Ali Çolak, yaşadığımız ‘yalan ve talan yılları'nda yolsuzluğa, hukuksuzluğa, zulme karşı sesini çıkaramayan İslamcı aydınların trajik durumuna dikkat çekiyor. “Düşünüz geniş duble yollar, köprüler, makamlar mıydı?” diye soruyor.
Son iki yılda öyle hadiselerle karşılaştık ki “Sözün bittiği yer” denilip susuldu. Ali Çolak ise “Hayır! Söz bitmedi, söz bitmez!” deyip sesini yükseltenlerden. Çünkü o “İnce Sözler”in yazarı. Edebiyatın gücüne inanan bir dil ustası, denemeci... Son yıllarda iktidarın gitgide nobranlaşan diline, öfkesine, kabalığına; yaşanan hukuksuzluklara, zulme varan eza ve cefaya karşı Zaman'daki köşesinde çığlık gibi yazılar kaleme aldı. Bu yazılar “Ama Sözcükleri Götüremezler” adıyla kitaplaştı. Çolak'la kitabı vesile edip içinden geçmekte olduğumuz zamanları konuştuk.
-Daha evvel yayımlanmış kitaplarınızdan farklı bir yerde duruyor “Ama Sözcükleri Götüremezler”. Yine Ali Çolak'ın lirik üslubu ve sesiyle karşılaşıyoruz fakat gündem yoğunluklu yazılar... Bu kitap nasıl bir ihtiyaçtan doğdu?
Hemen herkesin, neredeyse toplumsal bir uzlaşmayla adına ‘süreç' dediği, benim ‘yalan ve talan yılları' diye andığım şu ilginç zamanlarda yazdığım kimi yazıları, edebiyat camiasından bazı arkadaşlar, dostlar eleştirdi. ‘Ali Çolak niye siyasi yazılar yazıyor, bu onun tarzı değil' diye. Bunu söyleyenler, sanırım edebiyatçının, ülkesinde olup biteni görmezden gelen biri olmasını istiyorlar, öyle tasavvur ediyorlar. Bunu kabullenmem, yazının doğasına aykırı. Aldığım edebî; terbiye buna müsaade etmez. Türkiye'de olup bitene, şehirlerin talanına, estetik fukaralığına, insan kıyımına nasıl sessiz kalabilirdim! İkincisi, son birkaç yıldır toplumun iktidara biat etmeyen bütün kesimlerine savaş açıldı; insanlar dışlanıp ötekileştirildi, incitildi. İktidarın gemisine binmemişseniz hayat hakkınız yok, yarınlardan umutlu olmanız mümkün değil. Aslında bu en baştan böyleydi de kimse fark etmedi.
-Ne zaman fark edilir olmaya başladı?
Siyasal İslamcılığın dili hep ayrıştırıcıdır: ‘biz ve ötekiler'... Öteki kötüdür, Batı düşmandır, kâfirdir. Nurcular pasiftir, filancalar komünisttir... Bu dilin keskin bir kılıç hâline dönüşmesi “Gezi” süreciyle başladı. 17/25 Aralık'tan sonra daha da keskinleşti. Muhalefet partilerinin çete ve terörist ilan edilmesine kadar vardı iş. Bu şu demek: Kendi iktidarlarına hizmet etmeyen herkes; partiler, gruplar, dernekler, medya ötekidir, mağlup edilmeleri, mümkünse de yok edilmeleri gerekir. Şimdi siz kendinizi vicdan sahibi bir insan yerine koyun ve bu yapılanlara ses çıkarmayın. Edebiyatın görevi tam da budur. Her devirde dünya edebiyatının evrensel metinleri haksızlığın, hukuksuzluğun, sömürünün karşısında olmuştur. Bütün ölümsüz metinler muhaliftir. Ben duyarlık alanlarını sıcak tutarak haksızlıklara, yalan ve talana tavır koymaya çalıştım. Hakikat, vicdan ve merhametin yanında durarak ince bir dille bu küstahlığı, hoyratlığı eleştirdim. Sadece insanın değil; tabiatın, zeytinliklerin, yaylaların, kesilen ağaçların hakkını savunan bir dil geliştirmeye çalıştım, çalışıyorum.
-Mesela çevre deyince, ağaç deyince “AKP'ye muhalefet etmek için bugün bunları yazıyorsunuz. Geçmişte bu konulara karşı duyarlılığınız yoktu.” diyenler çıkıyor mu size de?
Gezi'yle birlikte insanların ağaç, tabiat ve çevrenin yok edilişine duyarlıkları görünürlük kazandı. Ben bundan 20 sene önce, ceviz ağacımı kestiler, diye yazı yazdığımı hatırlıyorum. Bir tek ağacın bile kesilmesine isyan ettim. Onlarca yazım var bu konuda. Özgürlüklerin budanması alanına gelince Günsarısı kitabımı okuyanlar görecektir; 28 Şubat'ta dönemin ceberut generallerine karşı onlarca yazı yazmışım. Öfkeyle, ince ince edebiyatın diliyle direnerek... Kitapta örnekleri var. Üniversitelerde uygulanan faşizmi, başörtülülere karşı girişilen yok etme hareketini konu edinen metinler ortada duruyor. Dolayısıyla ‘Dün sesinizi çıkarmadınız' sözü baştan geçersiz.
-“Ama Sözcükleri Götürümezler” için bugünden çok yarına seslenen bir kitap diyebilir miyiz?
Evet, ben bu yazıları daha çok yarınlar için yazdım. Şimdilerde çokça kullanılan bir deyiş var: “Söz bitti, sözün bittiği yerdeyiz.” İtiraz ediyorum. Hayır! Söz bitmedi, bitmez! Biz bugün “Sokrates'in Savunması”nı açıp okuyorsak söz bitmemiştir, Emile Zola'nın Dreyfus Davası'nda yazdığı ‘Suçluyorum' mektubu bugün hâlâ bir şey söylüyorsa bize, söz tükenmez. Evet, bu metinler bugünden daha çok geleceğe emanet. 1930 ve 40'larda yapılan pek çok zulüm, sonradan inkâr edildi. Görecekseniz 5-10 sene sonra bugün yapılan zulüm de inkâr edilecek. Bu yazıları günce adı altında toplamamın sebebi buydu. Bunlar Türkiye'de oldu, yaşandı. Geleceğe kayıt bırakıyoruz ki yarın kalkıp birileri ‘hayır, uyduruyorsunuz' diye pişkinlik yapmaya kalktığında suratına çarpılsın. Bir de ‘Faşizm günlerinde neredeydin Ali Çolak?' derlerse, işte buradaydım diyebileyim.
-Hiç bunaldığınız, isyan ettiğiniz anlar olmadı mı? Bu duyguyu nasıl aştınız?
Evrensel edebî; metinlere giderek aştım. Mesela, Bediüzzaman'ın mektuplarını okudum bu dönemde. 1940'larda, 50'lerde yaşadığı zulümlere tek başına direnen, dünyaya meydan okuyan bir adamın cesaretini gördüm. Pablo Neruda'yı, Nazım Hikmet'i, Stefan Zweig'ı, Andrey Platonov'u okudum. Kabalığa, hoyratlığa, yıldırma hareketlerine karşı nasıl direnileceğini onlar bize öğretiyor. O metinleri okuyarak kendimi tamir etme imkânı buldum. Söz tükenmez, söz tükenmiyor. Edebiyatın belki de hayatımızda bu denli yer edişinin sebebi de bu. Zulmü yapanlar unutulup gidiyorlar -zulümler unutulmuyor, adları bir yere kaydoluyor- fakat edebî; verim -Sokrat'ın, Emile Zola'nın, Platonov'un metni gibi- bütün çağlarda parıldamaya devam ediyor. Bir de çok dua ediyor, bol bol türkü dinliyorum. Türküler insanın cesaretini artırıyor. Tavsiye ederim...
-İki yıldır yaşananları siz nasıl adlandırıyorsunuz?
En başta söyleyeyim, ‘yalan ve talan yılları...' Yalan, bir yönetme biçimi oldu Türkiye'de. Bu yaşananlar bir cemaat-hükümet, cemaat-filanca parti kavgası değil. Bunu ilk günden beri söyledim, söylüyorum. İlle de bir savaştan söz etmek gerekiyorsa, bu bir zümrenin hukukla, uygarlık değerleriyle giriştiği bir savaş. Siyasal iktidar, neredeyse toplumun tüm kesimleriyle savaş hâlinde. ‘Benden olmayanlara hayat hakkı tanımam' ve ‘Herkes benim gibi düşünmek zorundadır' anlayışı hâkim. Televizyondaki bir açık oturumda konuşana, bir gazete röportajında söz söyleyene ‘hükümete saldırdı' diyorlar. Aydınların görevi zaten hükümetleri eleştirmektir. Özal'ı nasıl eleştirmişti gazeteler, Demirel'e neler söylemişlerdi. Şimdi eleştiren herkese ‘vatan haini' deniyor. Vatanın sahibi siz misiniz, kim verdi bu vatanı size!
-Sürekli bir kavga ve nefret dili her yerde. Bu dille nasıl mücadele edilir? Nasıl bir üslup tutturmalı?
Sesinizi yükselterek bir hakikati insanların kalbine ulaştıramıyorsunuz; ancak onların düşüncelerini düşmanlıklarını kavî;leştiriyorsunuz. O zaman düşünüp sözü başka bir biçimde söylemek, başka bir yol bulmak gerekiyor. Bu dille bir yere varamayız. Edebiyat, sanat tam da bunun için var. Kabukları kırmak, ön yargıları dağıtmak için... İnsanların hassas olduğu bir yerinden, hakikatin nüfuz etmesini sağlamak gerek. Dilin kudreti burada ortaya çıkıyor. Büyük metinler, şiir bize bunu söylüyor. Fark ettiyseniz bu kitaptaki metinler baştan sona şiirle birlikte yürüyor. Kalbi bütünüyle taşlaşmamış olanların güzel söze karşı tahammülsüzlük gösteremeyeceği ihtimalinden hareket ediyor. Onun için bütün hoyratlıklara, aşağılamalara; akla, bilime, insanlık onurunu hiçe sayan uygulamalara karşı yine de estetikle, sözün marifetiyle mücadele etmek zorundayız.
-Bu süreçteki kavga hâli bir üslupsuzluk sorununu ortaya koydu. Başka nelere mal oldu?
Ne yazık ki dindarlar, muhafazakârlar kaybetti. Niye? Çünkü dindarlığı bir siyasal hareketin peşine taktılar, varlarını yoklarını onun için harcadılar. Vatanın, milletin dinin geleceğini o siyasal hareketin kaderiyle özdeşleştirdiler. Her şeyi bir partiden, bir adamdan bilmek... Geleceğini onun kaderiyle özdeşleştirmek... Bir anlamda şirktir . Dine, dindarlığa son yüz yılda verilmiş en büyük zarardır bu. Bunun acısını bugün yaşıyoruz. Yarın daha çok yaşayacağız.
-Niçin daha çok yaşayacağız?
Son üç-beş yıldır toplum, tarihinde olmadığı kadar siyasallaştı. Siyasal düşüncesini dinî; inançlarının ve hakikatlerin önüne koydu insanlar. Bugün kutsalı olmayan ama “dindar” olan bir kuşak yetişiyor. Siyasal iktidarın zehirlediği ve onun harekete geçirdiği, modellediği bir kuşak bu. Siyasal alanlarda üretilmiş olan diskuru kendine dil ediniyor ve bunun kendine yettiğini sanıyor. Bütün kaygısı siyasal başarıya, siyasal geleceğe odaklanmış bir gençlik... Kültür, sanat, edebiyat, felsefe, ilgi alanlarında yok. Bir tek şey var. Güçlü olmak, her şeye sahip olmak. Kendisini eleştiren grupları yok etmek... Polat Alemdar sadece bir televizyon figürü değildi, bugün iktidarda. İhale alarak, zengin olarak ve sürekli iktidarda kalarak var olacaklarını zannediyorlar. Bilim, sanat ve eğitimden söz etmiyor kimse. Sloganlar yetip artıyor. Böyle nereye kadar gideceğiz?
-Sadece gençler mi Erdoğan'a göre hiza alıyor? Gazetecileri, akademisyenleri, edebiyatçıları nereye koyuyorsunuz?
Maalesef düşüncenin, fikrin namusunu kirletiyorlar. Adının başında profesör olan, kırk yıllık öykücü, yazar, akademisyen olan insanlar toplumun kendilerine verdiği emeği ve saygınlığı heba ediyor. İktidarın yanlışlarını eleştiremiyorlar. Bazı şeylerin yanlış yapıldığını saygılıca dile getirebilirler. O bile yok! Çünkü makam ve para sahibi oldular. Başka zaman hayal bile edemeyecekleri yerlere geldiler. Bu saltanatın yıkılmasını istemiyorlar.
-‘Dindarlar kaybetti' derken muhafazakâr aydınları mı kastediyorsunuz?
Okur-yazar muhafazakarlarının ufuk sorunu olduğunu gördü Türkiye. Bunu çok şükür ki fark ettik! Demek ki Türk muhafazakârlığının meselesi şuymuş: Geniş duble yollar, köprüler, hızlı tren; başörtülü olarak doktorluk ve öğretmenlik yapabilmek, büyük kubbeli, minareli camiler inşa etmek... Bunlar yapılıyorsa, hırsızlık, yolsuzluk, adam kayırma, rüşvet hoş görülebilir. Bazı dindarlara yapılan zulüm görmezden gelinebilir! Peki, eğitim, kültür, ahlâk... İnsanların dinden, dindarlıktan nefret eder hâle gelişi... Dindar insanlar çeşitli makamlara gelmişlerse ‘medeniyet projesi' gerçekleşiyor, öyle mi! Neyin üzerine oturuyor bu medeniyet? Yalan ve zulüm üzerine... Hayırlı olsun, troll diliyle konuşan medeniyetleri! Muhafazakâr aydınların hülyası, düşü bu muydu? İyi makamlara geldiler, iyi paralar kazanıyorlar, şoförleri var... Yani yeryüzü cenneti gerçekleşti mi artık?
-Bu soruya sizin cevabınız nedir?
Pek çok edebiyatçı, akademisyen bile isteye, koşa koşa siyasal iktidarın mücadelesinin koltuk değneği olmaya gönüllü yazıldı. Ben bunu kendini yok ediş olarak görüyorum. Sanırım o arkadaşlar şöyle görüyorlar: Son Türk İslam devleti yıkılıyor, gün bugündür, koşalım buna müsaade etmeyelim. Onun düşmanlarıyla savaşalım. Bu çok irreel bir durum. Ortada yolsuzluğa, hukuksuzluğa bulaşmış bir siyasal iktidar ve onun hukuka, evrensel değerlere açtığı bir savaş var. Türk devletine birşey olmuyor. İktidar savaşını meşrulaştırmak için pek çok alandan asker devşiriyor. Bu insanlar da gönüllü olarak asker yazıldılar. Şu dönemde muhafazakâr İslamcı, sağcı okur-yazarların (aydın dersek, bu kavrama ve gerçek aydınlara haksızlık etmiş oluruz) aslında ne kadar da ucuza gittiklerini kederle seyrediyoruz.
-Daha evvel sevip saydığınız, ortak mekânlarda bir araya geldiğiniz bu isimlerin -dostların!- düşmanca bir tutum içine girmeleri sizi üzüyor mu?
Açıkçası bunu hiç önemsemiyorum. Bu olaylar başladığında “Allah'ım bana bu arkadaşların, tanıdıklarımın adlarını unuttur.” diye dua ettim. İnanır mısınız pek çoğunun adını unuttum. Unutamadıklarım var, onları da unutmak istiyorum. Onlar hakkında hiçbir düşmanlık beslemiyorum; ama yüzlerini de görmek istemiyorum. İçinden çıktığı topluluğa ya da daha önce selam verdiği, dostluk kurduğu insanlara ‘terörist' diyenlerle görüşmek ve adlarını anmak istemiyorum. Hak etmiyorlar çünkü.
-‘Cemaatin hiç mi hatası yok?' diyenlere cevabınız...
Önce bunların iyi niyetinden emin olmalı. Hataya gelince... Camiaya gönül veren insanlar da bu toplumun insanı. Bu topraklardaki bütün zihinsel maluliyetler onlarda da var az yada çok. Herkes mükemmel, yalnız cemaattekiler kusurlu değil. 17 Aralık sonrasındaki AKP zulmü cemaat için bir Rönesans oldu. Demokrasinin, insan haklarının, ötekinin acısının ne olduğunu düşünmeye başladı insanlar. Bu açıdan çok faydalı bir süreçti. Mehmet Ali Birand yıllar önce yazmıştı. Cemaate, onun dışındaki odaklar, haddinin üstünde bir güç yükleyip onu bir heyula hâline getiriyordu. ‘Bir gün herkes, her olanı onlardan bilecek' demeye getiriyordu Birand. Bunlar yapılırken cemaatteki insanlar bu tehlikeyi görüp ‘Hayır, bizim bu işlerle ilgimiz yok, bizim adımıza ortalıkta güç gösterisi yapan bizden değildir' diyemedi. Dediyse de duyulmadı. İkincisi, birtakım hadiselere -7 Şubat gibi- zamanında aydınlatıcı cevaplar verilemedi. Haddinden fazla AKP yakınlaşmasına girmiyorum. Medya gücüne rağmen birçok iftiranın bertaraf edilememesi trajiktir. Camianın profesyonel bir PR desteğine ihtiyacı var bence.
-Tekrar kitaba dönecek olursak... İthaf bölümü “Talan edilmiş ormanlara, peşkeş çekilmiş sahillere...” diye uzayıp gidiyor. Sizde çevre duyarlılığının kaynağı nedir?
Bediüzzaman'ın üzerinde çok durduğu, aslında dinin bize öğrettiği bir şey var. Yeryüzündeki her varlıkta Allah'ın sayısız ismi tecelli ediyor. Bir tanesini yok ettiğimizde yeryüzündeki tecellilere zarar veriyoruz. Müslümanlar çevreye böyle bakmak zorunda. Hiçbir siyasal iktidarın Türkiye'de çevre diye bir meselesi olmadı ne yazık ki. Sürekli kazmak, yol açmak, ağaç kesmek, dağları yarmakla uğraştılar. Yaşamayı bilmeyen, hayattan zevk almayı beceremeyen bir topluluk oluşumuza üzülüyorum.
HAYIR! O İNSANLAR TERÖRİST DEĞİLDİR
Cemaat dediğimiz topluluk içerisinde benim 35 yıldır tanıdığım pek çok insan var. Liseyi bitirdiğimde solcu bir gençtim. 12 Eylül öncesi duvarlara sol sloganlar yazardım, hayatım öyle devam edebilirdi. Bugün geldiğim noktada o hassasiyetleri ve o düşünceleri unutmuş, dışlamış değilim. Dilimi, üslubumu, evrensel bakışımı da sol edebiyata borçluyum diyebilirim. Fakat ben hayatımın bir yerinde bugün haksızca üzerine gidilen insanlarla tanıştım. Onları sevdim. Onların dürüstlüğüne, riyasızlığına, yerliliğine hayran kaldım. Bu insanlarla arkadaşlık ettim, ekmeklerini paylaştım. Günün birinde bu insanlara bin türlü sıfat yüklendi. Şeytanlaştırıldılar. Aralarında tanıdığım pek çok insan arsızca yaftalandı. Burada benim söyleyecek bir sözümün olması gerekirdi. Hayır, o insanlar öyle değiller! Onlar millete, bu ülkenin çocuklarına hizmet götürürken evinin yolunu unutan insanlar... 28 Şubat'ta aman imam hatipler kapatılmasın diye Anadolu'da köy köy gezip öğrenci toplamış insanlar... Bunun reklamını yapmadılar, pek kimse bilmez. Cemaat denilen bu topluluk kazandığı parayı çarçur etmek, kat üstüne kat yığmak, her yıl koltuk ve perde değiştirmek yerine Anadolu'nun küçük kasabalarında yurt yapmayı, okul açmayı, burs verip öğrenci okutmayı kendine dert edindi. Sonra dünyaya açılmış insanlar bunlar. Öfkemin temelinde bu var. Hayır, onlar terörist değildir. Onlar, bu ülkenin herkes kadar sahibidir, diyorum.
CEMAAT, TÜRKİYE İÇİN HÂLÂ BİR ŞANS
Cemaat denilen topluluk aslında Türkiye'nin hâlâ şansıdır. Çünkü adamakıllı yerlidir. Yabancı hiçbir fikir cereyanından etkilenmemiştir, örnekleri bu topraklardandır. Dünyanın en yerli hormonsuz İslami hareketlerinden biridir cemaat. İkincisi, bilimle barışık yeryüzündeki ender İslami harekettir. Bu camia, bu ülkede bilimi dert edindi, biliyor musunuz! Türkiye'de lise düzeyinde bilim yapılabileceğini gösterdi Hizmet hareketinin kurduğu okullar. Dünyaya açıldı Anadolu insanı, en uygar ülkelerde okullar kurup o ülkenin okullarıyla boy ölçüşen bir eğitim modeli kurmayı başardı. Türkiye'nin 80 yılda yapabildiği en güzel şeylerden biriydi bu. Şimdi bu güzelliği kurutuyorlar. Hizmet'in insan modelini ben biraz da espriyle şöyle özetliyorum: Teheccüd namazı kılan bir NASA uzmanı! Yahut Faocault, Rilke ve Neruda ile Bediüzzaman'ı birlikte okuyan aydınlık bir kafa... Bediüzzaman'la Platonov'u aynı cümlede kullanabilen bir evrensellik... Şimdi bu topluluğa savaş açtığınızda Türkiye'nin inanmış evrensel kanadını yok etmiş oluyorsunuz. Elbette yok edemeyecekler. Sosyolojiyle savaşılmaz.
(Kaynak: Aksiyon)