebileceği bir projede yer alamayabilir. Önümüzdeki Oscar'lara bakacağız artık…

88. Oscar Ödülleri'nin ‘en iyi'leri

Film: Spotlight

Yönetmen: Alejandro G. Inarritu (Diriliş)

Özgün senaryo: Josh Singer, Tom McCarthy (Spotlight)

Uyarlama senaryo: Charles Randolph, Adam McKay (Büyük Açık)

Kadın oyuncu: Brie Larson (Gizli Dünya)

Erkek oyuncu: Leonardo DiCaprio (Diriliş)

Yardımcı kadın oyuncu: Alicia Vikander (Danimarkalı Kız)

Yardımcı erkek oyuncu: Mark Rylance (Casuslar Köprüsü)

Görüntü yönetmeni: Emmanuel Lubezki (Diriliş)

Kurgu: Margaret Sixel (Mad Max: Fury Road)

Film müziği: Ennio Morricone (The Hateful Eight)

Görsel efekt: Andrew Whitehurst, Paul Norris, Mark Williams Ardington, Sara Bennett (Ex Machina)

Kostüm tasarımı: Jenny Beavan (Mad Max: Fury Road)

Yapım tasarımı: Colin Gibson, Lisa Thompson (Mad Max: Fury Road)

Makyaj ve saç tasarımı: Lesley Vanderwalt, Elka Wardega, Damian Martin (Mad Max: Fury Road)

Ses kurgusu: Mark A. Mangini, David White (Mad Max: Fury Road)

Ses miksajı: Chris Jenkins, Gregg Rudloff, Ben Osmo (Mad Max: Fury Road)

Özgün şarkı: Spectre / Writing's on the Wall (Jimmy Napes, Sam Smith)

Animasyon: Ters Yüz

Belgesel: Amy

Yabancı dilde film: Saul'un Oğlu

Kısa film: Stutterer

Kısa animasyon filmi: Bear Story

Kısa belgesel: A Girl in the River

Mustafa Koç'un doğduğu köşk, sanat araştırmaları enstitüsü oldu

0
0

Pakize Tarzi'nin 1949'da Şişli'de kurduğu Türkiye'nin ilk kadın-doğum kliniği, sanat araştırmaları enstitüsü oldu. Bugün açılan Bozlu Art Project Sanat Enstitüsü, ‘Türk resim sanatı kütüphanesi', güncel sanat galerileri ve ressamların atölye malzemelerinin sergilendiği bir mekân olarak tasarlandı. Bahçeli köşk içindeki iki katlı enstitü, 21 Ocak'ta hayatını kaybeden Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç'un da doğum yeri.

Şişli'de, hemen Şişli Etfal Hastanesi'nin bir alt sokağında bugün yeni bir sanat merkezi açılıyor. Bozlu Holding'in yönetim binası olarak kullandığı Dr. Şevket Bey Sokak'taki bahçeli köşk, artık Bozlu Art Project Sanat Enstitüsü olarak hizmet verecek. Merkez, kütüphane, güncel sanat sergilerinin açılacağı galeriler ve Mehmet Güleryüz, Neş'e Erdok, Komet, Şevket Dağ, Fahrelnisa Zeyd gibi ressamların, atölye malzemelerinin sergilendiği iki katlı bir mekân olarak tasarlandı.

Bozlu Art Project'in aslında Nişantaşı'nda 2013 Aralık'tan itibaren bir galerisi vardı. Şişli'deki 400 metrekarelik yeni merkezde de sergiler açılacak, bunun yanı sıra sanatçı konuşmaları, konferanslar, arşiv ve belgesel çalışmaları olacak. Merkezin yöneticisi, sanat tarihçisi Oğuz Erten, ‘Bozlu Art Kitaplığı' adı verilen bölümde, şimdilik Türk resmiyle ilgili 10 bin sanat kitabını bir araya getirdiklerini söylüyor. Yapacakları önemli bir iş de, 1870'ten bu yana Türkiye'de yayınlanan sanat eleştirilerini toplamak. Erten, “Hedefimiz resim ve heykel üzerine yayımlanmış tüm makale ve kitapları tek bir kitaplıkta buluşturabilmek. Araştırmalarımızda 60 bine yakın kaynak olduğunu tespit ettik. Sürecin çok meşakkatli ve zaman alan bir yanı var... 1933-49 arasında çıkan Yedigün dergilerini geçen hafta kütüphanemize kattık.” diyor.

Sanat tarihçisi Oğuz Erten

İtalyan mimar Giulio Mongeri'nin, 1923'te ailesi için yaptığı köşk, 1949'da Pakize Tarzi'nin kurduğu Türkiye'nin ilk kadın-doğum kliniği olarak kullanıldı. Köşk, 21 Ocak'ta hayatını kaybeden Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç'un da doğum yeri. Cumhuriyet dönemi I. Ulusal Mimarlık Akımı'nın örneklerinden olan tarihi Mongeri Binası, 2008'de Bozlu Holding'in yönetim yeri oldu.

Dr. Şükrü Bozluolçay

Sağlık ve teknoloji alanında faaliyet gösteren Bozlu Holding'in Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Şükrü Bozluolçay, aynı zamanda koleksiyoner. Cerrahpaşa'da tıp okurken, Ali Çelebi ve Turgut Atalay gibi ressamlarla tanışan ve resim sevgisi gelişen Bozluolçay'ın koleksiyonunda klasik ve modern Türk resminden 2 bin eser bulunuyor.

Bozlu Art Project'in ilk sergisi, bu koleksiyondan ve Bozlu Art Project sanatçılarından derlenen karma sergiden oluşuyor. Mübin Orhon, Şeref Akdik, Avni Arbaş, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ferruh Başağa, Sabri Berkel, Feyhaman Duran, Cevat Dereli, Turan Erol, Nuri İyem, Zeki Faik İzer, Halil Altındere, Burhan Doğançay, Özdemir Altan, Ergin İnan, Canan Tolon'un yanı sıra genç kuşak sanatçıların da eserleri, dönemlerine göre küçük galerilere dönüştürülen köşkün odalarında sergileniyor.

Ressamların atölye malzemeleri sergileniyor

Bozlu Art Project'in ilgiyle izlenecek bölümlerinden biri, ressamların atölye malzemelerinin sergilendiği oda. Hangi ressamlardan, neler var? Mehmet Güleryüz'ün resim yaparken kullandığı gömlek, Komet'in, ‘güle güle paletim' yazdığı ayaklı palet masası, Utku Varlık'ın atmaya kıyamadığı 30 yıllık bitmiş boya tüpleri, Neşe Erdok'un Akademi'de kullandığı önlüğü, Balkan Naci İslimyeli'nin Safranbolu ev maketlerinden yaptığı fırçalığı, Şevket Dağ'ın boya kutusu, Seyhun Topuz'un çekiçleri, Nur Koçak'ın, Nejad Melih Devrim ve Fahrelnisa Zeyd'in paleti, Adnan Çoker'in 1954'te Paris'e ilk gittiğinde aldığı fırçalarının da bulunduğu fırça ve boya karıştırma kutusu… Bu özel oda, daha sonra bir kitapla taçlandırılacak.

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live