Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Şaka içinde şaka oyun içinde oyun!

$
0
0

Geçtiğimiz sezon kapalı gişe oynayan Levent Kazak'ın yazıp yönettiği Kurusıkı, önceki gün sezonun ilk oyunu için perde dedi. Zekice işlenmiş kurgusu, sadece sonu ile değil bütünüyle izleyiciyi şaşırtan Kurusıkı, bu sezonun da izlenebilecek yapımları arasında.

Bir tiyatro oyunu izleyiciyi kaç kez şaşırtabilir? Sonu ile şaşırtan oyunlara bile hasret kaldığımız zamanlarda özellikle… Eski ve ithal oyunların döndürülüp döndürülüp önümüze konduğu, yerli ve yeni oyunların mumla arandığı bir dönemde Kurusıkı imdadımıza yetişiyor. Levent Kazak'ın yazıp yönettiği oyun için çok şey söylenebilir de biz önden birkaç kelimeyle özet geçelim: “Kurusıkı klişe tabirle seyirciyi ters köşeye yatıran ve bunu oyun boyunca bir değil birçok kere yapan bir yapım.”

Kurusıkı aslında geçtiğimiz sezonun oyunlarından. Aysa Tiyatro'nun yapımı, geçen yıl kapalı gişe oynayınca bu sezona da yine iddialı bir giriş yaptı. Önceki gün Trump Gösteri Merkezi'nde sahnelenen oyunda yenilikler de vardı. Geçen sezon Gökçe Bahadır'ın canlandırdığı Melek karakteri bu kez Bihter Dinçel performansıyla karşımızdaydı. Numan rolünde Mete Horozoğlu yine en çok ilgi gören oyunculardan.

Kurusıkı'nın izleyiciyi 2 saat boyunca oyunda tutmasının tek sebebi başarılı oyunculuklar ve çok zekice kurgulanmış metin değil. Oyun, türünün adının hakkını tam anlamıyla veren bir komedi. Gerçi ilk sahnede Melek karakterinin cüretkar bir kostümle ve dansla karşımıza çıkması oyun hakkında hiçbir şey okumadan gelen seyircide haklı olarak ‘üçüncü sınıf ucuz bir komedi oyununa mı geldim acaba?' izlenimi oluşturuyor o ayrı. Fazla vakit geçmeden senaryonun yavaş yavaş kendini belli etmesiyle işin rengi değişiyor. Ancak söz konusu sahnenin tabiri caizse bir miktar tribünlere oynamak olmadığını kim iddia edebilir ki?

Şaşkınlık hiç bitmiyor

Melek karakteri, yağmurda kendisini arabasına alan Numan'ı evinin içine kadar getirir ve anlamsız bir şekilde tanımadığı bu adamı baştan çıkartmaya çalışır. Numan ise ısrarla evli olduğunu söyleyerek kadına yüz vermez. O sırada Melek'in kocası Osman (Bülent Alkış) çıkagelir ve işler kimsenin beklemeyeceği şekilde karışır. Melek'in baştan çıkarmalarına karşı ‘aşırı namuslu' kalmayı başaran Numan kendinden beklenmeyecek bir hareketle hem Melek'i hem de izleyiciyi şaşırtır. Çok geçmeden aslında bütün bunların kamera şakası ile başlayan bir oyun olduğu anlaşılır. Anlaşılır anlaşılmasına da izleyicinin yaşadığı şaşkınlık bitmez. Şaka içinde şaka, oyun içinde oyun devam eder.

Levent Kazak Kurusıkı'da komedi yapmakla kalmamış ‘suç' kavramını da zihinlerde tartışmaya açmış. Toplumsal suç ortaklığını irdeleyen Kazak'ın eleştiri oklarından reyting uğruna gözünü karartan medya da nasibini alıyor. Kurusıkı derin kurgusu, sadece sonu ile değil bütünüyle izleyiciyi şaşırtmasıyla sezonun izlenebilecek yapımları arasında. Bu arada hayranlık uyandıran dekorda Barış Dinçel imzasını görmek hiç şaşırtıcı değil. Bel altı espri ve küfür yoğunluğunun bir kısım izleyiciyi rahatsız edebileceği notunu da düşmekte fayda var tabii.


Altın Portakal'ı Sarmaşık kapladı

$
0
0

Bu yıl ‘olaysız' geçen Antalya Film Festivali'nin ödül töreni de sürprizsiz sona erdi. Tolga Karaçelik'in yönettiği Sarmaşık, En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerinin sahibi oldu. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü alan Nadir Sarıbacak'ın konuşması herkesi duygulandırırken, yayıncı kuruluşun bu konuşmayı sansürlemesi sosyal medyada tepkiyle karşılandı.

52. Antalya Film Festivali dün yapılan kapanış ve ödül töreni ile sona erdi. Dört ana dalda ödül alan Sarmaşık filmi törene damgasını vurdu. Tolga Karaçelik'in ikinci uzun metraj filmi, En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senarist ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini alarak gecenin galibi oldu.

Oktay Kaynarca'nın sunduğu törende ilk önce, En İyi Senaryo Ödülü'nü almak için sahneye çıkan Tolga Karaçelik ödülünü annesi ile birlikte tutuklu gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül'e ithaf etti.

‘BİZİ MUHABBET KURTARACAK'

Sarmaşık'taki performansı ile En İyi Erkek Oyuncu Ödülü alan Nadir Sarıbacak'ın ödül konuşması ise ödül törenlerinde yapılan en güzel konuşmalardan biri olarak tarihe geçti. Sarıbacak, “Farklı dinden, dilden, meşrepten ve ırktan çok güzel arkadaşlarım var. Bizi ancak kardeşlik ve muhabbet kurtaracak. Bir duble rakı ya da bir demlik çay; ama bizi ancak muhabbet kurtaracak. Birbirimize kader bağlılığıyla ancak kurtulabiliriz.” dedi.

Kapanış töreninde Sonay Kanat Emek Ödülü alırken, İngiliz oyuncu Vanessa Redgrave ve eşi Franco Nero Yaşam Boyu Başarı Ödülü aldılar. Kapanış töreninde uluslararası yarışmanın ödülleri de verildi. Bu yıl altı dalda ödül verilen yarışmada En İyi Film Ödülü, Şevkat Emin Korki'nin yönettiği Irak filmi Taşa Yazılmış Hatıralar'ın oldu.

Önceki akşam AKM'de düzenlenen ilk ödül töreninde Antalya Film Forum ve Pitching Platform ile birlikte ulusal yarışmadaki yan ve teknik dallar ödüllendirilmişti. Emre Konuk imzalı Çırak, En İyi İlk Film Ödülü'nü alırken Selim Evci'nin yönettiği Saklı FİLM-YÖN Ödülü'ne layık görüldü. Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Muna filminden Kaan Çakır, Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Çırak filminden Çiğdem Selışık Onat ödüle uzandı. Andreas Sinanos, Rüzgârın Hatıraları filmiyle En İyi Görüntü Yönetmeni seçilirken Takım Mahalle Aşkına, En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Kurgu ve Behlül Dal Jüri Özel Ödülü'nü evini götürdü.


Canlı yayında sansür tepki çekti

Festivalin kapanış ve ödül törenini canlı yayınlayan A Haber, dün akşam bir skandala imza attı. Ödül konuşmalarında, ‘muhalif' cümleler kurulunca görüntüyü değiştiren, ekrana Antalya manzaraları giren yayıncı kuruluşun sansürü Nadir Sarıbacak'ın konuşmasında skandala dönüştü. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü almak için sahneye gelen Sarıbacak'ın, birlik ve beraberliğe, sevgiye vurgu yapan konuşması salondan büyük alkış alırken, televizyon başından töreni takip eden izleyiciler konuşmanın tamamını dinleyemedi. Sarıbacak'ın sesini kesen yayıncı kuruluş, müzik eşliğinde Antalya manzarası izletti. Sonrasında En İyi Yönetmen Ödülü için Tolga Karaçelik bu duruma değinerek “Yayını kesmeyin ‘kötü' bir şey söylemeyeceğim” dedi. Canlı yayın sansürü, sosyal medyada da tepki çekti; oyuncunun ismiyle açılan ve sansürün eleştirildiği #etiket kısa sürede TT oldu.

Altın Portakal'ın en iyileri

Film: Sarmaşık

Yönetmen: Tolga Karaçelik (Sarmaşık)

Senaryo: Tolga Karaçelik (Sarmaşık)

Kadın Oyuncu: Nuray Yeşilaraz (Kalandar Soğuğu)

Erkek Oyuncu: Nadir Sarıbacak (Sarmaşık)

Müzik: François Couturier (Rüzgârın Hatıraları), Eleonore Fourniau (Kalandar Soğuğu)

İzleyici Ödülü: Kümes

İlk Film: Emre Konuk (Çırak)

Yardımcı Kadın Oyuncu: Çiğdem Selışık Onat (Çırak)

Yardımcı Erkek Oyuncu: Kaan Çakır (Muna)

Sanat Yönetimi: Uykura Bayyurt (Takım: Mahalle Aşkına)

Kurgu: Emre Şahin (Takım: Mahalle Aşkına)

Görüntü Yönetimi: Andreas Sinanos (Rüzgârın Hatıraları)

Behlül Dal Jüri Özel Ödülü: Yağız Can Konyalı (Takım: Mahalle Aşkına)

Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü: Kalandar Soğuğu

Film-Yön Ödülü: Selim Evci (Saklı)

Belgesel İzleyici Ödülü: Zerk

Kısa Film İzleyici Ödülü: Zilan


Uluslararası Yarışma

Film: Taşa Yazılmış Hatıralar

Yönetmen: Hany Abu-Assad (İdol)

Senaryo: Alexandra-Therese Keining (Kayıp Kızlar)

Kadın Oyuncu: Alba Rohrwacher (Yeminli Bakire)

Erkek Oyuncu: Haydar Şişman (Kalandar Soğuğu)

Müzik: Eleni Karaindrou, Irena Popovic (Kuşatılmış)

İzleyiciÖdülü: Rüzgârın Hatıraları


Antalya Film Forum Ödülleri

WorkInProgress: Rauf (Yön: Barış Kaya ve Soner Caner)

Kurmaca Pitching Platformu: Kelebekler (Tolga Karaçelik), Yatılı Okul (Rezzan Yeşilbaş)

Kurmaca Pitching Platformu Jüri Özel Ödülü: Siyah Atların Ölümü (Ferit Karahan)

Belgesel Pitching Platformu: Mr. Gay Suriye (Ayşe Toprak), Olimpiyat (Efe Öztezdoğan)

Belgesel Pitching Platformu Jüri Özel Ödülü: Antoine Köpe'nin Anıları (Nefin Dinç)

Digiflame Renklendirme ve Görsel Efekt Ödülü: İyilik (Özgür Sevimli)

Villa Kult Berlin Artistik Destek Ödülü: Yurt (Nehir Tuna)

Kitap Zamanı bugün bayilerde

$
0
0

Kitap Zamanı, aralarında dünyaca ünlü pek yazarın da yer aldığı reddedilme hikâyelerini kapağına taşıdı. Bu yıl Man Booker Ödülü'ne değer görülen Marlon James'in ilk kitabının 80 yayınevi tarafından reddedilmiş olmasından yola çıkılarak hazırlanan dosyada Musa İğrek, edebiyat tarihinden “reddedilme” örnekleri derledi.

Kitap Zamanı, geçen ay aramızdan ayrılan usta şair Gülten Akın'ı V.B. Bayrıl'ın yazısıyla anıyor. “Çevirmen Gözüyle” sayfasında ise bu ay Yiğit Yavuz, dört kitabını dilimize kazandırdığı Nabokov'u anlatıyor. Nihayet Türkçeye çevrilen Witold Gombrowicz'in günlükleri üzerine Fatih Özgüven yazdı. Peter Mendelsun'un edebiyatla zihnin işleyişi arasındaki ilişkiyi kurcalayan Okurken Ne Görürüz? adlı kitabını ise Yasemin Çongar tanıtıyor. Ali Çolak, Stefan-Friderike Zweig çiftinin Mektuplaşmalar'ı üzerine bir deneme yazdı. Ekrem Dumanlı'nın Yobazlaşma ve Veysel Ayhan'ın Darbe Oyunu adlı kitapları üzerine yazılan iki yazı ise 17 Aralık 2013'ten bu yana olup bitenlere dair bir hafıza tazelemesi.

Çok sayıda iyi kitabın yetkin kalemlerce değerlendirildiği Kitap Zamanı, bugün Zaman ile birlikte bütün bayilerde.

Demirel'li yıllar

$
0
0

Yeni Asya Gazetesi Genel Yayın Müdürü Kâzım Güleçyüz'ün 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'le yaptığı mülâkatlardan oluşan “İslam Demokrasi Laiklik” kitabı Yeni Asya Neşriyat tarafından okura sunuldu.

Altı bölümden oluşan kitapta, Demirel'in 12 Eylül darbe yönetimince siyaset yasağına muhatap kılındığı yıllarda ve yasak referandumla kalktıktan sonra DYP genel başkanı olarak Köprü dergisine, sonraki dönemde de başbakan veya cumhurbaşkanı kimliğiyle Yeni Asya gazetesine verdiği mülâkatlar yer alıyor. Demirel, bu mülâkatlarda demokrasi, darbeler, Adnan Menderes ve DP, laiklik, irtica, din ve siyaset, Türkiye ve İslam dünyası, Kemalizm ve Atatürkçülük, Bediüzzaman Said Nursî; ve Risale-i Nur Külliyatı gibi konulardaki görüşlerini dile getiriyor.

‘Minikitap'lar nasıl doğdu?

$
0
0

Kitapların bir nesne olarak tasarımı artık neredeyse evrensel standartlara sahip.

Boyutlar, kenar boşlukları, yazı stilleri, kâğıt kalitesi gibi özellikler yenilik aramaya gerek bırakmayacak kadar kanıksandı. Ta ki, geçtiğimiz ay Can Yayınları, aralarında George Orwell'ın 1984, Stefan Zweig'ın İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Nikos Kazancakis'in Zorba isimli kitaplarını içeren yeni bir Minikitap serisi yayınlayana kadar. İlk etapta altı kitapla başlayan bu seri avuç içi boyutlarında. Okuyucunun dikkatini kolay taşınabilirliği, özellikle büyük kentlerde yaşayanlar için iş ve ev arasında, trafikte geçen uzun saatlerde ayakta bile tek elle okunabilir olması sayesinde çekti. Üstelik yazı boyutları değişmedi ve kitaplar küçülmesine rağmen kalınlıkları artmadı. Can Yayınları'nın sahibi Can Öz'e nereden çıktı bu Minikitaplar diye sorduk. “Ekonomi kötü gidince, kitap fiyatlarını düşürmek de zora girdi. Ekip olarak toplandık, hem daha (ama buna rağmen daha) lezzetli bir kitap nasıl yaparız diye konuşmaya başladık. Bir türlü işin içinden çıkamıyorduk. Tam da bu sırada, Satış Pazarlama Müdürü Ali Granit, ‘bir saniye' dedi, odasına gitti, gelince de, ‘Neden bunun gibi bir şey düşünmüyoruz?' diyerek, 2012 yılında Hollanda'da üretilmiş Flipback (bizim sonradan koyduğumuz isimle Minikitap) kitapları masaya koydu.”

Bu gibi yeni fikirler, beraberinde bazı endişeler de getirir. Ya tutmazsa? Okuyucu bu Minikitapları kabul etmezse…Can Öz, elbette bu konuda bazı kaygıları olduğunu söylüyor. Ama Ali Granit kısa sürede bu endişeleri bertaraf etmiş. Gelelim Minikitapların üretim aşamasına: “Türkiye'de üretmeye niyetlendik önce. Her bir Minikitap 10 TL olsun istiyorduk. Ancak yerli üretimde ciltleme kalitesi düşük kalıyordu, yurtiçinde yeterince kaliteli ince kâğıt bulunmuyordu, ayrıca her aşama el ile yapıldığından iş çok pahalıya geliyordu. Sonunda Hollanda'da, Minikitap'ta uzmanlaşmış özel bir matbaada üretmeye karar verdik.”

Uluslararası patenti Hollandalı Jongbloed firmasında olan Minikitaplar, Türkiyeli okuyucu tarafından da sevildi. Bu yüzden yayınevi 6 kitapla başladığı bu yolculuğu, ocak ayı sonunda 20 kitaba erişerek sürdürmeyi hedefliyor.

Nadir Sarıbacak, ZAMAN'a konuştu: Kelimelerden korkar hale geldik, sansürleyenler de sağ olsun!

$
0
0

Sadece kendi kuşağının değil, sinemamızın yetiştirdiği en iyi oyunculardan biri Nadir Sarıbacak.

Rolünün büyük ya da küçük olması fark etmeksizin hangi karaktere bürünse ‘bunu ondan başkası bu şekilde oynayamazdı' dedirtiyor. Gişe Memuru'na birkaç dakika misafir olmasına rağmen filmden sonra “Hacılara nasıl giderim?” diyaloğu dillere düştü. Yozgat Blues'daki radyocu Kamil karakteri akıllara kazındı. Çetin Sarıkartal'ın öğrencisi, Semaver Kumpanya'da pişen yeteneklerden Nadir Sarıbacak, Uzak İhtimal ile başlayan sinema yolculuğunda Altın Lale, Altın Koza ve şimdi de Altın Portakal ödüllerini aldı. Sarmaşık filmindeki Cenk karakteriyle Altın Portakal'a uzanan Sarıbacak ile canlı yayında sansürlenen ve şimdiden ödül tarihine geçen ‘Bizi kardeşlik ve muhabbet kurtaracak' konuşmasını, sinemayı, televizyonu ve tiyatroyu konuştuk.

‘Bizi kardeşlik ve muhabbet kurtaracak' dediniz, herkesi duygulandırdınız. Nerden çıktı bu konuşma? Bir hazırlığınız var mıydı?

Söylemek istediklerim kafamda az çok belliydi ama orada kendimi bıraktım. Şu anda memleket olarak muhabbete ihtiyacımız var. Bin parçaya bölündük, böldüler. Siviller öldürülüyor, askerler, polisler ölüyor. Bizi bir araya getiren birşeyler söylemek istedim. Benim gerçekten çok farklı arkadaşlarım var ben onları gerçekten aşk derecesinde seviyorum. Onları öyle oldukları için seviyorum, kendi konumlarında seviyorum. Bizi dertleşmenin, muhabbetin kurtaracağını söylemek istedim. Bunların ne kadarını söyleyebildim tam hatırlamıyorum.

Canlı yayında konuşmanızın sansürlenmesiyle ilgili ne söylersiniz? 'Sansürlük' ifadeleriniz mi vardı?

Kardeşlik ve muhabbet üzerine birkaç birsey soylemek istemiştim, söyledim de şükür. Fakat yayın gaIiba endişeIendi ve konuşmanın sonu kesiIdi. KeIimeIerden korkar haIe geIdik. Ama olsun, bence yapanIarın da canı sağolsun."

Sizi hep ‘mülayim' rollerde izlemiştik. Sarmaşık'taki Cenk karakteri filmografinizde çok farklı bir yerde duruyor. Bu rol, önümüzdeki süreçte size nasıl kapılar açar?

Bu sonucu düşünerek çalışmadım. Televizyon ya da sinema, her rolüme aynı hassasiyetle çalıştım. Tolga bunu teklif ettiğinde Cenk beni heyecanlandırdı, benim hep merak ettiğim, beni zorlayacak ve oynamak istediğim bir karakterdi.

Televizyon dizilerinde yer alan oyuncularda imaj kaygısı oluyor ister istemez; ‘seyirci nasıl bakar' diyebiliyorlar. Bu yönüyle sizi rahatsız eden bir şey oldu mu Cenk'te?

Hayır. Tam tersine, Cenk'te farklı bir role girmem şimdiye kadar üzerime yapışan bazı elbiseleri yırttı, algıyı da kırdı. Oyun alanımı genişletti.

Bu imajdan kurtulmak için de fırsat oldu öyleyse…

Evet. Ama sadece bu niyetle hareket edilemez. Senaryoyu okuyunca karnının içinde ‘Bunu gerçekten oynamak istiyorum' demen yeterli. İlla ki ‘Bu çok değişik bir karakter, bunu oynayayım' demedim. Karakterin beni zorlaması cezbetti.

Meydan okumak mı var işin içinde?

Hayır. Meydan okumak yanlış bence. Öyle iş yapamayız, film çekemeyiz. O zaman oyuncunun hırsı da görünür. O kötü bir şey. Sadece bu rolü merak etmen, seni heyecanlandırması önemli. Oyuncu zaten hevesinden oynar, bu hevesle de başlıyorsun işe.

‘KENDİ KUŞAĞIMDAN YÖNETMENLERLE DAHA RAHAT ÇALIŞIYORUM'

Tolga Karaçelik ile iki filmdir çalışıyorsunuz? Nasıl onunla çalışmak?

Aslında bizi iki değil, dört filmdir birlikte çalışıyoruz. Rapunzel diye bir kısa film çektik onunla. Benim son kısa filmimdi, ondan sonra kısa filmlerde oynamama kararı aldım. Bir de biz Gevende grubunun Çelik Çomak adlı müzik klibinde çalıştık. Sonra Gişe Memuru'nda misafir oyuncu olarak yer aldım ve şimdi Sarmaşık'ta çalıştık. Arkadaşlığımız daha eskidir.

Peki bu arkadaşlık filme nasıl yansıyor? Daha mı iyi anlaşıyorsunuz yoksa birbirinizi hırpalıyor musunuz?

Herkes kendini bilirse sorun çıkmıyor. Ben kendimi bildiğimi düşünüyorum ve onun alanına girmiyorum. Kendi kuşağımla çalışmak çok kolay, çünkü arkadaşlık artıya dönüyor, dertleşebiliyorsun, alternatif sunabiliyorsun. Hocalık makamı bazen yorabiliyor oyuncuyu. Çünkü hocalık makamında yani ustalarla çalışırken fazla uzatamıyorsun meseleyi. Ama Tolga'yla biz arkadaşız, dertleşiyoruz, geziyoruz, birbirimizle rahat konuşuyoruz, tartışıyoruz, kavga da ediyoruz yeri geldiğinde. Bunlar yaptığınız işi iyi bir yere götürüyor.

Filmde oyuncu kadrosunun bireysel ve karşılıklı performansları çok iyi. Birlikte ön çalışma süresi mi uzundu, gemide mi zaman geçirdiniz, nasıl hazırlandınız?

Birincisi, kast seçimi çok iyiydi. İkincisi senaryo çok iyiydi. Senaryo iyi olunca oyuncuları da oynatıyor. Bizim uyumumuzu sağlayan senaryonun iyi olmasıydı. 19-20 günde çektik, birlikte takıldık, o dokuyu anladık. Zaten dar alandayız, meselenin hızlanmasını sağladı. Bir de Tolga gemicilik diline çok vâkıf.

Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem gibi ustaların yanı sıra Mahmut Fazıl Coşkun ve Tolga Karaçelik gibi başarılı genç yönetmenlerle de çalıştınız. Sinemamızda oyuncu-yönetmen ilişkileri nasıl ilerliyor günümüzde?

Bunu değerlendirirken gişe filmleriyle yönetmen sinemasını ayırmamız gerek. Gişe filmlerinde daha profesyonel bir süreç var; sözleşme, kast, deneme çekimi, parası belli vs. Ama yönetmen sinemasında, yönetmen ya senarist ya da senaryoya çok hâkim, yapımcı ya kendisi ya da çok yakın arkadaşıdır; oyuncu da böyle işte. Ya çok iyi bildiği oyuncuyla çalışıyor ya da yeni tanışmışsa arkadaş olabileceği oyuncuları seçiyor. Bu şekilde olunca daha güzel bir ilişki oluyor; bir masterclass gibi.

Uzun yıllar Semaver Kumpanya'da oynadınız, hala da fırsat buldukça tiyatro yapıyorsunuz. Bundan sonra tiyatroda farklı işlerde görecek miyiz sizi?

Semaver Kumpanya güzel bir dönemdi. Ama sonra kendi hayatında başka dönemlere geçiyorsun. Ben anlatım üzerine kafa yormak istedim. Prodüksiyon tiyatrosu değil de biraz daha laboratuvar olarak görmek istedim. Çünkü acelem yok, sürekli oyun çıkarma isteğim de yok. Seyyar Sahne'de Celal Mordeniz'in Tehlikeli Oyunlar'ını izledim, onlar Tiyatro Medresesi'ni kurunca dâhil oldum. Sonra Yeraltından Notlar'ı oynadım, oynuyorum. Ama bundan sonra yeni bir oyun yapacağım zaman hem kendi öğrencilerimi hem yakın arkadaşlarımı dâhil etmek, yine Celal Mordeniz'le çalışmak istiyorum. Ki bu anlatı laboratuvarını devam ettirelim. İkna olmadığım bir tekstin içine dâhil olmak istemiyorum.

Sahneden bağımsız olarak, birkaç tiyatrocunun bir araya gelip kurduğu bağımsız tiyatrolar var. İlerisi için öyle bir düşünceniz var mı?

Şu an ihtiyaç duymuyorum ama gerekirse yapabiliriz. Seyyar Sahne var şu anda, onları çok seviyorum, onlarla devam edebilirim.

Televizyonda oynadığınız rollere bakınca, küçük roller olarak başlıyor sonra karakteriniz bir anda dizinin en önemli karakterlerinden birine dönüşüyor. Neden böyle? Senaryo mu baştan öyle yazılıyor yoksa sizdeki ışığı sonradan mı fark ediyor senaristler?

Kafam biraz geç açılıyor, ondandır. Gerçekten böyle. İlk birkaç bölüm karakteri anlamaya çalışıyorum, sonra açılıyorum. Aslında en başta da ne istediğimi biliyorum. Fakat ona ulaşana kadar biraz zaman geçiyor. Ama sinemada öyle değil. Zaten üç ay önce başlıyorsun çalışmaya, sete geldiğinde kafanda her şey hazır oluyor. Ama dizide işler hızlı ilerlediği için rolünü bulman bir ay sürüyor.

SUNDANCE'TEN DÖNDÜM, İNGİLİZCE DERSİNE BAŞLADIM

Kış Uykusu ve Sarmaşık ile Cannes ve Sundance'a gittiniz, dünya sinema sektörüne açıldınız diyebiliriz. Oralarda uluslararası bir etkileşim oldu mu, projeler, teklifler vs.?

Dil problemi olduğu için çok etkileşimde bulunamadım. Yani uluslararası bir adam değilim hâlâ. Uluslararası arkadaşlarım, uluslararası ilişkiler kurdular ama ben bir köşede yerel bir adam olarak izledim festivalleri. Ama her festival dönüşü, ‘Bu sefer dil meselesini halledeceğim' dedim. Bu yıl bir hocayla İngilizce çalışıyorum. Sadece yeni projeler, teklifler için değil; yeni insanlarla tanışmak, sinema konuşmak için. Avrupa sinemasını çok istiyorum, seviyorum. Onun için de hazır olmak istiyorum.

İlerisi için bir programlama var öyleyse dünya sineması için…

Evet, var. Festivallerde bir köşede yalnız kalmanın sonucu olarak böyle bir karar aldım. Ya festivallere gitmeyeceğim ya da İngilizceyi öğreneceğim. Sundance'te festivalden önemli bir kadın geldi ve “Sizinle oyunculuk, sinema konuşmak istiyorum” dedi. Ama tabii ki yanımdaki arkadaşa söylüyor, çünkü ben onu anlamıyorum. “Belki seneye de Sundance'e geleceksiniz. Lütfen konuşalım” dedi. Öyle bir söyledi ki, İstanbul'a dönünce hemen İngilizce derslerine başladım.

Edebiyat ve koku

$
0
0

İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin yaşam boyu eğitim merkezi Bilgi Eğitim'de, ‘edebiyat ve koku' üzerine bir program başlıyor.

16-30 Ocak tarihleri arasında üniversitenin santralİstanbul Kampüsü'nde gerçekleşecek ve 3 hafta sürecek ‘Koku ve Edebiyat' eğitiminde, Marcel Proust'un Kayıp Zamanın İzinde, Tom Robins'in Parfümün Dansı, Aldoux Huxley'in Cesur Yeni Dünya ve Oscar Wilde'ın Dorian Gray'ın portresi, Balzac'ın Cesar Birotteau kitapları irdelenecek, Refik Halid Karay'ın eserlerinde kokunun izleri tartışmaya açılacak. Ayrıca Patrick Süskin'in ‘Koku ve Parfüm' filmi izlenerek ‘koku ve edebiyat' ilişkisi araştırılacak. 16 saat sürecek eğitim ücretli. (0212 311 72 16)

Orhan Pamuk, dünyanın en etkili dördüncü kişisi

$
0
0

Dünyaca ünlü Amerikan haber portalı Huffington Post'un haberine göre Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, 2015'te dünyanın en etkili kanaat liderleri arasında dördüncü sırada yer aldı.

The World Post'un hazırladığı 2015 Ulusal Düşünce (Kanaat) Liderleri İndeksi'nde Katolik dünyasının ruhani lideri Papa Francis birinci sırada. ‘Simyacı' adlı romanıyla 90'ların sonunda tüm dünyada milyonlarca okura ulaşan Brezilyalı yazar Paulo Coelho'nun ikinci olduğu listede, küçük sermaye sahibini koruyan Bengladeşli ekonomist Muhammed Yunus üçüncü sırada. Listede, Nobel ödüllü Orhan Pamuk'un ardından NSA Skandalı'nı ortaya çıkaran Edward Snowden ve İtalyan yazar Umberto Eco geliyor. Haber portalının 20 kişiden oluşan en etkili kanaat liderleri listesinde Tibet'in ruhani lideri Dalai Lama, biyolok Richard Dawkins, müzisyen Yo Yo Ma, politikacı Henry Kissenger, George Soros, Noam Chomsky ve astrofizikçi Stephen Hawking gibi isimler de yer alıyor.

Orhan Pamuk, 2005 yılında da Time dergisi tarafından dünyanın en etkili 100 kişisinden biri seçilmişti. Pamuk'un bu yıl internette, sosyal medyada ve anketlerde bu kadar çok görülmesinin ve sözünün edilmesinin bir nedeni de son 3 ayda İngiltere, İspanya, Amerika ve İtalya'da yayımlanan ve 42 dile çevrilmekte olan Kafamda Bir Tuhaflık adlı romanının sevilmesi ve tartışılması.

İnternet'te global çapta yapılan sohbet haritalarının analizini çıkaran ve bu konuşmalar içinde en çok sözü edilen, en etkili olan isimleri sınıflandıran 2015 Ulusal Düşünce (Kanaat) Liderleri İndeksi, The World Post ve Zürih merkezli Gottlieb Duttweiler Enstitüsü tarafından hazırlanıyor. Amacı tüm dünyayı sınırlar ötesi bir platformda buluşturmak olan projeyle, İngilizce haricinde dünyada Almanca, İspanyolca ve Çince konuşulan tüm bölgeler analiz ediliyor.


Hepimiz Shakespeare'in kızlarıyız!

$
0
0

İstanbul Şehir Tiyatroları'na 27 yıl emek veren yönetmen Hülya Karakaş, muhalif tavrı nedeniyle ŞT'de tiyatro yapamayınca kendi grubunu kurdu.

“Komşuda tiyatro yapmaya geldik.” diyerek özel tiyatroların kapısını çalan Karakaş, grubuna da Komşu Kapısı adını verdi. Sanatçının, geçen yıl kartopu yüzünden öldürülen gazeteci Nuh Köklü olayından sonra yazdığı ‘Shakespeare'in Kerimeleri, Hamlet'in Türkiye'yi Danimarka sanmasını anlatan eğlenceli, politik bir hiciv.

İstanbul Şehir Tiyatroları'na 27 yıl emek verdiniz. Bildiğim kadarıyla uzun zamandır ŞT'de oyun yönetmediniz. Şimdi kendi tiyatronuzu kurdunuz. Nasıl başladınız buna?

İstanbul Şehir Tiyatroları'nın kadrolu sanatçısıyım, ama yaklaşık üç yıldır iş yapamıyorum. Ben yapmak istiyorum, oyun yönetmek istiyorum, projeler öneriyorum; neden bilmiyorum yapamıyorum. Bana her yer tiyatro. Laf olsun diye söylemiyorum bunu, gerçekten, bütün samimiyetimle söylüyorum; beni koy kırsalın ortasına, orada bile tiyatro yapmanın yolunu bulurum. İnsanın, yarenliğin olduğu her yerde tiyatro yapabilirim. Kurumda yapamazsam dışarıda yaparım dedim, işe giriştim. Zaten bu oyun benim borcumdu ve bu borcu ödemem gerekiyordu. Zorunlu değilim elbette, duygum böyle.

Grubunuzun adı bu yüzden mi Komşu Kapısı?

Ev sahibim kapıyı kilitleyip beni içeri almayınca, ben de komşu kapılarını çalmaya başladım. Şimdi gülerek anlatıyorum ama kendimi yetersiz hissettiğim, kötü bir dönemdi. Umuyorum ki bundan sonra böyle bir tavırla bir daha karşılaşmam. Yani kim beni içeri alırsa orayı evim bilip sahneye çıkmaktan başka şansım yoktu. Bu yüzden tiyatronun ismi Komşu Kapısı oldu. Bana her yer tiyatro. Sokakta kalırsam orada tiyatro yaparım. İnsanların, yüzünün gülmesine, içinin aydınlanmasına, umuda ihtiyacı olduğu bir dönemden geçiyoruz; tiyatro tam da böyle zamanlarda işe yarar.

Yeriniz nerede peki, provalarınız vs. oyunu nasıl hazırladınız?

Provalarımızı Komşu Kapısı Derneği'nde yaptık. Gezi döneminden sonra bir sivil inisiyatif olarak kurulan, benim de içinde olduğum, kültürel ve sanatsal etkinliklerin yapıldığı bir dernek Komşu Kapısı. Mahalle halkının buluştuğu, kaynaştığı, sazını çaldığı, sözünü söylediği bir mahalle derneği. Rahat koşullarda tiyatro provası yapmak bizim için büyük bir konfordu. Kendilerine teşekkür ederim. Komşu Kapısı Derneği isim almamızda öncü oldu. Hep bir mana, hep bir arayış! Yokluktan varlık çıkarmak ülkemizin gerçeği.

İlk oyununuz Shakespeare'in Kerimeleri nasıl ortaya çıktı?

Shakespeare edebiyat meraklısı birçok insan gibi benim de sevdiğim bir yazar. Shakespeare oyunlarındaki ana karakterlerin (başrolde Hamlet'in olduğu) bir oyun yazma hayali kuruyordum. Beklediğim ilham, Nuh Köklü'nün öldürüldüğü gün geldi! 17 Şubat- 2015 günü Türkiye karlı ve yine depresif bir gündeme uyanmıştı. Kara teslim olmuş, vapurların bile kalkmadığı bir İstanbul sabahında biz yine ölüm haberiyle baş başa kalmıştık. Nuh Köklü'yü ailesi ve arkadaşlarıyla birlikte Ankara'ya yolcu etmek üzere toplandık Kadıköy Yeldeğirmeni'nde. Arkadaşımla birlikte Kadıköy sokaklarında vapura doğru yürürken gökyüzüne baktım, gördüğüm tek şey çok koyu bir karanlıktı. Bu ülkede kartopu yüzünden bir insan öldürülmüştü. "Ne olur bu bir rüya olsun" dedim, herkes gibi, Nuh Köklü'nün ölürken söylediği gibi. Ve o gece yazmaya başladım. On günde yazdım bitirdim Shakespeare'in Kerimeleri'ni.

Shakespeare'in kerimeleri kimler peki, ne yapmak istiyorlar?

Gücün, iktidarın, soysuzluğun, kalleşliğin bir ülkeyi ne hale getirdiğini anlatmak istedim bu oyunla. Yüzyıllar önce Danimarka'da yaşanan güç ve intikam savaşı bugün Türkiye'de de yaşanıyor. Yüzyıllardır değişmeyen tek gerçek şey ölüm. Bugünün Türkiye'si, Hamlet'in final sahnesi gibi adeta. Ucu bucağı görünmeyen bir mezarlığa dönüştü güzel ülkem. Hamlet,1600'lü yıllardan günümüze, bir tiyatro sahnesine gelir. Tiyatroda Hamlet oyununun, bence en harikulade sahnesi olan mezarcı sahnesinin provasını yapan iki kadın oyuncuyla kesişir yolu; bazen acı, çoğunlukla eğlenceli bir Türkiye tartışması böylece başlar. Mizah benim sığınağım. Eğer mizah olmasaydı, ben çoktan Derviş gibi dağ başına göçmüştüm. Mizahla katlanıyorum bu hayata. Yerli yersiz değil de, tam zamanında iyidir mizah. Oyunda bolca mizah var. Ülkenin en sürreal dönemini anlattığım bir oyun Shakespeare'in Kerimeleri. Evet ya,biz bir rüya gördük, ülkede neler olmuştu diyeceğiz yıllar sonra. Umarım!

Oyunun ismi de ilgi çekici, merak uyandırıcı…

Shakespeare tiyatrocuların atası. Hatta gündelik deyişle "Hepimiz Shakespeare'in Askerleriyiz" Kadın oyuncular için eski dilde "Kerime"yi kullanarak metafor yaptım! İroni! "Yeni Türkiye"ye gönderme! Shakespeare'in Kızları oldu Shakespeare'in Kerimeleri.

Ekibiniz de kimler var?

Sahne-kostüm tasarımını Filiz Tarlabaşı yaptı, müzik anonim. Yönetmen yardımcısı Deniz Yazıcı. Oyunda ise ben, Eda Özdemir ve Mesut Dalkılıç var. Şanslıyım ki, iyi kalpli, hesapsız, tek derdi sadece tiyatro yapmak olan bir ekiple yollarımız kesişti. Sorunsuz bir sanat yolculuğu yaşadık birlikte. Meslektaşlarıma teşekkür ediyorum. Biz sanatsal yolculuğun sondan bir önceki durağındayız. Finale çok az kaldı. Bundan sonra seyirciyle buluşma zamanı. Şimdi sıra onlarda. Tiyatroyu seyircisiz düşünmek imkansız. Bizi yalnız bırakmamalarını, maceranın sonucunu görmelerini diliyoruz.

1990'lı yıllarda kurduğunuz Grup Kafka ile Türkiye'de alternatif tiyatrolar konusunda ilk adım atanlardan birisiniz. ŞT'ye de bunca zaman emek verdiniz. Fakat hala yönetmen kadrosunda değilsiniz. Hatta 102 yıllık ŞT'de yönetmen kadrosunda tek bir kadın var. Neden böyle}?

1995 yılından bugüne, özel tiyatrolarda ve çalıştığım kurumda yönetmenlik yapıyorum. Bunun için bir "kadro'ya ihtiyacım yok; zaten rüştümü ispat etmişim. Ancak 102 yıllık olağanüstü bir kültürel geçmişe sahip Şehir Tiyatroları'nda bu kadroya bir kadın dışında hiçbir kadın girememişse, burada ciddi bir ayrımcılık yapıldığını düşünüyorum doğrusu. Bu nedenle "yönetmen" kadrosuna girmek helalinden hakkım. Hakkım olanı almak için mücadele etmem gerekiyorsa edeceğim. Ülkemizde birçok alanda kadınlara karşı "ayrımcılık" yapılıyor; sanat alanını ülkeden bağımsız düşünmek saflık olur.

Sarmaşık'ı izlemek kolay, bulmak zor

$
0
0

Geçtiğimiz pazar günü sona eren 52. Antalya Film Festivali'nde en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini alan Sarmaşık, sinemaseverlerin en çok merak ettiği film.

Antalya Film Festivali'nde ödül almak için sahneye çıkan filmin yönetmeni ve senaristi Tolga Karaçelik, konuşmasında “Sarmaşık sinemalarda. Filmimize gelin, hiç sıkıcı değil.” demişti. Fakat filmi izlemek, daha doğrusu ‘bulmak' o kadar da kolay değil. İlk filmi gişe rekorları kıran Düğün Dernek'in devam filmiyle aynı hafta vizyona giren film, Düğün Dernek 2: Sünnet'in 1400 salonda gösterime girdiği haftada Türkiye genelinde 11 salonda seyirciyle buluşuyor. Tolga Karaçelik'in yönettiği film Ankara, İzmir, Antalya, Eskişehir ve Kırşehir'de birer salonda gösterime girdi. İstanbul'da ise Sarmaşık filmini izlemek için sadece 6 salon var.

Kültür Sanat Büyük Ödülleri verildi

$
0
0

2015 Yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri, dün düzenlenen törenle sahiplerine verildi.

Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ndaki törene ödül alan sanatçılar, bakanlar, kültür, sanat ve bilim camiasından çok sayıda isim katıldı. Bu yıl sinema alanında Münir Özkul adına kızı Güner Özkul'a, edebiyat alanında Rasim Özdenören'e, müzik alanında Orhan Gencebay'a, sosyal bilimler ve tarih alanında Mehmet Genç'e ve geleneksel sanatlar alanında Hüseyin Kutlu'ya ödül verildi. Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Vefa Ödülü'nü ise merhum Cemil Meriç adına kızı Ümit Meriç aldı.

Talât Sait Halman Çeviri Ödülü, Siren İdemen'in

$
0
0

Geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Talât Sait Halman anısına bu yıl ilki verilen çeviri ödülüne Georges Perec'in “Karanlık Dükkân: 124 Rüya” adlı çevirisiyle Siren İdemen değer görüldü.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın (İKSV) başlattığı 15 bin TL değerindeki Talât Sait Halman Çeviri Ödülü, önceki akşam Martı İstanbul Hotel'de gerçekleştirilen törenle sahibine verildi. Törende konuşan İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, “Vakıf olarak, Talât Sait Halman'ın anısını büyük emek verdiği çeviri alanında yeni ve başarılı eserleri destekleyerek yaşatmak istiyoruz.” dedi.

Ahmet Cemal, Sevin Okyay, Yiğit Bener ve Kaya Genç'ten oluşan seçici kurulun kararını jüri başkanı Doğan Hızlan açıkladı. Törenin ardından görüşlerini aldığımız Siren İdemen şunları söyledi: “Ödülün, hayatında çevirinin büyük yeri olan Halman'ın adına veriliyor oluşu benim için önemli. Çevirmenlik genelde görmezden gelinen, kadri bilinmeyen bir uğraş. Çok uzun süre emek verirsiniz, sırasında bir kelime aylarca zihninizde dolaşır durur. Ve bunun görülüp görülmediğini bilemezsiniz. Bu ödül verdiğiniz emeğin de bir karşılığı olduğunu göstermesi açısından önemli. Hoşuma gitti, mutlu oldum.”

Goya'dan insanlığın halleri

$
0
0

İspanyol sanatçı Francisco de Goya (1746-1828) kral ailesinin ve İspanya sosyetesinin ressamı olarak ün salmasının yanı sıra bir baskı altındaydı.

Avrupa Hıristiyan dünyasını büyük bir sıkıntıya sokan Engizisyon uygulamaları onu da etkilemişti. Bu zorlu zamanların büyük bir tanığı olarak kendi sanatını icra ederken, dönemin toplumsal olaylarını eleştirel bir bakış açısıyla ele almayı da ihmal etmemişti. Cesur tekniğiyle 19. yüzyıl Avrupa resim sanatının öncülerinden olan Goya'nın geride bıraktığı 150 portre var. Bunların pek çoğu çeşitli koleksiyonlar ve müzelerde yer alırken, İngiltere'nin başkenti Londra Ulusal Galeri'de açılan ‘Goya Portreleri' adlı sergi bir arada pek de görülemeyecek 70 portreyi dünyanın dört bir yanından derlemiş.

Mütevazı bir ailede doğan Goya erken yaşlarda resim eğitimi alır. Genç yaşta ürettiği portreler, gravürler ve duvar resimleriyle bu benzersiz yeteneği onu saray ressamı olmaya götürür. 40'lı yaşlarında geçirdiği ağır ateşli hastalıkların sonucu olarak sağır kalan Goya, zorlu bir dönem geçirir ve bu onun sanatını etkiler. “Resimde kural yoktur.” diyen Goya, sanatçının, üretiminde özgür olması gerektiğini sık sık dile getirmişti. Goya, portelerini yaptığı isimlerin sadece fiziksel görünüşlerine değil onların ruh hallerini de oldukça iyi çözebilen ve resim dilinde bunu dile getiren bir ressam. İnsanın iç dünyasına yönelik bu gözlemleri ve bunu eserlerinde göstermeye çalışmasıyla ‘filozof ressam' olarak anılır.

Dehşet uyandıran sanatçı

The Duchess of Alba (Alba Düşesi) adlı portresi, Avrupa sanat tarihinin en önemli eserlerinden. Goya'nın İspanya Krallığı'nın en zengin ve güçlü ailesine mensup Alba Düşesi María del Pilar de Silva'yı resmettiği eser, sanatçının güçlü bir figür olan düşes ile yakın dostluğunun meyvesidir. Oldukça dramatik olan bu portrede düşes, yeri işaret eden parmağıyla, kuma yazılmış “Solo Goya” (Bir Tek Goya) adlı yazıyı gösterir. Yalnızca Goya'nın onu resmedecek kadar usta olduğunu anlatan bu yazı resmin önemli bir parçasıdır.

Sergide, Goya'nın Kraliyet ailesine mensup isimleri resmettiği tabloların yanı sıra dönemin şairleri, ressamları ve mimarları da var. Başı ellerinde politikacı Gaspar Melchor de Jovellanos; parlak bir sofada oturan oyuncu Antonia Z·rate; Altamira'nın Kont ve Kontes'lerinin kırmızılar içindeki oğulları gibi pek çok isim dikkat çekiyor. Küratör Xavier Bray'ın tespitiyle Goya'nın hayran olduğu ya da nefret ettiği kişiler portrelerdeki ışıklandırmadan kolayca anlaşılıyor. Sanatçının kendi portrelerinin de olduğu bölümde giydiği elbise her ne kadar üstüne küçük gelse de resimdeki güçlü ve özgür bir dil kendini gösteriyor. Goya'nın doktorun kolları arasındaki güçsüz ve hasta halini gösteren portrenin ise sarsıcı ve huzursuz edici bir tarafı var. Goya, tüm bu ‘yüksek' bağlantılarına rağmen servet ve gücün karşısında esir olmaz ve yetmiş yaşına geldiğinde hâlâ maddi sıkıntılarla baş eden biriydi. Sansür yine ülkeyi kuşatmış ve Engizisyon yeniden kurulmuştu, Goya bu yüzden zorlu zamanlar yaşadı.

Goya, kendisinden sonra gelen Manet, Picasso ve Bacon gibi pek çok sanatçıyı etkiledi. Charles Baudelaire'in deyişiyle Goya “her zaman büyük bir sanatçı, sık sık da dehşet uyandıran bir sanatçıdır”. Kronolojik olarak yerleştirilen portreler boyunca Baudelaire'in bu tespitini görmek mümkün. Unutulmayan portrelerin yer aldığı sergi, 10 Ocak 2016'ya kadar gezilebilir.

‘Habip Kırmızısı'nın 40 yıllık serüveni

$
0
0

‘Habip Kırmızısı' rengiyle resim tarihine geçen Habip Aydoğdu'nun ilk retrospektif sergisi İş Sanat Kibele Sanat Galerisi'nde açıldı. “Kırmızı” adlı sergi, sanatçının Nusaybin'de askerken kırmızı ıstampa mürekkebiyle çizdiği ilk resimlerden, 2000'lerin başında yapmaya başladığı Kurban serisine kadar 40 yılını anlatıyor.

Sevinç Özarslan İSTANBUL

-Resim tarihine ‘Habip Kırmızısı' adıyla yeni bir renk kazandıran Habip Aydoğdu (1952), ilk sergisini 1976'da Ankara Or-An Sanat Galerisi'nde açtı. O günden bugüne yaklaşık 40 yıllık sanat hayatında 70'in üstünde sergi biriktirmiş. Sanatçının ilk işleri, 1974'te Nusaybin'de askerlik yaparken etkilendiği manzaralardan oluşuyor. Eli, kolu, ayağı mayından kopan insanlar, kaçakçılık, yokluk... Böyle zor bir coğrafyada boya bulmak da imkansız. Askeriyede mühür basmak için kullanılan kırmızı ıstampa mürekkebi sanatçının imdadına yetişiyor ve yıllar sonra adıyla özdeşleşen kırmızının hikayesi başlıyor.

Habip Aydoğdu, 20 sene öncesine kadar, kırmızının resimlerindeki hakimiyetinin farkında olmadığını söylüyor. Ta ki, Adana'da bir üniversite söyleşisinde “Neden bütün resimleriniz kırmızı?” sorusuyla karşılaşana dek. Espriyle karışık verdiği şu cevap ise, kırmızı-turuncu karışımı arasında bir renk olan ‘Habip Kırmızısı'nı yavaş yavaş ortaya çıkarıyor: “Prostata iyi geldiği söyleniyor.” Oysaki bu cümle, Aydoğdu'nun, o günlerde bir gazete haberinde okuduğu “Kırmızı domates, kırmızı biber, kırmızı olan her şey prostata iyi geliyor.” cümlesinin bilinçaltından dışavurumudur. Sonraki yıllarda atölyesinde ilk başta kırmızılı resimlerin satıldığı, “Hocam kırmızı resim var mı?” diye sorulmaya başladığı dönem geliyor.

‘Kırmızı' sergisi, sanatçının dört dönemine odaklanıyor. 1970'ler yaşam kavgası yılları… Yıldız Parkı'nın girişinde, solda yer alan ahırda çizdiği at, Nusaybin resimleri, gecekondulaşma ile boğuşan Türkiye'den manzaralar bu dönemden. 1980'ler uçan düşler. Yani TRT yılları. Sanatçı, 1988'e kadar TRT Haber Merkezi'nde grafiker olarak çalışır. Fakat işini pek sevmez, aklı fikri resimdedir, kuşlar gibi özgürlük peşindedir, düşlerinde her gün istifasını verir ama bunu bir türlü gerçekleştiremez. İki çocuk, geçim, Türkiye koşullarında sadece resimle ayakta kalmak… TRT'de çalışırken ajandasına çizdiği desenlerin bir kısmı 1988'de Galeri Selvin'de sergilenmişti, şimdi bir kısmı Kırmızı'da. Körfez Savaşı'nın izlerini taşıyan, kırmızının iktidarını iyice gösterdiği 1990'lı yıllar ve bu coğrafyanın evlatlarını sürekli kurban etmesi üzerine 2000'lerde yapmaya başladığı ve hâlâ devam eden Kurban serisi, Aydoğdu'nun son dönem eserleri.

Aydoğdu, Kırmızı'yı önce eşi Fikriye Hanım'a ithaf ediyor, sonra da kendisiyle bir yüzleşme olduğunu söylüyor: “Nerelerden nerelere gelmişim onu burada göstermek istedik. Toplumsal iklim sergilerimi nasıl etkilemiş, resimlerime nasıl yansımış. Neleri kaçırmışım, neleri yakalamışım, neler nelere dönüşmüş? Bir yüzleşme bu retrospektif. Ama retrospektifin ötesinde Fikriye'ye teşekkürümdür.” Sergide ayrıca Aydoğdu'nun 1970'lerden itibaren tutmaya başladığı resimli günlükleri ve heykelleri de yer alıyor. Kırmızı, 23 Ocak'a kadar görülebilir.

Suriyeli şair Adonis ile ortak sergi açacaklar

86 yaşındaki Suriyeli şair Adonis ve Habip Aydoğdu, Eylül 2016'da İzmir Folkart Sanat Galerisi'nde birlikte sergi açacaklar. “Dizeler ve Renkler” adını taşıyan serginin hazırlıkları için Adonis, 2,5 ay önce Aydoğdu'nun Ankara Batıkent'teki atölyesine konuk oldu. Adonis, Aydoğdu'nun resimlerini uzun uzun seyretti, resimlerine şiirsel müdahalelerde bulundu. O şiirli tuvallerden biri ‘Kırmızı' sergisinde yer alıyor (yanda). Aydoğdu ise Adonis Günlükleri tuttu. O deftere ressam çizdi, şair yazdı. İki sanatçı daha sonra İzmir'de bir hafta vakit geçirdiler. Aydoğdu, Adonis ile tanışmalarını şöyle anlatıyor: “İki sene önce İzmir'de karma bir sergiye üç resim vermiştim. Adonis de o günlerde İzmir'de şiir günlerine davetliymiş. Plastik sanatlara ilgili biri. Nereye giderse gitsin, kendini müzede, galeride buluyor. Resimlerimi beğenince üç kitabını imzalayıp gönderdi, ben de gönderdim. Aradan bir yıl sonra bu proje için bir araya geldik. Defteri birlikte tuttuk, müthiş şeyler yazdı. Coğrafya birlikteliğimiz de var. Kendisi Cizre'nin 15-20 km aşağısında doğuyor.” Defterin tıpkıbasımı, sergi ve kitap olmak üzere üç ayaklı tasarlanan “Dizeler ve Renkler” sergisi, Folkart'ta üç ay açık kalacak.

Altın Koza'nın da adı değişiyor

$
0
0

Altın Portakal'ın adını Antalya Film Festivali olarak değiştirmesinin ardından şimdi de Altın Koza ismi tarihe karışıyor.

Festivalin düzenleyicisi Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü, Uluslararası Altın Koza Film Festivali'nin adının, ‘Uluslararası Adana Film Festivali' olarak değiştirilmesi için çalışma başlattıklarını söyledi. Adana Büyükşehir Belediye Meclisi'nde konuşan Başkan Hüseyin Sözlü, festivalde büyük ödülün ‘Altın Koza Ödülü' olarak verilmeye devam edileceğini ifade ederek “Önümüzdeki yıl 23'üncüsü gerçekleştirilecek ‘Uluslararası Altın Koza Film Festivali'nin adı, kentin daha iyi tanıtılması için ‘Uluslararası Adana Film Festivali' olarak değiştirilecek.” dedi.


Mustang, Altın Küre'ye aday

$
0
0

Hollywood Yabancı Basın Birliği (HFPA) tarafından verilen Altı Küre Ödülleri'nin aday listesi dün açıklandı.

Listede Deniz Gamze Ergüven'in yönettiği Mustang filmi, Yabancı Dilde En İyi Film dalında son beşe kalan yapımlar arasında yer alıyor. Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali'nde yapan Mustang, bu adaylıkla Oscar yarışında da önemli bir adım atmış oldu. Fransa'nın Oscar adayı olan Mustang'in Altın Küre'deki rakipleri ise Saul'un Oğlu (Macaristan), Kulüp (Şili), Yeni Ahit (Belçika) ve The Fencer (Finlandiya).

Bu yıl 72. kez düzenlenecek Altın Küre sinema ve televizyon ödüllerinde beş adaylık ile Carol filmi öne çıkıyor. Drama dalında en iyi film dalında üç adaylıkla Spotlight öne çıkan bir başka yapım. Geçtiğimiz yıl Birdman ile Oscar ödülü alan Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu'nun yeni filmi The Revenant ise dört adaylıkla listenin iddialı yapımlarından. Bu filmdeki rolüyle Leonardo DiCaprio ise en iyi erkek oyuncu ödülünün güçlü adaylarından. Jennifer Lawrence, Robert de Niro ve Bradley Cooper'lı kadrosuyla David O. Russel imzalı Joy filmi ise iki adaylıkta kaldı. Listenin sürpriz sayılabilecek bir başka filmi ise sadece bir adaylıkta kalan Casuslar Köprüsü. Steven Spielberg'in yönettiği, Coen Kardeşler'in senaryosunu yazdığı ve Tom Hanks'in başrolde olduğu film, sadece en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Mark Rylance'a adaylık getirdi.

72. Altın Küre Ödülleri, 10 Ocak Pazar akşamı komedyen Ricky Gervais'in sunumuyla gerçekleşecek törende sahiplerini bulacak.

Rüzgâra bıraktım geçmişi

$
0
0

Üçüncü uzun metraj filminde Özcan Alper, Ermeni tehcirinin travmasını yaşayan bir karakteri anlatıyor.

2. Dünya Savaşı'nın son günlerinde muhalif şair ve ressam Aram (Onur Saylak), Varlık Vergisi'nin yürürlükte olduğu günlerde hedefteki isimlerden biridir. İstanbul'da Kurşunlu Han'da yayınladığı gazetesine devlet yüklü bir miktar Varlık Vergisi çıkarınca bir anda adı ‘hainler' listesine eklenir. İstanbul'dan kaçmak zorunda kalan Aram, evrakları gelene kadar Sovyetler ve Gürcistan sınırındaki küçük bir dağ köyünde saklanır. Burada Aram'a Mikahil (Mustafa Uğurlu) ve onun evinde kalan Meryem (Sofya Khandamirova) yardımcı olacaktır.

1943 yılında geçen filmin hikâyesi, 1915 Ermeni tehcirini, ‘büyük felaket'i küçük bir çocuk olarak gören ve 30 yıl sonra yaşadıklarının etkisiyle bu travmayı tekrar yaşayan Ermeni bir karakterin geçmişi hatırlaması üzerine kurulu. Şair Aram Pehlivanyan'dan olduğu kadar Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet'ten de izler taşıyan bu karakterin yaşadığı dönem, Türkiye'deki Hitler sempatisinin zirve yaptığı 1940'lar. Haliyle hikâyeye tek parti dönemi, Hitler etkisi, Varlık Vergisi, Türkçe ezan, Tan baskını gibi konular da dâhil oluyor.

İstanbul'da bir ‘cehennem'den kaçan Aram'ı Sovyetler Birliği'nde başka bir cehennem beklemektedir. Ermeni olduğu için hedefte olan Aram, sınırı geçtiği takdirde bu kez de ‘Türk casusu' olarak yaftalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Film, 20. dakikadan itibaren Aram'ı bir dağ köyünde inzivaya yolluyor. Bir nevi Aram'ın arafında geçiyor filmin çoğu. Zamansız ve mekânsız bir dünyada geçmişin hatıralarıyla başbaşa kalıyor Aram. Çocukluğuna, o büyük felakete gidip geliyor sık sık. Belleğin hatırlattıkları, bir yapbozun parçaları gibi dağınık bir şekilde hücum ediyor Aram'ın zihnine. Bu dağınık parçalar finalde resmin tamamını gösterecek.

Görüntü yönetmeni Andreas Sinanos'un da etkisiyle görsel ve estetik yönden Angelopoulos izleri taşıyan Rüzgârın Hatıraları, Özcan Alper'in ‘geçmiş defterleri kapatma' izleğinin üçüncü adımı. Sonbahar'da kendi kuşağının tarihiyle hesaplaşan yönetmen, Gelecek Uzun Sürer'de Kürt sorununu, şimdi de Ermeni tehcirini ele alıyor. Elbette ki bu hesaplar üç filmle kapatılacak gibi değil. Fakat Alper'in artık günümüze, ‘şimdi'ye dönmesi ve Türkiye'nin hayli ağır ‘geçmiş yükleri'nin altına tek başına girmekten biraz uzaklaşması sanırım filmografisi için daha iyi olacaktır. Aksi halde, Sonbahar'dan sonra üçüncü bir hayal kırıklığını sadece onu merakla takip eden sinemaseverler değil, Alper'in kariyeri de kaldıramayabilir.

Zehirli elmayı ısırmak [VİZYONDAKİLER]

$
0
0

Yönetmen ve senarist koltuğunda Oscar ödüllü iki ismin oturduğu Steve Jobs, Apple'ın kurucusunun sahne arkasındaki karakterine odaklanıyor. Senaryonun kendini hissettirdiği film oyunculuklarıyla da öne çıkıyor.

Kapitalizmin günümüz insanına hediye ettiği ‘başarı hikâyeleri', modern zamanların efsaneleri sayılabilir. Kapıcı olarak girdiği apartmanı satın alan ya da bekçi olarak işe başladığı fabrikanın patronu olan insanlar hayal değil, tamamıyla gerçek. Fakat bu yaşanmış hikâyelerin herkesin başına gelebileceğini düşündürmesi, sıradan insanın “Bak o yaptı, sen de yapabilirsin” mesajı ile motive edilmesi bu olayların efsaneleşmesini kolaylaştırıyor. Modern çağların başarı kültü, bu tip efsaneler ile tahkim ediliyor.

Teknoloji devi Apple şirketinin kurucusu ve CEO'su Steve Jobs'un etrafında üretilen efsaneler biraz da böyle. Onun ‘kreatif' tarafı ve arızalı kişiliği göz ardı edilince hakkındaki efsanelere inanmak daha cazip. Gerçi, Jobs'un bu özelliklerine takılıp kalınca başka türlü handikaplar ortaya çıkıyor. 2013 yapımı Jobs filmi bu tür dertlerle maluldü. Jobs'un perde önündeki hayatından önemli anları tesbih taneleri gibi art arda dizen film, karakterin dünyasını unutmuştu.

İKİ TERS BİR DÜZ

Yönetmen ve senaryoyu Oscar ödüllü iki isme emanet eden Steve Jobs filmi bu hataya düşmüyor. Hatta herkesin çok iyi bildiği, efsaneleşen ‘başarı öyküsü'nü arka plana itip sahne arkasındaki karakteri perdeye taşıyor. Walter Isaacson'ın çok satan biyografisinden uyarlanan film, Jobs'un hayatındaki üç kritik döneme odaklanıyor. 1984'teki Macintosh sunumu öncesi, 1988'deki Next sunumu öncesi ve 1998'deki iMac sunumu öncesinde yaşanan gerilimli dakikaları izliyoruz.

Filmin bize gösterdiği Steve Jobs, insan ile makine (bilgisayar) arasındaki mesafeyi kaldırmak, makineyi insan hayatının bir parçası yapmaktan öte onu insanın gören gözü, düşünen kulağı, tutan eli yapmak isteyen hırslı, takıntılı ve iletişim özürlü bir adam.

Danny Boyle, filmi bilim-kurgu edebiyatının usta yazarı Arthur C. Clarke'ın interneti anlattığı bir video kaydı ile açıyor. Kubrick'in 2001: Uzay Macerası filminin senaryosunu birlikte yazdığı Clarke'ın yıllar evvel bilgisayarın insan hayatında nasıl bir yer tutacağına ilişkin öngörüsünün yer aldığı kayıt, biraz sonra izleyeceğimiz Jobs'un, hangi karakter özellikleri ile bu öngörünün en önemli parçası olacağına dikkat çekiyor. 1974'te Avustralya televizyonuna verdiği röportajda Clarke, bilgisayarın bugünkü kullanımını birebir anlatıyor ve internetin insan hayatına katacağı yenilikleri, dahası bütün yaşantımızı nasıl değiştireceğini açıklıyor. Sadece Clarke değil, Bob Dylan'dan John Lennon'a, Alan Turing'e kadar Jobs'un referans aldığı bütün sanatçılar resmi geçit yapıyor.

Senaryonun odaklandığı üç dönem tercihi, yönetmenin bu dönemlere uygun olarak üç farklı görsel dili benimsemesi ve müzikal tercihlerle iyice vurgulanıyor. 1984 ve 1988'deki sunumların dakikalar öncesini anlatan ilk iki bölüm Jobs'un iş hayatında tarihe geçen fiyaskolarını, iMac tanıtımı öncesindeki üçüncü bölüm ise Jobs'un ve Apple'ın altın yıllarının başlangıcını gösteriyor. Fakat Jobs, üç dönemde de aynı Jobs. Kendini ya da yöntemlerini hiçbir zaman değiştirmiyor, taviz vermiyor. Bir nevi, Jobs'un değil, biz ‘sıradan' insanların onun hayallerine hazır olmamız gerektiğine işaret ediliyor.

‘HEM NAZİK HEM YETENEKLİ OLABİLİRSİN!'

1998'deki bölüm iş hayatındaki hesaplaşmalarını tamamladığı, geçmiş defterleri kapattığı bölüm aynı zamanda. Jobs'un uzun yıllar kabul etmediği kızı Lisa ile olan ilişkisi hikâyenin duygusal tarafını, John Sculley ve Steve Wozniak ile ilişkisi de onun iş hayatındaki fotoğrafını net bir şekilde ortaya koyuyor. Wozniak'ın insani ilişkiler ile bilgisayar sistemleri arasındaki farka dair Jobs'a yaptığı şu uyarı, durumun özeti gibi: “İkili sistem değil bu. Hem nazik hem yetenekli olabilirsin!” Aaron Sorkin'in senaryosu hayatı boyunca iş ve insani ilişkilerinde yazılım sistemi gibi hareket eden bir adamın finaldeki duygusal kırılmasını ortaya koyma çabasında.

Bol diyaloglu senaryonun sürekli kendini hissettirdiği filmde yönetmen Danny Boyle'un dokunuşları filmi bir saat gibi işletiyor. Michael Fassbender ile Kate Winslet'ın Oscar aday listesine girmesi muhtemel performansları da Steve Jobs'u seyirlik kılan bir başka unsur.

DT'de perdeler kapanmayacak

$
0
0

Devlet Tiyatroları'nda (DT) sahne uygulayıcısı olarak çalışan işçiler, imza toplayarak oylamaya gitti ve greve ‘hayır' dedi.

Böylece sendikanın 12 Aralık'ta işçilerin greve gitmesi için aldığı karar kaldırıldı. DT'nin 12 ildeki sahnelerinde ışıkçı, sesçi, kondüvit, aksesuarcı, sahne makinisti ve figüran olarak görev yapan bin 150 işçi, kurumun ‘toplu iş sözleşmesi masasına oturmaması' sebebiyle 12 Aralık'ta grev yapacaktı. İşçilerden bir kısmı, grev kararının gözden geçirilmesi için imza topladı. Önceki gün yapılan oylamada, bugün başlaması beklenen grev kararı kaldırıldı.

Atilla Dorsay Yeşilçam'ı anlatıyor

$
0
0

Sinema eleştirmeni ve yazar Atilla Dorsay, 16 Aralık Çarşamba günü Akbank Sanat Söyleşileri kapsamında sinemaseverler ile buluşacak.

Dorsay, saat 19.00'da başlayacak söyleşide, Yeşilçam ünlüleri ile anılarını paylaşacak ve son kitabı Yeşilçam'dan 100 Portre'yi imzalayacak. Ücretsiz olarak yapılacak etkinlikte Atilla Dorsay'ın konuklara bir de sürprizi olacak. (0212 252 35 00)

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live