Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Şişli Camii'nin tarihi bu sergide

$
0
0

Yapımına 1945'te başlanan ve dört yılda tamamlanan Şişli Cami'nin inşa süreci ve fotoğrafları bir sergiye konu oldu. Tepebaşı'ndaki İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nde dün açılan “Şişli Camii: Erken Cumhuriyet Döneminde Bir Osmanlı Yapısı”, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu'ndan derlendi.

Sergide, caminin 1945-1949 arasındaki inşa sürecinde çekilen cami avlusu, müştemilat birimleri, şadırvan ve kubbe detayları ile açılışına ilişkin fotoğraflar ağırlıklı yer tutuyor.

İstanbul'un Şişli ilçesinde, Halaskargazi Caddesi ile Abide-i Hürriyet Caddesi arasındaki adacıkta yer alan Şişli Camii'nin tasarımı, bir dönem Vakıflar baş mimarı olarak görev yapan Vasfi Egeli'ye ait. Egeli, Osmanlı ile erken Cumhuriyet dönemlerini birbirine bağlayan Birinci Ulusal Mimarlık üslubunun son temsilcilerinden biri olarak tanınıyor. Cumhuriyet döneminin ilk anıtsal dini yapısı olan ve klasik Osmanlı mimarisini yansıtan Şişli Camii'nin bir üslup örneği olarak kabul gördüğü, günümüze kadar inşa edilen binlerce neo-Osmanlı cami için prototip oluşturduğu biliniyor.Şişli Camii'nin önemli bir özelliği de, padişahın veya devlet ileri gelenlerinin katkılarıyla değil, Müslüman ve gayrimüslim halkın kolektif çabasıyla inşa edilmiş ilk camii olması.

Mihrabın önünde Vasfi Egeli ve camiinin inşaatıyla ilgili kişiler.

28 Mayıs tarihine kadar açık kalacak olan sergi pazar günleri hariç hafta içi her gün 10:00 - 19:00 saatleri arasında gezilebilir. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü aynı zamanda bir kütüphane! Kütüphane çalışma saatleri hakkında ayrıntılı bilgi için web sitesini ziyaret edebilirsiniz. (http://www.iae.org.tr)


Gelibolu mirasından geriye ne kaldı

$
0
0

Çanakkale Zaferi'nin 100. yılında, İstanbul Şehir Üniversitesi Tarih Bölümü tarafından düzenlenen “Cihan Harbi'nde Gelibolu ve Mirası” isimli sergi birbirinden ilginç fotoğraf ve belgelerle tarih severlere kapılarını açtı.

Serginin açılışında konuşan İstanbul Şehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cengiz Kallek, Çanakkale Savaşı'nın günümüz Türkiyesinin oluşumunda büyük role sahip olduğunu söyledi. Her eser ve belge için İngilizce ve Türkçe açıklamaların yer aldığı sergi, 4 Nisan 2016 Cuma gününe kadar ücretsiz ziyaret edilebilecek.

İstanbul Şehir Üniversitesi Tarih Bölümünün düzenlediği, “Cihan Harbi'nde Gelibolu ve Mirası” sergisi, T.C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler Ve Akraba Topluluklar Başkanlığı tarafından desteklenen “1915'ten 2015'e nedenleri, sonuçları ve mirasıyla Çanakkale Zaferi Anma Etkinlikleri” projesinin ilk ayağını oluşturuyor. Çanakkale Savaşı'nın modern Türkiye'nin oluşumundaki öneminin aktarılmasını amaçlayan sergi, ayrıca Çanakkale Savaşı sonrasında gelişen Türkiye-Avustralya ilişkilerine ve savaşın Türk popüler kültürüne yansımalarına ışık tutuyor.

Küratörlüğünü İstanbul Şehir Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Kahraman Şakul ve Sinan Ceco'nun (Kalemzen) yaptığı sergide yer alan eserler arasında haritalar, Çanakkale Boğazı'nı gösteren eski tarihli gravürler, Çanakkale Savaşı'na dair objeler, tablolar, orijinal belgeler, propaganda kartpostalları, fotoğraflar, kitaplar, gazete ve dergiler bulunuyor. Sergide ayrıca, Çanakkale Savaşı ile ilgili filmler ve belgesellerden alınmış çeşitli görüntüler ile siyah-beyaz propaganda filmlerinden bir seçki kurulan ekranlardan gösteriliyor. Danışmanlığını Haluk Oral, Savaş Karakaş ve Servet Afşar'ın yaptığı serginin kataloğu ziyaretçilere ücretsiz olarak dağıtılıyor.

Cem Karaca'nın hayatı müzikal oluyor

$
0
0

Müziğin efsane isimlerinden Cem Karaca'nın hayatı, unutulmaz eserlerinden oluşan örneklerle “ÖMRÜM” adlı tek kişilik müzikli gösteri oluyor. Oyuncu ve müzisyen Renan Bilek ile Eylem Pelit Orkestrası'nın Cem Karaca'yı andığı “ÖMRÜM”, 26 Şubat 2016, Cuma akşamı Trump Kültür ve Gösteri Merkezi'nde perdelerini açıyor.

Aysa Prodüksiyon ve Kolektif Sanat tarafından sahneye konulan ve “bir Cem Karaca öyküsü” olarak tanımlanan “ÖMRÜM”, Cem Karaca'nın unutulmaz eserleri eşliğinde izleyiciyle buluşmaya hazırlanıyor. Oyunculuğunun yanında müzisyen kimliğini de bulunan Renan Bilek, tek kişilik gösterisi “ÖMRÜM”ün hem yazarlığını hem de yönetmenliğini üsteleniyor.

“ÖMRÜM”; Türk rock müziği sanatçısı, besteci, tiyatrocu ve sinema oyuncusu Cem Karaca'nın doğumundan ölümüne dek eserleri eşliğinde hayatını anlatıyor. Cem Karaca'yı anmak adına Renan Bilek'in kaleme aldığı “ÖMRÜM”, yaklaşık 6 aylık bir yazım sürecinden sonra ortaya çıktı.

Renan Bilek, neden böyle bir projeye kalkıştığını şu sözlerle anlatıyor: “Benim Cem ağabeyin adını caddelere verecek, heykelini dikecek gücüm yok. Ben bir sanatçıyım, ustamı ancak, sanatımla anar, işimle yad edebilirim. İşte ben de bunu yapmaya çalıştım. Bir methiye düzmek değil amacım. Olsa olsa, sadece memleketimin ya da bu mükemmel coğrafyanın değil, bence dünyanın en önemli seslerinden biri olan Cem Karaca'nın unutulmamasına bir katkı çabasıdır.”

Basta Eylem Pelit, davulda Mert Türkmen, klavyede Halil İbrahim Işık ve gitarda Evrim Arslan'dan oluşan Eylem Pelit Orkestrası, öykü gereği kronolojik bir akışla yer alan yaklaşık 20 Cem Karaca parçasını, 2 perdelik “ÖMRÜM” gösterisinde canlı olarak çalıyor.

Prömiyerini, 26 Şubat 2016, Cuma akşamı saat 20.30'da Trump Kültür ve Gösteri Merkezi'nde gerçekleştirecek olan “ÖMRÜM” gösterisine ait biletler; Biletix ve Trump Kültür ve Gösteri Merkezi gişesinden temin edilebilir.

‘Ertuğrul 1890'nın animasyonlarını yapan prodüktör,Japon animasyonları anlatacak

$
0
0

One Piece, Onnocence, Godzilla-Final Wars, Yamato, Clouds Above the Hill, Space Pirater Captain Harlock, Ertuğrul 1890 filmlerinin animasyonlarını hazırlayan Japonya'nın en büyük animasyon firması Toei Animasyon'un prodüktörü Koichi Noguchi, 23 Şubat'ta İstanbul'da, 27 Şubat'ta İzmir'de Japon animasyonlarının nasıl yapıldığını anlatacak.

Yıldız Teknik Üniversitesi Oditoryumu'nda saat 19.30'da başlayacak “En Güncel Japon CG Animasyonları Nasıl Yapılıyor?”seminerde Noguchi, Japon animasyonunun cazibesini ve en güncel CG animasyon tasarımlarını son eseri “Cennetten Sürgün” filmi üzerinden anlatacak. Ayrıca hem Japonya'da hem Türkiye'de gösterimde olan ilk Türk-Japon ortak yapımı film “Ertuğrul 1890”dan sahneler kullanılarak Japonya'da kullanılan VFX (görsel efekt) tekniklerini tanıtacak. İzmir'deki seminer ise Fuar İzmir Sanat Büyük Salonu'nda saat 13.00'te başlayacak. Seminerlerin konuşma dili Japonca, Türkçeye çeviri yapılacak.

Koichi Noguchi

1965 yılında Japonya'nın Gifu kentinde doğdu. CG stüdyonun öncüsü olarak bilinen Links firmasında uzmanlığını geliştirdikten sonra, 1995 yılından itibaren Amerika'da VFX yapımcısı olarak çalıştı. Japonya'ya döndükten sonra Polygon Pictures gibi ünlü firmalarda çalıştı. Daha sonra “ONE PIECE”, “Dragon Ball” gibi dünyaca ünlü animasyon filmlerini piyasaya çıkaran Japonya'nın en büyük animasyon yapımcı firması Toei Animasyon'da çalışmaya başladı. Film, dizi ve animasyon filmlerinde VFX danışmanı ve CG prodüktörü olarak film yapımında çok önemli bir rol oynadı. “Cennetten Sürgün (Expelled from Paradise)” adlı anime filmi, prodüktör olarak görev yaptığı ilk eserdir. Şu an Toei Animasyon firmasında, planlama ve satış departmanı bölümünde müdür yardımcısı ve prodüktör olarak görevini sürdürüyor.

Bilgi için: Japonya İstanbul Başkonsolosluğu Kültür ve Enformasyon Bölümü: 0212 317 46 00, (www.istanbul.tr.emb-japan.go.jp)

Yassıada'nın karikatüristini görmek için son 15 gün

$
0
0

Yassıada duruşmalarının karikatürlerini de çizen, Türkiye'nin ilk kadın illüstratörlerinden ressam Sabiha Rüştü Bozcalı'nın yaşamını anlatan sergi uzatıldı. SALT Galata'da 22 Aralık 2015'te açılan sergi, 6 Mart'ta sona erecek.

Osmanlı İmparatorluğu'ndan Cumhuriyet'e geçiş döneminde yetişen ressam Sabiha Rüştü Bozcalı'nın yaşamına (1904-1998) odaklanan sergi, 2014'te SALT Araştırma'ya bağışlanan arşivi ve şimdiye dek kapsamlı olarak incelenmemiş üretimini kamuya açıyor. Bozcalı'nın kültür tarihindeki rolüne ışık tutmayı amaçlayan sergide, çeşitli desen, resim, fotoğraf, günlük, mektup ve kartpostalları ile katkıda bulunduğu yayınlar yer alıyor.

Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa'nın sanatkâr kızı Handan Hanım ile Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Paşa'nın oğlu Amiral Rüştü Paşa'nın ikinci çocuğu olan Sabiha Rüştü, annesinin teşvikiyle beş yaşında resme başladı. İlk derslerini ressam ve müze müdürü Ali Sami Boyar'dan aldı. 15 yaşından itibaren farklı dönemlerde Berlin, Münih, Paris ve Roma'da; Lovis Corinth, Moritz Heymann, Karl Caspar, Paul Signac ve Giorgio de Chirico gibi dönemin tanınmış ressamlarının atölyelerinde çalıştı. 1928-1929 yıllarında, İstanbul'daki Güzel Sanatlar Akademisi'nde Namık İsmail'in atölyesine devam etti. Neo-Empresyonist ressam Paul Signac'ın “kabiliyetli, resim sanatının gerektirdiği hassasiyete sahip ve kendini tamamen bu mesleğin zorlu çalışmasına adayan biri” olarak tanımladığı Bozcalı, manzara ve natürmortlar yaptı ama özellikle portreleriyle dikkati çekti.

Bozcalı, Cumhuriyet Halk Partisi ve Halkevleri tarafından 1938-1943 yıllarında düzenlenen, belirli sanatçıların Anadolu şehirlerini resmetmekle görevlendirildiği “Yurt Gezileri”ne katıldı. Bu kapsamda, modernleşme ve yeni bir kültürel kimlik oluşturma sürecini belgelemek üzere 1939'da Zonguldak'a gönderildi; fabrikalara yoğunlaşarak şehirdeki endüstriyel gelişim sürecinden ayrıntıları yansıttı. 1946'da adı TEKEL olarak değiştirilen İnhisarlar İdaresi ve Yapı Kredi Bankası gibi önemli kurumlar için yaptığı çizimlerle reklam ve yayıncılık alanlarında dönüşüm geçirmekte olan görsel anlatım diline katkıda bulundu. 1953'ten itibaren Milliyet başta olmak üzere Yeni Sabah, Hergün, Havadis, Cumhuriyet ve Tercüman'da gazete ressamı olarak çalıştı. Reşad Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'nin ressamlarından biri olan Bozcalı, yakın iş birliğinde olduğu tarihçinin yanı sıra Nezihe Araz, Cahit Uçuk ve Refii Cevad Ulunay gibi yazarların eserleri için illüstrasyonlar yaptı.

Sergi, sanatçının SALT Araştırma'daki arşivinden belge, fotoğraf ve çizimler ile İstanbul Şehir Üniversitesi Taha Toros Arşivi'nin Sabiha Bozcalı bölümünden belgelerle hazırlandı. Bozcalı'nın yaşamının nirengi noktaları üzerinden mesleki üretiminin çeşitliliğinin vurgulandığı sergide, aile koleksiyonundan sulu boya ve yağlı boya tablolar da bulunuyor.

Sabiha Rüştü Bozcalı'nın kaleminden Adnan Menderes.

Mavi Bisiklet'in oyuncuları Berlin'de imza dağıttı

$
0
0

66.Uluslararası Berlin Film Festivali'nde ilk gösterimi yapılan “Mavi Bisiklet” seyircisiyle kaynaştı. Filmde rol aldıktan sonra hayatları değişen Akşehirli çocuk oyuncular Selim Kaya, Eray Kılıçarslan ve Bahriye Arın'dan imza alabilmek için Berlinli çocuk ve gençler birbirleriyle yarıştı. Nursen Çetin Köreken ile eşi Ümit Köreken'in ortak ürünü “Mavi Bisiklet” Kristal Ayı Ödülü'ne aday filmler arasında bulunuyor.

Uluslararası Berlin Film Festivali'nde Kristal Ayı'ya aday ikinci Türk filmi “Mavi Bisiklet” Salı günü görücüye çıktı. Film ekibinin hayallerinin ötesinde bir başarı elde eden “Mavi Bisiklet”i Berlin'in restore edilerek yeniden hizmete sokulan tarihi sinema salonlarından Zoo Palast'ta yüzde 90'ı çocuk 400'ün üzerinde seyirci izledi. Çocuk izleyiciler film ile öylesine özdeşleştiler ki, filmin çocuk kahramanı Ali bir sahnede hastalanıp öksürünce seyirler arasında da dalga dalga öksürük sesleri yayıldı. Filmin ana karakteri Ali, Berlinli çocuklara, tüm olanaksızlıklara rağmen küçük adımlarla büyük işler başarılacağını gösterdi. Onlara umut verdi. Belki de bu yüzden Ali'yi çok sevdiler ve filmin gösteriminden sonra Ali'yi oynayan Selim Kaya (14) ile onun sınıf arkadaşlarını canlandıran Bahriye Arın (14) ve Eray Kılıçarslan'dan (14) imza alabilmek için birbirleriyle yarıştılar.

Başrol oyuncusu Selim Kaya

“Mavi Bisiklet” büyük emeklerle, uzun sürede kotarılmış bir film. Konusu Konya'nın Akşehir İlçesi'nde geçiyor. Akşehir'de Nasrettin Hoca Ortaokulu'na giden 12 yaşındaki Ali, babasını bir iş kazasında kaybettikten sonra annesi ve küçük kız kardeşi ile birlikte geçim mücadelesi veriyor. Anne örgücülük yaparken Ali okuldan sonra bir otomobil tamirhanesinde harçlığını kazanıyor. Ali'nin en büyük isteği her gün okula giderken vitrinde gördüğü mavi renkli bisiklete kavuşmak. Okulda ise aklı sınıf arkadaşı Elif'te. Elif sınıf başkanlığı yapan bir öğrenci ancak okul müdürü bir gün sebepsiz yere Elif'in yerine başka bir öğrenciyi başkan olarak görevlendiriyor. Ali müdürün tutumunu haksızlık olarak nitelendiriyor ve Elif'e destek vermek için müdüre karşı bir anlamda demokrasi mücadelesine girişiyor.

HAYATTAKİ AMACIM ÇOCUKLARA DESTEK OLMAK

“Mavi Bisiklet” çocukların bir birey olarak kabul edilmesi gerektiğini, saygıya layık varlıklar olduğunu tüm dünyaya kabul ettirmek için bundan altı yıl önce yola çıkan Nursen Çetin Köreken ile Ümit Köreken çiftinin ortak projesi. Senaryoyu birlikte yazmışlar, yapımcılığı birlikte omuzlamışlar, Ümit Köreken yönetmenlik işini üstlenirken Nursen Çetin Köreken de kamera karşısına geçmiş ve Ali'nin annesi Halime'yi canlandırmış. Filmin gösteriminden sonra eşiyle ve oyuncularıyla ortak heyecanlarına ve sevinçlerine tanık olduğumuz, kendisi de 7 yaşında bir çocuk annesi Nursen Çetin Köreken üniversite yıllarından bu yana çocuklarla çalışıyor. “Hedefim çocukların dünyasını, onların dertlerini, meselelerini, kendilerini nasıl var ettiklerini anlatmak” diyen ve bunu geniş kitlelere en iyi bir filmle yayabileceğini düşündüğü için sinemacılığa adım atan Nursen Çetin Köreken hayattaki amacının çocukları desteklemek olduğunu, çocuklar için yandığını söylüyor ve ekliyor: “Bu ateşi yaşadığım sürece yayabildiğim kadar yaymaya devam edeceğim. Bu filmi gerçekleştirebilmek için çok kapı çaldım. Vazgeçmedim. Gösterimden sonra kendi kendime ‘evet, altı yıl uğraşmamıza değdi' dedim. Çok mutluyum. Bizi destekleyen herkese şükranlarımı gönderiyorum”

(Soldan sağa) Eray Kılıçarslan, Bahriye Arın ve Selim Kaya

ANADOLU'NUN ÇOCUKLARI BERLİN'DE İMZA DAĞITTI

Filmin oyuncuları Selim Kaya Akşehir'de, Bahriye Arın ve Eray Kılıçarslan köylerinde ikamet eden kendi halinde üç öğrenciyken “Mavi Bisiklet” ile hayatları değişti. İlk kez kamera karşısına geçen ve bu sayede ilk kez yurtdışına çıkan öğrenciler gördükleri ilginin şaşkınlığı içindeler. Bahriye ve Eray gibi çiftçi bir ailenin oğlu olan Selim Kaya yaşadıklarına dair duygularını paylaşırken “Çok mutluyum. Diğer çocuklar bizden imza isterken kendimi çok ünlü biri gibi hissettim” diyor. Eray “Keşke bitmeseydi. Çok güzeldi. Kendime gurur duydum. Heyecandan bacaklarım titredi. Böyle şeyler olacağını hayal bile etmemiştim. Bu filmde oynadıktan sonra hayatım değişti. Cesaretlendim” derken Bahriye de arkadaşlarıyla aynı duyguları paylaştığını dile getirdi ve yine diğerleri gibi oyunculuğu çok sevdiğini, teklif gelirse yeni filmlerde oynamaya hazır olduğunu söyledi.

(Soldan sağa) Nursen Çetin Köreken, Selim Kaya, Bahriye Arın, Ümit Köreken, Eray Kılıçarslan ve Fatih Koca çocukların dünyasını anlatan “Mavi Bisiklet”te buluştular.

Bak şu konuşana!

$
0
0

Çin yapımı televizyon dizisi Ayı Kardeşler / Boonie Bears, sinema macerasında ikinci adımı geride bıraktı; bu yıl içinde üçüncüsü gösterime girecek.

Kurtarma Operasyonu adıyla bugün gösterime giren animasyon, serinin 2014 yapımı ilk filmi. Hikâye şöyle: Fırtınalı bir akşam gerçekleşen trafik kazasında iki çanta birbirine karışır. Logger Vick, ormana döndüğünde hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Vick ve Ayı Kardeşler, aniden karşılarına çıkan gizemli bir kız çocuğuna babalık yapmaya başlar. Sevimli kızı ellerinden almaya çalışanlarla mücadeleye giren ekip, bu uğurda macera dolu bir yolculuğa çıkar.

Küçük esnafın büyük hayali

$
0
0

Ali Baba ve 7 Cüceler'deki küçük esnaf Şenay Cüccaciye'nin bir benzeri Osman Pazarlama'da karşımıza çıkıyor.

Elbette ki, iki esnaf arasında benzerlikler olsa da aralarında ciddi farklar da var. Osman, İstanbul'un orta halli mahallelerinden birinde hangardan bozma ofisinde Uzakdoğu'dan getirdiği ve kendi kendine ürettiği ürünlerin satışından zengin olma hayali kurmaktadır. Asıl amacı ise aynı mahallede oturan sevdiceği ile evlenmektir. Büyük hayalleri olan küçük esnaf Osman, sevdiği kız ile evlenebilmek için müstakbel kayınpederine başarılı bir işadamı olduğunu ispat etmek zorundadır.


Başka bir dünya mümkün

$
0
0

Dört dalda Oscar'a aday olan Gizli Dünya / Room, bir kulübede alıkonulan Joy Newsome ile oğlu Jack'in yaşadıklarını anlatıyor.

Joy (Brie Larson), mahallede ‘Yaşlı Nick' (Sean Bridgers) olarak bilinen kişi tarafından kaçırılır ve bir odaya kapatılır. 2 yıl sonra oğlu Jack (Jacob Tremblay) dünyaya gelir. Joy, penceresi olmayan, üç metrekarelik alanda, Jack'in iyi bir hayat yaşaması için elinden geleni yapar. Ancak Jack beş yaşına geldiğinde bu dünya ona yetmemeye başlar. Bunun üzerine Joy, riskli bir kaçış planı hazırlar.

Lenny Abrahamson'un yönettiği Gizli Dünya, başroldeki Brie Larson ve ona ayak uyduran küçük oyuncu Jacob Tremblay'in müthiş performansları olmasa senaryo ve yönetmenlik açısından sorunlu bir film. Bu iki alandaki açığı oyunculuklar kapatıyor.

Yönetmen, aynı konuyu sert bir grafik şiddet ve tedhiş tercihiyle işleyen Avrupa sinemasının benzer örneklerinden (Michael / 2011, 3096 Tage / 2013 vb.) farklı bir yol izliyor. Psikopat adamın gözünden bakmadığı gibi, o sorunlu karakteri de nazara vermiyor. Gizli Dünya, mahkûm edilen kadın ile oğlu arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Ve bu gel-gitli ilişki, tıpkı bir çocuk kitabının bölümlerini seyirciye okur gibi, çocuğun masalsı dünyasından yansıyan dış seslerle örgüleniyor.

‘FINDIK KABUĞU'NDAN GERÇEK DÜNYAYA

İlk bölümde, ‘fındık kabuğu' içindeki dünyalarında görürüz anne ve oğulu. Odanın tavanındaki küçük camdan sadece gökyüzü görünmektedir. Bu daracık mekândan başka bir dünya tanımayan çocuk için ‘oda', bir kâinat kadar büyüktür. Jack için âdeta bir ana rahmidir bu üç metrekarelik mekân. Dış dünyada 17 yıl geçirmiş anne içinse oda, oğlunu hayatta tutmak için katlandığı bir ‘cehennem'dir. Yönetmen, iki bakış arasındaki farkı titizlikle vurguluyor. Gerçek dünyayı gördüğünde Jack'in yaşadığı şok, alışma süreci ve daha hüzünlüsü, o küçük odaya dönme arzusu filmin en etkileyici anları. Annenin dış dünyaya uyum süreci daha zorlu geçer. Burada yönetmen, odadaki başarısını gösteremiyor. Brie Larson'ın oyunculuğuna kalıyor bütün yük.

Kurgudaki hızlı geçişler, senaryodaki boşlukları daha da derinleştiriyor. Emma Donoghue'un aynı adlı romanından kendisinin uyarladığı senaryo, anne-oğul arasındaki ilişki hariç, diğer karakter ve alanlarda yüzeysel kalıyor. Bu durum bilinçli değil, becerilememiş bir eksiklik olarak filmin hanesine de yazılıyor.

Gizli Dünya, sarsıcı hikâyesine doğru yerden bakan ve meselesini suiistimal etmeyen bir yapım. Senaryodaki kimi boşlukları, hikâyenin duygusal damarına kendinizi kaptırarak aşabilirsiniz.

Ona bir mezar verin [Gizli Dünya, Vizyondakiler'de]

$
0
0

Macar yönetmen L·szló Nemes imzalı Saul'un Oğlu, şimdiye kadar çekilen Holokost filmlerinden ayrı bir yerde duruyor. Auschwitz'te görevli esir bir mahkumun gözünden Nazi ölüm kamplarının rutinlerini perdeye getiren film, sinemada yüzlerce örneği olan bu alanda müstesna bir yer ediniyor.

Ülkesi Fransa'da zaman zaman ‘antisemitik' suçlamalarına muhatap olan Yeni Dalga'nın usta yönetmeni Jean-Luc Godard, sinemanın Nazi toplama kamplarını temsil etme görevinde başarısız olduğunu öne sürer. Schindler'in Listesi (1993) filminden sonra verdiği bir röportajda Godard, “Spielberg'in kendine karşı dürüst olduğunu düşünüyorum ama pek zeki değil, dolayısıyla ortaya çıkan sonuç (film) dürüst değil, düzmece.” demiştir (Film Comment, Mart-Nisan 1996). Bu sözler, Godard gibi sivri dilli biri için sıradan ifadeler.

Godard'ın ‘holokost ve sinema' konusundaki en net düşüncelerini dostu Pascal Bonitzer'in Bakış ve Ses (Metis Yayınları) adlı kitabında görürüz: “Toplama kampları üstüne yapılabilecek tek hakiki film -hiçbir zaman çevrilmemiştir böyle bir film, hiçbir zaman da çevrilmeyecektir, çünkü bu tahammül edilemezdi- bir toplama kampının işkencecilerin görüş açısından, onların gündelik sorunlarıyla çekildiği bir film olurdu.”

GODARD'A SÖYLEYİN, ‘O FİLM' ÇEKİLDİ

İlginç bir şekilde Godard, Claude Lanzmann'ın 9 saati aşan belgeseli Shoah'ı (1985) da ayrı tutmaz. Holokost'un perdede tekrar üretilerek temsil edilemeyecek bir şey olduğunu savunur; temsil ile hakikat arasındaki aşılamaz mesafeye vurgu yapar. Neyse ki, onun fikrini değiştirebilecek bir film var artık. Şimdi Godard'a haber verebiliriz, ‘o film' çekildi! Fakat bir farkla, Saul'un Oğlu / Saul Fia, işkencecilerin görüş açısından değil, bir ‘sonderkommando'nun gözünden anlatıyor toplama kampı rutinlerini.

Nazi ölüm kampı Auschwitz'te sonderkommando (kampın günlük işlerini yapan esir Yahudi ‘asker') olarak çalışan Saul (Géza Röhrig), her geçen gün sıranın kendine geleceğinin farkında bir boş vermişlikle yapar günlük işlerini. Bu rutinler arasında kampa getirilen ırkdaşı Yahudilere gaz odalarına kadar eşlik etmek, elbiselerini soyup tasnif etmek, sonra onların cesetlerini toplayıp ‘sabunhaneye' götürmek gibi işler vardır. İnsan olmayı unutmuş bir mahkûmdur Saul. Ve bir gün, küçük bir çocuk cesedi görür, eli ayağına dolaşır. Saul'un ruhunun derinliklerinde kaybolan insanlık ışığı parlayıverir. Oğlunun cesedini gören Saul, onun dini bir törenle gömülmesi için haham aramaya başlar. İnsanlığın öldüğü bu kampta, haham bulsa bile sabun yapılmak için bekleyen bu küçük bedeni defnetmek ihtimal dahilinde değildir…

İNSAN YÜZÜ HER ŞEYİ SÖYLER

Saul'un Oğlu, Oscar ödüllerinin Yabancı Dilde En İyi Film dalında Mustang'in en güçlü rakibi. İkisi de ilk film. Sonuç ne olursa olsun, Saul'un Oğlu, sadece son dönemin değil, sinema tarihinin en iyi ‘ilk filmlerinden' biri. Holokost, toplama kampları ve özelde Auschwitz gibi, üzerine yüzlerce filmin çekildiği, binlerce imgenin belleklerimize kazındığı bir alanda bu kadar taze ve olgun bir film yapmak her sinemacının harcı değil.

Bulanık bir görüntünün ardından Saul'un yüzü beliriyor ilkin. Finale kadar kamera Saul'un yanından ayrılmıyor. Yönetmen, kampın dehşetini cesetler ya da gaz odaları ile değil Saul'un yüzündeki hiçlikle aktarıyor. Kameranın göstermediği alanda neler olduğunu ‘Holokost filmleri' müktesebatımıza bırakıyor. Bu konuda zihnimizde binlerce imge var zaten. László Nemes, bu müktesebattan faydalanarak bütün odağımızı Saul'un anlamsız bakışlarla bezeli yüzüne yöneltiyor. Dolayısıyla, bu tür yapımlarda olduğu gibi, çeşitli kamera numaralarıyla kamptaki dehşetin çarpıcı, epik ya da siyah-beyaz anlatımına meyletmiyor. Cehennemin dehşet verici tasvirindense o cehenneme düşmüş bir adamın yüzünü, gözlerini, mimiklerini takip etmemizi; düşüncelerini okumamızı, onun hislerini çözmemizi sağlıyor. İlk başrol performansında Géza Röhrig de, Nuri Bilge Ceylan'ın “İnsan yüzü en güzel manzaradır, her şeyi söyler. Gerçeğe ulaşmanın tek yoludur.” sözünü ete kemiğe büründürüyor.

Saul'un Oğlu, Holokost filmlerini de aşıp sinema tarihine geçecek bir yapım. Geçtiğimiz yıl, Dheepan'ın Altın Palmiye aldığı Cannes Film Festivali'nden Büyük Jüri Ödülü (en iyi ikinci film) ile yollanması Coen Kardeşler başkanlığındaki jürinin ayıbıydı. Bu ay sonunda Oscar alamazsa o da Akademi'nin ayıbı olur.

Murathan Mungan ve Hanif Kureishi buluştu

$
0
0

British Council'ın Birleşik Krallık ve Türkiye'nin yazarlarını bir araya getirdiği “Yazarlar Buluşuyor” programı Pera Müzesi'ndeki buluşmayla dün başladı.

İlk programın konukları, Hanif Kureishi ve Murathan Mungan'dı. Aslı E. Perker'in moderatörlüğünü üstlendiği buluşmada yazarlar kitaplarından seçtikleri bölümleri okudu, eserleri ve yaratım süreçleri hakkında konuştu.“Yazarlar Buluşuyor”, 24 Şubat Çarşamba İzmir'de Yaşar Üniversitesi işbirliğiyle, Paul McVeigh ve Sema Kaygusuz'u bir araya getirecek. 25 Şubat Perşembe Paul McVeigh ve Fatma Cihan Akkartal'ın sohbeti ise Pera Müzesi işbirliğiyle yapılacak. Program, İstanbul ve Ankara'da Ned Beaumann ve Hakan Günday buluşmalarıyla devam edecek.

British Council'ın Londra Kitap Fuarı'ndaki Türkiye kültür programını takiben 2016'da başlattığı “Yazarlar Buluşuyor” programı, Türkiye ve Birleşik Krallık'tan edebiyatın önde gelen isimlerini Türkiye'de buluşturuyor. Edebiyat severlerin yoğun ilgi gösterdiği ilk buluşma, Oscar adayı olan Benim Güzel Çamaşırhanem filminin senaryo yazarı Hanif Kureishi'yi şair yazar Murathan Mungan'la Pera Müzesi'nde bir araya getirdi. “Yazarlar Buluşuyor” programı İstanbul, Ankara ve İzmir'de 3 Mart'a kadar devam edecek.

Moderatörlüğünü Aslı E. Perker'in yaptığı konuşmada, işitsel engelliler için çeviri yapıldı.

Yazarlar Buluşuyor programı kapsamında 24 Şubat Çarşamba günü Paul McVeigh ve Sema Kaygusuz İzmir'de Yaşar Üniversitesi işbirliğiyle buluşacak. Paul McVeigh ve Fatma Cihan Akkartal sohbeti ise Pera Müzesi işbirliğiyle 25 Şubat Perşembe İstanbul'da gerçekleşecek. Oyun, öykü ve roman yazarı Paul McVeigh'in 2015 yılında yayımlanan The Good Son adlı romanı eleştirmenler tarafından büyük beğeniyle karşılanmıştı.Öykü ve roman yazarı Sema Kaygusuz ilk romanı Yere Düşen Dualar ile 2009 Ecrimed-Cultura çeviri ödülünü, Fransa'da 2010 France-Turquie ödülünü ve Balkanika ödülünü kazanmıştı. Kaygusuz aynı zamanda 2008 yılında Altın İstiridye (Golden Shell) En İyi Film Ödülünü kazanan Pandora'nın Kutusu filminin senaryo yazarlarından. Buluşmalarda yazarlar kendi kitaplarından bölümler okuyup, metropol hayatının karanlık yüzünden ötekileştirilmeye uzanan sohbetlerine okurlarını konuk edecekler.

Türkiye'den ve Birleşik Krallık'tan yazarlarla okurları, yayıncıları ve edebiyat profesyonellerini bir araya getiren programla, iki ülke arasında edebiyat alanında ortaklıklar kurulmasına destek olunması hedefleniyor. Buluşmalara İstanbul'da Pera Müzesi, İzmir'de Yaşar Üniversitesi ve Ankara'da ise Çağdaş Sanatlar Merkezi ev sahipliği yapacak.Tüm konuşmalarda işitme engelli izleyiciler için çeviri olacak.

British Council Turkey Website: http://www.britishcouncil.org.tr/en/

Facebook: https://www.facebook.com/BritishCouncilTurkey

Twitter: https://twitter.com/trBritish

Vimeo: https://vimeo.com/britishcouncilturkey

Flickr: http://www.flickr.com/photos/britishcouncilturkey/

SİYAD Onur ödülleri açıklandı

$
0
0

Sinema Yazarları Derneği (SİYAD), belgesel ile kısa film alanlarına katkı yapmış çok yönlü iki sinemacıya ve iki önemli oyuncuya onur ödülü veriyor.

2 Mart'ta Şişli Kent Kültür Merkezi'nde düzenlenecek 48. SİYAD Ödül Töreni'nde Onur Ödülleri oyuncular Menderes Samancılar ve Gülsen Tuncer ile belgesel sinemacı Ahmet Soner ve kısa film festivali düzenleyen, aynı zamanda belgesel filmler yapan Hilmi Etikan'a verilecek. Oyuncu Tuğrul Tülek'in sunuculuğunu yapacağı ödül töreninde 2015 Türkiye sinemasının 13 dalda en iyileri açıklanacak. KÜLTÜR-SANAT

Múm gibi ‘bir pazar günü'

$
0
0

İzlandalı müzik grubu Múm, yeni çalışması ‘Elektronik Sessiz Film' projesiyle önceki akşam Salon İKSV'deydi.

Garanti Caz Yeşili programı kapsamında düzenlenen gecede, grubun kurucuları Gunnar Örn Tynes ve Örvar Sm·rason, avangart melodileriyle 1930 yapımı Bir Pazar Günü / Menschen am Sonntag adlı sessiz filme eşlik etti.

1998'de kurulan ve elektronik-folk müziğinin tanınan seslerinden olmayı başaran Múm, yarı belge filmi niteliğindeki Bir Pazar Günü üzerinde kendi müziklerini çalıyor. Curt Siodmak, Robert Siodmak, Edgar G. Ulmer ve Fred Zinnemann'ın yönettiği film, 1930'larda Marlene Dietrich'in parçaları eşliğinde gösterilmiş. Yapımda hiçbir profesyonel aktör kullanılmamış ve oyuncular, filmden sonra normal hayatlarına geri dönmüş. Film, bir cumartesi sabahı Bahnhof Zoo Tren İstasyonu'nda başlayıp Berlin sokaklarından görüntülerle bitiyor.

Elektronik Sessiz Film Projesi'ni 3 yıl önce yapmaya karar veren grubun kurucuları Gunnar Örn Tynes ve Örvar Sm·rason çalışmaları için “Müzik ve görüntünün birlikte ortaya çıkması bizim için çok önemli bir şey ve üstelik bu süreçte fazlasıyla eğleniyoruz. 90'lardan beri düzenli olarak film müzikleri de yapıyoruz. Ama ilk defa biraz daha light bir şeyler yapmak istedik. Başlarken aklımızda hep sessiz film çalışalım fikri vardı. Daha önce müzikleri olan bir filmin yerine kendi müziklerini yapabileceğimiz bir film aradık.” diyor.

Projelerinin tek bir filmi kapsayacağını ve devamının gelmeyeceğini dile getiren Tynes ile Sm·rason, Bir Pazar Günü filmini seçmelerinin sebebini ise şöyle açıklıyor: “Bu film öncelikle 2. Dünya Savaşı öncesi çekildi. O dönemi çok iyi yansıtıyor. Dramatik bir tür değil aksine neşeli bir film. Bizim yaptığımız müziğe uyan bir yapıya da sahip. Ayrıca gizli kalmış ve çok fazla kişi tarafından bilinmiyor. Bu da çalışmamız için büyük önem taşıyor.”

Alabama'nın bülbülü sustu

$
0
0

Bülbülü Öldürmek'in yazarı Harper Lee, dün hayatını kaybetti. 1961'de Pulitzer Edebiyat Ödülü'nü kazanan yazar, ikinci ve son romanı Tespih Ağacının Gölgesinde'yi 14 Temmuz 2015'te yayınlamıştı. 55 yıl sonra kitap yazan Lee, son münzevi yazarlardandı.

Harper Lee, bir gün otobiyografisini yazarsa adını ‘Where My Possessions Lie' (Eşyalarımın Olduğu Yer) koyacaktı. Hayatında iki evi ve iki kitabı vardı. ‘Alabama'nın başkenti' olarak da anılan Monroeville'de ablası Alice ile birlikte kalıyordu. Monroeville ile New York'taki küçük dairesi arasında yaptığı tren yolculukları, son kitabı Tespih Ağacının Gölgesinde (Go Set A Watchman) kitabına da yansır.

1926'da Nelle Harper Lee adıyla doğan 1961 Pulitzer Ödülü sahibi yazar, dün hayata gözlerini yumdu. 89 yaşında bu dünyadan ayrılan Lee, 1960'ta yayımlanan Bülbülü Öldürmek adlı romanıyla çağdaş Amerikan edebiyatının en ünlü yazarlarından biri olmuştu. Edebiyat tarihinin ‘tek kitaplık yazarlar' sınıfından geçen yılın temmuz ayında ayrıldı. Bülbülü Öldürmek'in 20 yıl sonrasını konu alan Tespih Ağacının Gölgesinde, Lee'nin sadık okurunda küçük çaplı bir şok etkisine neden oldu. İlk kitapta ırkçılığa karşı mücadele eden Atticus'un sonraki yıllar Ku Klux Klan toplantılarına katılan bir karaktere dönüşmesi okurları düş kırıklığına uğratmıştı. Bülbülü Öldürmek'in devamı olarak pazarlansa da aslında Tespih Ağacının Gölgesinde, ilk kitabın bir ‘taslağı' sayılabilir. Hikâye malum, Bülbülü Öldürmek'in yayıncısı J.P. Lippincott'un editörü Tay Hohoff, Lee'ye “Sen bu karakterlerin geçmişini yaz.” dediğinde Bülbülü Öldürmek ortaya çıkar ve Tespih Ağacının Gölgesinde yazarın çekmecesinde yıllarca bekler.

GÜNEY ALABAMA'NIN JANE AUSTEN'I

1960'tan sonra yıllarca inzivaya çekilir Harper Lee. Bu sürede röportaj tekliflerini geri çevirir. Chicago Tribune'den Marja Mills'in hazırladığı Komşu Evdeki Bülbül: Harper Lee ile Yaşam (The Mockingbird Next Door: Life with Harper Lee) adlı kitap, yazarın münzevi hayatına ilişkin yazılmış gerçeğe en yakın metin. Bülbülü Öldürmek yayımlandıktan dört yıl sonra, 1964'te “Umarım yazdığım her kitap bir öncekinden daha iyi olur. Tek istediğim Güney Alabama'nın Jane Austen'ı olmak.” der Harper Lee.

Düzenli olarak kazları ve ördekleri beslemeye giden, balık tutan yazar, uzun yıllar beraber yaşadığı kardeşi Alice ile birlikte fotoğraf çektirmek istemezdi. Çünkü kendilerinden uzakta yaşayan diğer kız kardeşleri Lousie'nin fotoğrafı görüp kendini kötü hissedebileceğinden endişe ederlerdi. On yıl öncesine kadar elektronik bir daktilosu yoktu Harper Lee'nin. Uzakta olduğunda kız kardeşiyle telgrafla, nadiren de telefonla iletişim kuruyordu.

Yazarın 1960'tan sonra tam da şöhretinin doruğundayken 55 yıl boyunca sessizliğe gömülmesinin nedenleri vardır elbette. Bu karara varmadan önce yeni şeyler yazmayı dener ama bir yandan da çevresindekilere, zirveye çıktıysan sonra gidebileceğin tek yön aşağıya doğrudur, diyerek suskunluğunun ilk sinyallerini vermeye başlar. Bülbülü Öldürmek'i ithaf ettiği, kendisinden 15 yaş büyük ablası Alice de, “Bir kere doruğa ulaşmışsanız, artık yazmak konusunda ne hissedebilirsiniz? Kendinizle yarışıyormuşsunuz gibi gelmez mi?” diye açıklar kız kardeşinin suskunluğunu. Basının ilgisinden de rahatsızdır; “kitabın adını bile doğru yazamayan kendisi hakkındaki yarım yamalak gerçeklere dayalı haberler”, inziva kararında etkili olur. Bülbülü Öldürmek'ten sonra neden kitap yayımlamadığını şöyle açıklar Lee: “Birincisi Bülbülü Öldürmek'le gelen baskı ve tanıtımı bir daha yaşamak istemiyordum. İkincisi, söylemek istediğimi zaten söylemiştim, bir kere daha asla söylemeyecektim.”

İki kitaplık büyük kariyer

Alabama doğumlu yazar Harper Lee, Huntington Koleji ve Alabama üniversitelerinde okudu. Bir süre Alabama'nın Oxford kentinde eğitim gördükten sonra, Eastern Air Lines'ta işe girdi. Birkaç kısa hikâye yazan Lee, 1960 yılında ünlü Bülbülü Öldürmek romanını yazdı. 1961 Pulitzer Edebiyat Ödülü kazandı, kitap bir yıl sonra Gregory Peck'in başrolünü oynadığı aynı adlı filmle beyazperdeye aktarıldı ve üç Oscar ödülü kazandı. Romanın başarısında olayların çocuk ruhuna ve hayal gücüne uygun bir şekilde değerlendirilmesi etkili oldu. 55 yıl boyunca inzivaya çekilen yazar, Tespih Ağacının Gölgesinde (Sel Yayıncılık) adlı ikinci ve son romanını 14 Temmuz 2015'te yayımladı. Truman Capote'nin çocukluk arkadaşı olan Harper Lee, Capote (2005) filminde bu rolüyle Oscar adayı olan Catherine Keener, Infamous'ta ise Oscar ödüllü Sandra Bullock tarafından canlandırıldı. Bülbülü Öldürmek romanı Türkiye'de uzun bir süre Altın Kitap Yayınevi tarafından basıldı. Roman, 2014'te Ülker İnce çevirisiyle Sel Yayıncılık tarafından basılmaya başlandı.

Kitap Zamanı'nda yayınlanan 'Harper Lee ile yaşamak' başlıklı yazı için: http://kitapzamani.zaman.com.tr

1960'ta yayımlandığında Pulitzer'le ödüllendirilen ve eşine az rastlanır bir ilgiyle karşılanan Bülbülü Öldürmek'in yazarı Harper Lee'nin, 55 yıl sonra Kasım 2015'te yayımladığı ikinci ve son romanı Tespih Ağacının Gölgesinde' kitabı için http://kitapzamani.zaman.com.tr

Alexander Skarsgård, Meltem Cumbul ile söyleşiyor

$
0
0

Geçen perşembe günü başlayan 15. !f İstanbul Film Festivali, Alexander SkarsgÂrd'ı ağırlıyor. Televizyon ve sinema dünyasının genç yıldızı, bugün saat 14.00'te bir söyleşi gerçekleştirecek.

Cinemaximum Kanyon'da yapılacak ‘Oyunculuk Üzerine Küçük Bir Sohbet' başlıklı söyleşide SkarsgÂrd, Meltem Cumbul'a oyunculuk kariyerini anlatacak. İsveçli usta oyuncu Stellan SkarsgÂrd'ın oğlu olan Alexander SkarsgÂrd, özellike True Blood dizisiyle dünyada tanınmıştı. Genç oyuncunun rol aldığı Bir Genç Kızın Gizli Defteri / Diary of a Teenage Girl adlı film, !f İstanbul kapsamında yarın 21.30'da Cinemaximum City's Nişantaşı'nda iki salonda birden gösterilecek. KÜLTÜR-SANAT


Eco sarkacı durdu

$
0
0

‘Gülün Adı' ve ‘Foucault Sarkacı' adlı romanlarıyla geniş okur kitlelerine ulaşan İtalyan yazar, bilimadamı ve düşünür Umberto Eco, önceki akşam Milano'daki evinde 84 yaşında hayata veda etti. Aynı zamanda Ortaçağ estetiği ve göstergebilim uzmanı olan Eco, bir süredir kanser tedavisi görüyordu.

Geçtiğimiz yılın kasım ayında son romanı Sıfır Sayı'nın tanıtımı için Londra'ya giden Umberto Eco, Guardian'ın söyleşi etkinliğinde (Guardian Live) romancı olmak ile düşünür olmak arasındaki tercihini şöyle açıklamıştı: “Ben filozofum, sadece haftasonları roman yazarım. Bir filozof olarak, hakikatle ilgileniyorum.”

İtalyanların ‘Professore' demekten hoşlandığı, James Joyce'tan mülhem ‘Dedalus' lakabıyla anılan Umberto Eco 84 yaşında bu dünyadan ayrıldı. Birçok okurun Gülün Adı ve Foucault Sarkacı romanlarıyla tanıdığı İtalyan yazar, bilim adamı ve düşünür, önceki akşam hayatını kaybetti. Bir süredir kanser tedavisi gören yazar, Milano'daki evinde hayata gözlerini yumdu. Romanlarıyla dünya genelinde geniş bir okur kitlesi edinen Eco, aynı zamanda Ortaçağ estetiği ve göstergebilim uzmanıydı.

GERÇEK EDEBİYAT, KAYBEDENLERİ ANLATIR

Torino ve Floransa'da devam eden akademik yolculuğu 1971'de adım attığı Bolonya Üniversitesi'nde Gösteri ve İletişim Bilimleri Enstitüsü'nde nihayet buldu. Alanının sayılı akademisyenlerinden olsa da 48 yaşından sonra başladığı roman yazarlığı geniş okur kitleleri ile buluşmasını sağladı. Gerçek edebiyatın kaybedenleri anlattığını düşünüyordu Eco. Londra'daki söyleşisinde, “Kazananlar hakkında konuşmak son derece sıkıcı. Gerçek edebiyat, daima, kaybedenlere dairdir. Kaybedenler daha büyüleyici. Kazananlar aptaldır… Çünkü şans eseri kazanırlar.” diyecekti.

Herkesin, her karakterin öyküsünü yazabilirdi Eco. Harvard Üniversitesi'nde verdiği altı konferansın metinlerinden oluşan Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti adlı kitapta bu özelliğini şöyle ifade eder: “Bana, ıssız bir adaya düşmüş olsam yanıma hangi kitabı alacağımı soranlara şu yanıtı veriyorum: Telefon rehberi; rehberdeki bütün o karakterlerle sonsuz öyküler yaratabilirim.”

‘PARANOYALARLA SAVAŞMAYI SEÇTİM'

Umberto Eco, roman anlayışını Wittgenstein'ın “Üzerinde konuşamadığımız şeyleri, susarak geçmeliyiz.” sözünün etrafında şekillendirir bir bakıma. Eco'nun ağzından söylersek, “Kuramsallaştıramadığımız şeyleri, anlatmalıyız.” Her romanında karşılaştığımız metinlerarası ilişki kadar, polisiye bir damar da akar durur Eco'da. Paranoyak ve düzenbaz karakterler etrafında örgülenir romanları. Gizemli olaylar, edebiyat-bilim-dinler tarihine göndermeler, esrarlı semboller, şifreli mesajlar, tarihi anekdotlar ve en önemlisi komplo teorileri... Ona göre, en güçlü komplolar, var olmayanlardır. Geçtiğimiz yıl Marco Belpoliti'ye verdiği röportajda bunu şöyle açıklar: “Hepimiz hayatta bir misyon seçeriz. Ben de sık sık etrafımızı saran paranoyalardan tiksiniyorum. Bu yüzden onlarla savaşmayı seçtim.”

Senarist ve dramaturg Jean-Claude Carriere ile yaptığı söyleşileri içeren Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, papirüsten elektronik kitaba, kitabın tarihine bir övgü niteliğindedir. E-kitabın uzun ömürlü olmadığını savunan Eco, basılı kitabın hiçbir zaman ölmeyeceğine inananlardandı. Kütüphanenin okuru ‘her halükarda' koruyacağını düşünüyordu: “Kütüphanenizin kucağında hiç üşümeyeceksinizdir. Her halükarda, cahilliğin dondurucu tehlikelerinden korunmuş haldesinizdir.”

KİTAPLAR İÇİN YAŞIYORUZ...

Umberto Eco'yu, en çok bilinen eseri Gülün Adı'ndan bir alıntı ile uğurlayabiliriz. Araştırmacı rahip William (filmde Sean Connery oynamıştı), manastır rahiplerinden Upsala'lı Benno ile kitaplar üzerine konuşurken, Benno şöyle der: “Bizler kitaplar için yaşıyoruz. Kargaşa ve yozlaşmanın egemen olduğu bir dünyada hoş bir görev bu...”

Romancı, tarihçi, antropolog, filozof...

5 Ocak 1932'de İtalya'nın Alessandria şehrinde doğan Umberto Eco, akademik alanda yapısalcılık sonrası göstergebilim gelişmelerine önemli katkılarıyla tanındı. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Thomasçılık akımı ve bu akımın estetik anlayışı üzerine yaptı. Tarihçi, filozof, antropolog, Ortaçağ uzmanı olan ve James Joyce üzerine araştırmalarıyla bilinen Eco'nun ilk romanı ‘Gülün Adı' 1980'de yayımlandı. 1962'de Torino Üniversitesi'nde doçent, 1969'da ise Floransa Üniversitesi'nde görsel iletişim dalında profesör oldu. 1971'de Bologna Üniversitesi'ne geçti ve 1975 yılında bu üniversitenin Gösteri ve İletişim Bilimleri Enstitüsü'nün başına getirildi. ‘Baudolino', ‘Prag Mezarlığı' ve ‘Sıfır Sayı' adlı kitapları ile onun editörlüğünde hazırlanan Ortaçağ dizisi birçok dile çevrildi.

Genç Pehlivanlar, Türkiye'ye ödül ile döndü

$
0
0

“Genç Pehlivanlar” Berlin Film Festivali'nde Jüri Özel Mansiyon Ödülü'ne layık görüldü. Yönetmen Mete Gümürhan ile ekibi ödülün kendileri için “sürpriz” olduğunu söylediler.

66.Berlin Film Festivali'nde çocuk ve gençlik filmlerinin yarıştığı GenerationKplus bölümünde gösterilen üç Türk filminden biri olan “Genç Pehlivanlar” Jüri Özel Mansiyon Ödülü'ne layık görüldü. Mete Gümürhan'ın yönettiği belgesel film, yatılı güreş okulunda kalan ve bir gün dünya şampiyonu olmayı hedefleyen çocukların yaşamlarından kesitler sunuyor. Yönetmen Gümürhan ödülü aldıktan sonra Zaman'a yaptığı açıklamada “Ödül almayı beklemiyordum. Berlin'e gelmiş olmak ve festival izleyicisi ile buluşmak bizim için zaten büyük bir ödüldü ama bir de ödül kazandık. Çok mutluyuz. Size daha önce de söylemiştim galiba… Uykusuz gecelere gerçekten değdi.” dedi. “Ödül Türkiye için ne anlama geliyor?” şeklindeki soruya ise Gümürhan, “Belgesel filmcilik açısından Türkiye için önemli bir ödül bu diye düşünüyorum. Umarım bundan böyle belgesel filmcilik üvey çocuk olmaktan kurtulur.” cevabını verdi.

Yönetmen Mete Gümürhan.

SÜRPRİZ OLDU

Hollanda'da doğup büyüyen ancak kökleri Edirne'de bulunan 40 yaşındaki yönetmen Mete Gümürhan “Genç Pehlivanlar” belgeselini Kültür ve Turizm Bakanlığı ve sponsorların katkılarıyla çekti. Yapımcı Aslı Akdağ ödülün tüm ekip için sürpriz olduğunu söyledi. Bunu gerekçelendirirken “Biz çok yerel bir sporu çocukların hikâyeleri üzerinden anlattık. Doğrusu ne kadar ilgi göreceğini kestiremiyorduk. Demek ki ilgi varmış.” diyen Akdağ, ata sporu güreşin önemini hatırlatması açısından da filmin ödüle layık görülmesinin önemli olduğunu belirtti.

BAŞKAN FİLMİ ÇOK SEVDİ

GenerationKplus ve Generation14plus adlı iki bölüme ayrılan Generation Yarışma bölümünün başkanı Maryanne Redpath “Genç Pehlivanlar”ı Zaman'a değerlendirirken filmi çok sevdiğini anlattı. “Filmi çok sevdiğimi ve çok beğendiğimi yönetmenin kendisine de bir öğlen yemeğinde ifade ettim. Bizim bölümde kurmaca filmlerin yanı sıra belgesellere de yer vermeye çalışıyoruz ama bugüne dek belgesel filmlerin ödüle layık görülmesi pek sık olmamıştır.” diyen Redpath, bu yıl 39'uncusu gerçekleştirilen Generation Kplus Çocuk ve Gençlik Filmleri Yarışması'nda “Genç Pehlivanlar”a verilen özel ödülün esasen “En İyi İkinci Film” anlamına geldiğine de dikkat çekti. En iyi birinci film ödülüne ise yoksul bir çocuğun hayatını anlatan Hint filmi “Ottaal” layık görüldü. GenerationKplus'ta aralarında ev sahibi Almanya'nın da bulunduğu değişik ülkelerden 13 uzun metrajlı film yarıştı.

Soldan sağa: Generation Bölümü Başkanı Maryanne Redpath, yönetmen Mete Gümürhan, jüri üyeleri Kathy Loizio (İngiltere) ile Negesh Kukunoor, yapımcı Aydın Behzat, jüri üyesi Anne Kodura (Almanya) ve sunucu.

Gülcan Bağırkan'ın festival öncesinde, 16 Ocak 2016'da Mete Gümürhan ile yaptığı röportaj için...

Eco sarkacı durdu

$
0
0

‘Gülün Adı' ve ‘Foucault Sarkacı' adlı romanlarıyla geniş okur kitlelerine ulaşan İtalyan yazar, bilimadamı ve düşünür Umberto Eco, önceki akşam Milano'daki evinde 84 yaşında hayata veda etti. Aynı zamanda Ortaçağ estetiği ve göstergebilim uzmanı olan Eco, bir süredir kanser tedavisi görüyordu.

Umberto Eco'nun alışılmışın dışında ve cesaret verici bir yazarlık hikâyesi var: Romanlar ve öyküler yazmaya 8 yaşında başlayıp 15 yaşında “edebî;” hayatına upuzun bir ara vermiş. Yeniden bir roman yazmak üzere kalemi eline aldığında 50 yaşın eşiğindeymiş. O da, tıpkı Raymond Chandler ve Penelope Fitzgerald gibi, 40'ından sonra roman yazmaya başlayıp edebiyat tarihine unutulmaz yapıtlar kazandıran isimler arasında sayılabilir. Eco yazarlık serüvenini anlattığı denemesinde, gecikmiş romancılık cüretiyle otuz yıllık “mütevazı bekleyişi” arasında bir ilişki olduğunu ima eder. Bu gecikmişlik koleksiyonculuğu için de geçerlidir. Dünyanın en değerli kütüphanelerinden birine sahip olan yazar, 50 yaşından sonra gerçek bir bibliyofil olduğunu söylüyor.

Milano'daki evinde 84 yaşında hayata veda eden Umberto Eco uzun süredir kanserle savaşıyordu. Onun için kullanılan sıfatlar bir bakıma entelektüel kimliğinin tarifi: Romancı, denemeci, bilim adamı, eleştirmen, filozof, akademisyen…

48'İNDE ROMAN YAZDI, 45 DİLE ÇEVRİLDİ

İlk romanı Gülün Adı (1980) yazarı dâhil herkesi şaşırtan bir biçimde ilgi gördü. (Roman daha sonra La Repubblica gazetesiyle birlikte verildiğinde gazetenin satış rakamı üç katına çıkmıştı.) Eco o romanda kitap tutkusu, tarih ve polisiyeyi ustaca harmanlar. Yine Ortaçağ izleklerinden ve postmodern oyunlardan vazgeçmediği Foucault Sarkacı ve Baudolino gibi sonraki romanlarında çıtayı düşürmese de Umberto Eco'nun adı hep 45 dile çevrilen Gülün Adı'yla anıldı. Saygın bir akademisyenin çok satan bir romancıya dönüşmesi kuşkusuz sıra dışı bir olaydı. Romancı kimliği Eco'nun “halk aydını” (public intellectual) olarak ünlenmesine de yardımcı oldu. Artık Irak Savaşı'ndan internetin hayatımızdaki yerine kadar birçok güncel konuda ne söyleyeceği merak edilenlerden biriydi.

KENDİNE ÖZGÜ BİR MİZAHI VARDI

Aydın kimliği Ortaçağ tarihi üzerine incelemelerinin de dolaşıma girmesini sağladı. Her akademisyenin çekmecesinde gizli bir roman taslağı bulunduğunu söyleyen Eco'nun kendine özgü bir mizah anlayışı vardı (Gülün Adı romanında rahiplerin, Aristoteles'in komedi türünü anlattığı kitabını saklamak için birbirini öldürmesi boşuna değil.) Yazar geçen yıl yayımlanan son romanı Sıfır Sayı'da da ülkesiyle inceden alay ediyordu.

Umberto Eco'nun bütün yapıtı Ortaçağ etrafında şekillendi ama o, çağının da çocuğuydu. İtalya'da faşizmin yıkıldığı güne dair anısını şöyle anlatır: “Annem beni gazete almaya gönderdiğinde gazete başlıklarının farklı olduğunu gördüm. Bir gazetenin ilk sayfasında beş altı siyasi parti tarafından imzalanmış bir bildiri vardı. O güne kadar her ülkede sadece bir parti olduğunu sanıyordum.”

Hayatı boyunca akademi ve edebiyatı bir arada götüren Eco eleştirilere de konu oldu. Edebiyatçılar yeteneğini, akademisyenler akademik yeterliliğini sorguladı. O, bu eleştirileri pek ciddiye almamış ve iki entelektüel uğraş arasında bir çelişki bulunmadığını savunmuştu.

Yazar, soyadından dolayı (“Eco” İtalyancada “yankı” demek) kendisine çocukluğundan beri yapılan şakalardan söz etmişti bir keresinde: Çocuklar (ve büyükler) Eco'ya hep “Her şeye ilk cevap veren sensin”, “Sen vadilerde çınlıyorsun” derlermiş. Eco bir yerden sonra bu şakaları klişe bulduğunu söyler. Bazen klişe kaçınılmaz oluyor: Umberto Eco'nun sesi kitaplarında hep yankılanacak.

Orhan Pamuk ve Umberto Eco, Boğaziçi Üniversitesi'nin 150. yıl etkinlikleri çerçevesinde Nisan 2013'te düzenlenen toplantıda bir araya gelmişti.

Romancı, tarihçi, antropolog, filozof...

5 Ocak 1932'de İtalya'nın Alessandria şehrinde doğan Umberto Eco, göstergebilime katkılarıyla tanındı. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Thomasçılık akımı üzerine yaptı. Tarihçi, filozof, antropolog, Ortaçağ uzmanı olan ve James Joyce üzerine araştırmalarıyla bilinen Eco, 1962'de Torino Üniversitesi'nde doçent, 1969'da Floransa Üniversitesi'nde görsel iletişim dalında profesör oldu. 1971'de Bologna Üniversitesi'ne geçti ve 1975'te üniversitenin Gösteri ve İletişim Bilimleri Enstitüsü'nün başına getirildi. 1993'te Indiana Üniversitesi'nden fahri doktora aldı. Baudolino, Prag Mezarlığı ve Sıfır Sayı adlı kitapları ile onun editörlüğünde hazırlanan Ortaçağ dizisi birçok dile çevrildi. İtalya'nın en önemli edebiyat ödülü Premio Strega'ya ve Fransız Légion d'Honneur'a değer görülen Eco, aynı zamanda Amerikan Sanat ve Edebiyat Akademisi'nin onursal üyesiydi.

Berlin'e mülteciler damga vurdu

$
0
0

Jüri başkanlığını Merly Streep'in yaptığı 66. Berlin Film Festivali'nde ödüller önceki akşam sahiplerini buldu.

Jüri, en iyi film olarak “Fuocoammare” adlı belgesel filmi seçti ve yönetmen Gianfranco Rosi'yi “Altın Ayı” ile ödüllendirdi. İtalyan yönetmen Rosi, savaştan ya da işkenceden kaçan sığınmacıların yıllardır Avrupa topraklarına ilk bastığı yerlerden biri olan Lampedusa Adası'ndaki yaşamdan kesitler sunuyor.
Filmi çekerken bir yıl boyunca Lampedusa'da ikamet eden ve törenden sonra düzenlenen basın toplantısında oradaki evini hâlâ bozmadığını belirten Rosi, iki yıl önce de Venedik Film Festivali'nde “Başka Bir Roma” adlı yine belgesel filmiyle Altın Arslan Ödülü'ne layık görülmüştü.
ROSİ: BEN BİR GÖÇMENİM
Kendisini “Bir göçmen” olarak nitelendiren ve New York ile İstanbul da dahil olmak üzere birçok kentte yaşadığını belirten Gianfranco Rosi, sığınmacıların başına gelenlerden tüm dünyanın sorumlu olduğunu söyledi ve “Her şey gözlerimizin önünde oluyor. Bilmiyorduk, haberimiz yoktu diyemeyiz. Yaşanan trajediden hepimiz sorumluyuz. Akdeniz'de yaşananlar insanlığın en büyük trajedilerinden biridir.” dedi.
Jüri Büyük Ödülü'nü Bosna-Hersekli yönetmen Danis Tanovic “Death in Sarajevo” başlıklı filmiyle kazandı. Berlin Film Festivali'nde üç yıl önce de Jüri Büyük Ödülü'ne layık görülen Tanovic'in yeni filminin konusu Birinci Dünya Savaşı'nın çıkması neden olan suikastın 100'üncü yıldönümünde Saraybosna'da geçiyor ve filmde Avrupalılık sorgulanıyor.
En iyi ilk film dalındaki ödülü Tunus aldı. Yönetmen Mohamed Ben Attia “Inhebbek Hedi” adlı filmde bir erkeğin yaşadığı çelişkileri konu ediniyor. Filmin Majd Mastoura adlı başrol oyuncusu da en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandı. En iyi kadın oyuncu ise Danimarkalı Trine Dyrholm oldu. Dyrholm' konusu 70'li yıllarda Kopenhag'da geçen “Kollektivet” adlı filmde bir televizyon sunucusunu canlandırıyor.
En iyi yönetmen ödülünü Fransız kadın sinemacı Mia Hansen-Love “L'avenir” filmiyle aldı. Isabelle Huppert'in başrolde olduğu filmde eşi tarafından terk edilen felsefe öğretmeni bir kadının yaşlanmayla mücadelesi işleniyor. En iyi senaryo ödülü Polonya'nın oldu. Filmin aynı zamanda yönetmeni olan Tomasz Wasilewski “United States of Love“ adlı filmde 90'lı yıllarda hayatı kesişen dört Polonyalı kadının hayatını anlatıyor.

Berlin'in en iyileri

En iyi film (Altın Ayı): Fuocoammare (Gianfranco Rosi)
En iyi yönetmen (Gümüş Ayı): Mia Hansen-Love (L'avenir)
En iyi erkek oyuncu (Gümüş Ayı): Majd Mastoura (Inhebbek Hedi)
En iyi kadın oyuncu (Gümüş Ayı): Trine Dyrholm (The Commune/Kollektivet)
En iyi senaryo (Gümüş Ayı): Tomasz Wasilewski (Zjednoczone Stany Milosci/United States of Love)
Jüri Büyük Ödülü: Danis Tanovic (Smrt u Sarajevu/Death in Sarajevo)
En iyi ilk film ödülü: Mohamed Ben Attia (Inhebbek Hedi)
En iyi kısa film (Altın Ayı): Balada de um Batráquio (Leonor Teles)
En iyi kısa film (Gümüş Ayı): A Man Returned (Mahdi Fleifel)
En iyi kamera (Gümüş Ayı): Mark Lee Ping-Bing (Chang Jiang Tu/Crosscurrent)
Alfred-Bauer-Ödülü: Lav Diaz (Hele Sa Hiwagang Hapis/A Lullaby to the Sorrowful Mystery)

‘Genç Pehlivanlar' ve ‘Ansızın' mansiyon kazandı

66. Berlin Film Festivali'nin ana yarışmalı bölümünde Türkiye'den film yoktu ancak çocuk ve gençlik filmlerinin gösterildiği Generation bölümünde Türkiye'den Rauf, Mavi Bisiklet ve Genç Pehlivanlar olmak üzere üç film yarıştı. Forum bölümünde Ahu Öztürk'ün ilk sinema filmi ‘Toz Bezi', Panorama'da ise Aslı Özge'nin ‘Ansızın' adlı filmi gösterildi. Genç Pehlivanlar, festivalde ‘Jüri Özel Mansiyon Ödülü'nü, Ansızın ise ‘Label Europa Cinemas Özel Mansiyonu'nu kazandı.

Ünlü eşin mi var derdin var!

$
0
0

Öteki Hayatlar Tiyatro topluluğu bu sezon yine topluluğun ismiyle müsemma bir oyunla karşımızda. Ağustos Sonu, kimliği, ünlü bir yazar olan eşi üzerinden tanımlanmış bir kadının ikilemlerine odaklanırken öteki hayatlara göz kırpıyor.

Ünlü erkek ve kadın eşlerinin makus talihidir, hayat boyu eşleri üzerinden tanımlanmak. Kendi kişiliğini yeterince ortaya koyamamak ve aslında hiçbir zaman tam olarak var olamamak… Oysa dışarıdan bakınca ne kadar da pembe bir tablo vardır. Onların yerinde olmak isteyen yüzlerce kadın ve erkek… Tam bir, ‘dışı seni, içi beni yakar' durumu. Hele bir de ünlü olan taraf erkek ise bu kem talih katlanarak artar. Kadını yorucu mu yorucu bir kişilik mücadelesi beklemektedir.
Tiyatro Öteki Hayatlar'ın Ağustos Sonu adlı oyunu bu özgün konuyu ele alıyor. Öteki Hayatlar, Galatasaray Üniversitesi Tiyatro Topluluğu üyesi bir grup tiyatro sevdalısının mezuniyet sonrasında da bu sevdayı bırakmayıp kurdukları bir topluluk. Yaklaşık 11 yıldır tiyatro yapıyorlar ve repertuvarlarında Arthur Miller'dan Melih Cevdet Anday'a kadar birçok önemli yazarın oyunları yer alıyor. Ağustos Sonu ise 2007'de ‘Karşılaşmalar' ile Afife Tiyatro Ödülleri'nde en başarılı yerli oyun yazarı seçilen H. Can Utku'nun yazdığı bir oyun. Karşılaşmalar gibi Ağustos Sonu da kadın erkek ilişkileri, beklentiler, umutlar, aşk ve sevgiyi ele alan psikolojik bir oyun.
Zerrin, onyedi yaşındayken hayranı olduğu ünlü yazar Atıf Erkan ile tanışıp evlenen orta yaşlı bir kadındır. Eşi ile geçirdiği 25 yılın sonunda onu kaybeder ve Ayvalık'taki yazlık eve taşınır. Ona bu yeni yaşamında yıllar içinde okumayı sürekli ertelediği onlarca kitap eşlik etmektedir. Okumaya fırsat bulamamasının geçerli sebepleri vardır. Atıf Erkan'ın karısı olmak gibi önemli bir görev mesela... Komşuları, Zerrin Hanım'ın sezon sonu herkes siteyi terk ederken yazlığa gelmesini garip karşılar. Oysa Zerrin'in planları vardır. Yaşamını yeni baştan kurmak gibi... ‘Atıf Erkan'ın karısı olmak dışında Zerrin kimdir' sorusunun cevabını bulmak gibi... Karşısına çıkan yeni bir aşk olasılığına temkinli yaklaşması bundandır.
Beyoğlu'ndaki Asmalı Sahne'de oynanan oyunun seyirciye kolaylıkla geçmesi ve sanki birilerinin hayatını dışarıdan pencereden seyrediyormuşçasına olmamız sadece salonun küçük olmasından kaynaklanmıyor. İnandırıcı bir metne hiç de fena olmayan oyunculuklar eklenince ortaya iyi bir oyun çıkmış. Genç âşık rolündeki Ufuk Karagöz'ün oyunculuğunun diğer karakterlerden bir parça daha fazla öne çıktığını söylemekte de fayda var. Oyun sırasında kapının açılmaması gibi ufak aksaklılara da nazar boncuğu deyip geçelim.

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live