Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Boğaziçi Film Festivali filmleri bekliyor

$
0
0

20-27 Kasım arasında düzenlenecek Uluslararası Boğaziçi Film Festivali'ne başvurular başladı.

Henüz iki yılı geride bırakmasına rağmen Türkiye'nin festival takvimi içinde önemli bir yer edinen Boğaziçi Film Festivali, dünya sineması seçkisi, özel gösterim bölümleri, söyleşiler, atölye çalışmaları ve özellikle kısa filme verdiği yapım destek fonu ile öne çıkıyor. Festivalin gelenekselleşen Ahmet Uluçay Büyük Ödülü 50 bin TL. Bu yıl uluslararası uzun metraj filmlerin de yarışacağı festivalde geçen yılların gösterim başlıkları da korunuyor. 26 farklı dalda ödül verilecek festivalde en iyi uzun film 50 bin dolar, en iyi yönetmen 5 bin dolar; senaryo, görüntü yönetmeni, erkek oyuncu ve kadın oyuncu ödülleri ise 2 bin 500'er dolar. Ulusal kısa ve belgesel film ödülleri 15'er bin TL, uluslararası kısa ve belgesel ödülleri ise 10'ar bin TL. İzleyici ödülü de 5 bin TL olacak. Son başvuru 2 Kasım'da. (www.bogazicifilmfestivali.com)


Mustang, Fransa'nın Oscar adayı

$
0
0

Deniz Gamze Ergüven'in ilk uzun metraj filmi Mustang, Fransa'nın Oscar adayı oldu.

Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali'nde yapan Türkiye-Almanya-Fransa ortak yapımı film, Fransız filmi olarak 88. Akademi Ödülleri'nde Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü'nün aday adayı seçildi. Mustang, 21. Saraybosna Film Festivali'nde en iyi film ve kadın oyuncu ödüllerinin de sahibi olmuştu. Karadeniz'de bir sahil kasabasında yaşayan beş yetim kız kardeşin yaşadıkları toplum baskısı ve bu baskılarla olan mücadelelerinin anlatıldığı filmde Lale ve kardeşleri, oynadıkları bir oyun sonrası halalarından sert bir tepki alır ve ev hapsine mahkum olurlar. Bu durum öyle bir hal alır ki, kızlar için evlilik planları bile yapılmaya başlanır. Ancak beş kardeş üzerlerinde kurulan bu baskıları yenip özgürlüklerine kavuşmak için yeni yollar arayacaktır. Başlıca rollerini Güneş Şensoy, Doğa Doğuşlu, Elit İşcan, Tuğba Sunguroğlu ve İlayda Akdoğan'ın paylaştığı film, Türkiye'de 23 Ekim'de gösterime girecek.

Tahran çağdaş sanatı İstanbul'a geliyor

$
0
0

Bu yıl, onuncu yaşını kutlayan çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul (CI), 12-15 Kasım arasında İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda gerçekleştirilecek.

Her yıl olduğu gibi, dünyanın pek çok ülkesinden 100'ün üzerinde galeriyi İstanbul'da ağırlayan CI, “Contemporary Tehran” (Tahran'dan Çağdaş Sanat) adı altında gerçekleştirilecek ‘Focus' bölümü İran'ın çağdaş sanatına özel bir yer açıyor. Assar Gallery, Aaran Gallery, Dastan's Basement, Lajevardi Foundation- New Media Society ve Shirin Gallery gibi sanat galerilerinin yer alacağı Contemporary Tehran bölümünde, İran'ın önde gelen sanatçılarından Nasser Bakhshi, Babak Roshaninejad, Ali Akbar Sadeghi, Moreshin Allahyari ve Houman Mortazavi'nin eserleri de sergilenecek.

CI'ya, İran ile birlikte 24 ülkeden 102 sanat galerisi katılıyor. 23'ünün ilk defa yer alacağı katılımcı galerileri, CI Artistik danışmanı Marc-Olivier Wahler, koleksiyoner Natalie Mamane Cohen, koleksiyoner ve küratör Freda Rozenbaum Uziyel ve The Empire Project kurucusu Kerimcan Güleryüz'den oluşan seçici kurul tarafından belirlendi. Fuarda, yeni medya sanatlarına yer veren Plugin bölümü, Dr. Ebru Yetişkin küratörlüğünde ‘X-Change' temasıyla hazırlandı. Plugin Yeni Medya Bölümü'nün katılımcılar arasında; DAM Gallery (Berlin), Pearl Lam Galleries (Hong Kong), Lajevardi Foundation - New Media Society (Tahran), LICHT FELD Gallery (Basel), Galeri Zilberman (Istanbul) yer alıyor.

Dünyanın filmi Filmekimi'nde

$
0
0

İstanbullu sinemaseverlerin ‘güz festivali' Filmekimi bu yıl da dünya sinemasından birçok filmi vizyondan önce Türkiye'ye getiriyor.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen 14. Filmekimi, bu yıl 3-11 Ekim arasında gerçekleştirilecek. İlk gösterimleri Sundance, Berlin, Cannes, Venedik, Toronto gibi film festivallerinde yapılan ödüllü 46 yapım, sekiz gün boyunca Atlas, Beyoğlu, Ortaköy Feriye ve Kadıköy Rexx sinemasında gösterilecek. Etkinlikte yabancı filmlerin yanı sıra, Can Evrenol'un 40. Toronto Film Festivali'nde övgüyle karşılanan Baskın filmiyle Saraybosna'da en iyi film ödülünü kazanan, Fransa'nın Oscar adayı Mustang de gösterilecek. Bayram telaşına bir katkıda bulunup sizin için Filmekimi'nden seçki yaptık...

THE CLUB:Şili'nin Oscar adayı Kulüp; Pablo Larraín'in en sert ve tavizsiz filmi. Katolik Kilisesi'ni yerden yere vuran film, mizahi bir bakışı da elden bırakmıyor. Küçük bir sahil kasabasında, gözlerden uzakta bir evde yaşayan dört eski rahibin kurduğu düzen, gözden düşmüş bir rahibin ‘kulüp'e katılmasıyla çatırdamaya başlar.

THE LOBSTER: Sıradışı filmlerin yönetmeni Yorgos Lanthimos, ilk İngilizce filminde de çizgisini bozmuyor. Yıldız oyuncuların yer aldığı film, bekar olmanın suç sayıldığı ve cezalandırıldığı bir dünyada, karısı tarafından terk edilen bir adamı anlatıyor.

SAUL'UN OĞLU: Bu yıl Cannes'da büyük ödülü alamasa da ‘Altın Palmiyelik' bir film Saul'un Oğlu. Bildik soykırım filmlerinden farklı bir yerde duran Macaristan'ın Oscar adayı, Auschwitz kampındaki Saul Ausländer'in iki gününe tanıklık ediyor.

DAĞLAR UZAKLAŞTIĞINDA:Çin sinemasının ustalarından Jia Zhang-Ke'nin son filmi, parçalanan bir aile üzerinden, 1999'dan 2025'e uzanan bir süreçte Çin'in ekonomik, toplumsal ve kültürel dönüşümünü ele alıyor.

NAHİD:İran'ın yeni nesil kadın yönetmenlerinden İda Panahande'nin filminde, 10 yaşındaki oğluyla yaşayan Nahid, oğlunun velayetini almak için uğraşır. Eski kocası, velayeti vermek için Nahid'den bir daha evlenmemesini ister. Başka bir adamla görüşen Nahid, oğlu ile kendi hayatı arasında tercih yapmak zorunda kalır.

CADI: Robert Eggers'in ilk uzun metrajlı filmi 1630 yılında geçiyor. Ormanın içinde yaşayan yaşayan bir çiftin yeni doğan oğulları kaybolup ekinleri de solunca, aile inançları ile korku ve kaygıları arasında kalır. Birbirlerini suçlamaya başladıklarında ise bambaşka bir kötülüğün hedefi olurlar.

BASKIN: Son yıllarda cinlere ve perilere esir olan korku sinemamıza taze bir soluk aldırmaya aday Baskın, beş polisin gece devriyesi sırasında gelen bir yardım çağrısı üzerine destek için gittikleri terk edilmiş tarihi bir Osmanlı karakolunda yaşadıklarını anlatıyor.

İNSANIN DEĞERİ: Sinemanın ‘hayali' sorunlardan ziyade gerçek dertlere odaklandığının örneklerinden. Cannes ödüllü film, iki yıldır iş arayan 51 yaşındaki Thierry üzerinden günümüzdeki toplumsal, ahlaki ve sınıfsal değerleri ele alıyor ve sert bir kapitalizm eleştirisine soyunuyor.

HAZİNE: Yoğun ve ‘ağır' bir program arasında biraz gülümsemek ve kendinizi iyi hissetmek isterseniz Hazine iyi bir fırsat. Yeni Romen sinemasının gözde isimlerinden Corneliu Porumboiu'nun filminde Adrian bir akşam, komşusu Costi ile bir sırrını paylaşır: Büyükbabasının bahçesinde gömülü bir define vardır...

İNATÇILAR: Biraz da ‘kuzey'e gidelim derseniz İzlandalı iki inatçı kardeşin yaşadıkları size aradığınız huzuru verebilir. Gözlerden uzakta bir vadide yaşayan Gummi ve Kiddi, yan yana çiftliklerde, nesillerdir ödüllü koyunlar yetiştirir. Ama iki kardeş neredeyse 40 yıldır hiç konuşmamıştır. Kiddi'nin koyunları bulaşıcı bir hastalık yüzünden telef olmaya başlayınca, kardeşler işbirliği yapmaya razı olur.

Haftaiçi gündüz seansları 7 TL

3-11 Ekim arasında İstanbul'da düzenlenecek Filmekimi, Ankara, İzmir, Trabzon, Bursa ve Edirne'de de sinemaseverlerle buluşacak. Haftaiçi gündüz seansları (11.00, 13.30, 16.00) 7 TL, haftaiçi 19.00 ile haftasonu tüm seanslar tam 17 TL ve indirimli 12 TL. 21.30 seanslarındaki gösterimler ise indirimsiz 17 TL olacak. Geçtiğimiz Cumartesi satışa çıkan Biletler, biletix satış noktaları ile Atlas ve Rexx sinemalarından temin edilebilir.

Ali Çolak: Muhafazakâr aydınların hülyası bu muydu?

$
0
0

Ali Çolak, yaşadığımız ‘yalan ve talan yılları'nda yolsuzluğa, hukuksuzluğa, zulme karşı sesini çıkaramayan İslamcı aydınların trajik durumuna dikkat çekiyor. “Düşünüz geniş duble yollar, köprüler, makamlar mıydı?” diye soruyor.

Son iki yılda öyle hadiselerle karşılaştık ki “Sözün bittiği yer” denilip susuldu. Ali Çolak ise “Hayır! Söz bitmedi, söz bitmez!” deyip sesini yükseltenlerden. Çünkü o “İnce Sözler”in yazarı. Edebiyatın gücüne inanan bir dil ustası, denemeci... Son yıllarda iktidarın gitgide nobranlaşan diline, öfkesine, kabalığına; yaşanan hukuksuzluklara, zulme varan eza ve cefaya karşı Zaman'daki köşesinde çığlık gibi yazılar kaleme aldı. Bu yazılar “Ama Sözcükleri Götüremezler” adıyla kitaplaştı. Çolak'la kitabı vesile edip içinden geçmekte olduğumuz zamanları konuştuk.

-Daha evvel yayımlanmış kitaplarınızdan farklı bir yerde duruyor “Ama Sözcükleri Götüremezler”. Yine Ali Çolak'ın lirik üslubu ve sesiyle karşılaşıyoruz fakat gündem yoğunluklu yazılar... Bu kitap nasıl bir ihtiyaçtan doğdu?

Hemen herkesin, neredeyse toplumsal bir uzlaşmayla adına ‘süreç' dediği, benim ‘yalan ve talan yılları' diye andığım şu ilginç zamanlarda yazdığım kimi yazıları, edebiyat camiasından bazı arkadaşlar, dostlar eleştirdi. ‘Ali Çolak niye siyasi yazılar yazıyor, bu onun tarzı değil' diye. Bunu söyleyenler, sanırım edebiyatçının, ülkesinde olup biteni görmezden gelen biri olmasını istiyorlar, öyle tasavvur ediyorlar. Bunu kabullenmem, yazının doğasına aykırı. Aldığım edebî; terbiye buna müsaade etmez. Türkiye'de olup bitene, şehirlerin talanına, estetik fukaralığına, insan kıyımına nasıl sessiz kalabilirdim! İkincisi, son birkaç yıldır toplumun iktidara biat etmeyen bütün kesimlerine savaş açıldı; insanlar dışlanıp ötekileştirildi, incitildi. İktidarın gemisine binmemişseniz hayat hakkınız yok, yarınlardan umutlu olmanız mümkün değil. Aslında bu en baştan böyleydi de kimse fark etmedi.

-Ne zaman fark edilir olmaya başladı?

Siyasal İslamcılığın dili hep ayrıştırıcıdır: ‘biz ve ötekiler'... Öteki kötüdür, Batı düşmandır, kâfirdir. Nurcular pasiftir, filancalar komünisttir... Bu dilin keskin bir kılıç hâline dönüşmesi “Gezi” süreciyle başladı. 17/25 Aralık'tan sonra daha da keskinleşti. Muhalefet partilerinin çete ve terörist ilan edilmesine kadar vardı iş. Bu şu demek: Kendi iktidarlarına hizmet etmeyen herkes; partiler, gruplar, dernekler, medya ötekidir, mağlup edilmeleri, mümkünse de yok edilmeleri gerekir. Şimdi siz kendinizi vicdan sahibi bir insan yerine koyun ve bu yapılanlara ses çıkarmayın. Edebiyatın görevi tam da budur. Her devirde dünya edebiyatının evrensel metinleri haksızlığın, hukuksuzluğun, sömürünün karşısında olmuştur. Bütün ölümsüz metinler muhaliftir. Ben duyarlık alanlarını sıcak tutarak haksızlıklara, yalan ve talana tavır koymaya çalıştım. Hakikat, vicdan ve merhametin yanında durarak ince bir dille bu küstahlığı, hoyratlığı eleştirdim. Sadece insanın değil; tabiatın, zeytinliklerin, yaylaların, kesilen ağaçların hakkını savunan bir dil geliştirmeye çalıştım, çalışıyorum.

-Mesela çevre deyince, ağaç deyince “AKP'ye muhalefet etmek için bugün bunları yazıyorsunuz. Geçmişte bu konulara karşı duyarlılığınız yoktu.” diyenler çıkıyor mu size de?

Gezi'yle birlikte insanların ağaç, tabiat ve çevrenin yok edilişine duyarlıkları görünürlük kazandı. Ben bundan 20 sene önce, ceviz ağacımı kestiler, diye yazı yazdığımı hatırlıyorum. Bir tek ağacın bile kesilmesine isyan ettim. Onlarca yazım var bu konuda. Özgürlüklerin budanması alanına gelince Günsarısı kitabımı okuyanlar görecektir; 28 Şubat'ta dönemin ceberut generallerine karşı onlarca yazı yazmışım. Öfkeyle, ince ince edebiyatın diliyle direnerek... Kitapta örnekleri var. Üniversitelerde uygulanan faşizmi, başörtülülere karşı girişilen yok etme hareketini konu edinen metinler ortada duruyor. Dolayısıyla ‘Dün sesinizi çıkarmadınız' sözü baştan geçersiz.

-“Ama Sözcükleri Götürümezler” için bugünden çok yarına seslenen bir kitap diyebilir miyiz?

Evet, ben bu yazıları daha çok yarınlar için yazdım. Şimdilerde çokça kullanılan bir deyiş var: “Söz bitti, sözün bittiği yerdeyiz.” İtiraz ediyorum. Hayır! Söz bitmedi, bitmez! Biz bugün “Sokrates'in Savunması”nı açıp okuyorsak söz bitmemiştir, Emile Zola'nın Dreyfus Davası'nda yazdığı ‘Suçluyorum' mektubu bugün hâlâ bir şey söylüyorsa bize, söz tükenmez. Evet, bu metinler bugünden daha çok geleceğe emanet. 1930 ve 40'larda yapılan pek çok zulüm, sonradan inkâr edildi. Görecekseniz 5-10 sene sonra bugün yapılan zulüm de inkâr edilecek. Bu yazıları günce adı altında toplamamın sebebi buydu. Bunlar Türkiye'de oldu, yaşandı. Geleceğe kayıt bırakıyoruz ki yarın kalkıp birileri ‘hayır, uyduruyorsunuz' diye pişkinlik yapmaya kalktığında suratına çarpılsın. Bir de ‘Faşizm günlerinde neredeydin Ali Çolak?' derlerse, işte buradaydım diyebileyim.

-Hiç bunaldığınız, isyan ettiğiniz anlar olmadı mı? Bu duyguyu nasıl aştınız?

Evrensel edebî; metinlere giderek aştım. Mesela, Bediüzzaman'ın mektuplarını okudum bu dönemde. 1940'larda, 50'lerde yaşadığı zulümlere tek başına direnen, dünyaya meydan okuyan bir adamın cesaretini gördüm. Pablo Neruda'yı, Nazım Hikmet'i, Stefan Zweig'ı, Andrey Platonov'u okudum. Kabalığa, hoyratlığa, yıldırma hareketlerine karşı nasıl direnileceğini onlar bize öğretiyor. O metinleri okuyarak kendimi tamir etme imkânı buldum. Söz tükenmez, söz tükenmiyor. Edebiyatın belki de hayatımızda bu denli yer edişinin sebebi de bu. Zulmü yapanlar unutulup gidiyorlar -zulümler unutulmuyor, adları bir yere kaydoluyor- fakat edebî; verim -Sokrat'ın, Emile Zola'nın, Platonov'un metni gibi- bütün çağlarda parıldamaya devam ediyor. Bir de çok dua ediyor, bol bol türkü dinliyorum. Türküler insanın cesaretini artırıyor. Tavsiye ederim...

-İki yıldır yaşananları siz nasıl adlandırıyorsunuz?

En başta söyleyeyim, ‘yalan ve talan yılları...' Yalan, bir yönetme biçimi oldu Türkiye'de. Bu yaşananlar bir cemaat-hükümet, cemaat-filanca parti kavgası değil. Bunu ilk günden beri söyledim, söylüyorum. İlle de bir savaştan söz etmek gerekiyorsa, bu bir zümrenin hukukla, uygarlık değerleriyle giriştiği bir savaş. Siyasal iktidar, neredeyse toplumun tüm kesimleriyle savaş hâlinde. ‘Benden olmayanlara hayat hakkı tanımam' ve ‘Herkes benim gibi düşünmek zorundadır' anlayışı hâkim. Televizyondaki bir açık oturumda konuşana, bir gazete röportajında söz söyleyene ‘hükümete saldırdı' diyorlar. Aydınların görevi zaten hükümetleri eleştirmektir. Özal'ı nasıl eleştirmişti gazeteler, Demirel'e neler söylemişlerdi. Şimdi eleştiren herkese ‘vatan haini' deniyor. Vatanın sahibi siz misiniz, kim verdi bu vatanı size!

-Sürekli bir kavga ve nefret dili her yerde. Bu dille nasıl mücadele edilir? Nasıl bir üslup tutturmalı?

Sesinizi yükselterek bir hakikati insanların kalbine ulaştıramıyorsunuz; ancak onların düşüncelerini düşmanlıklarını kavî;leştiriyorsunuz. O zaman düşünüp sözü başka bir biçimde söylemek, başka bir yol bulmak gerekiyor. Bu dille bir yere varamayız. Edebiyat, sanat tam da bunun için var. Kabukları kırmak, ön yargıları dağıtmak için... İnsanların hassas olduğu bir yerinden, hakikatin nüfuz etmesini sağlamak gerek. Dilin kudreti burada ortaya çıkıyor. Büyük metinler, şiir bize bunu söylüyor. Fark ettiyseniz bu kitaptaki metinler baştan sona şiirle birlikte yürüyor. Kalbi bütünüyle taşlaşmamış olanların güzel söze karşı tahammülsüzlük gösteremeyeceği ihtimalinden hareket ediyor. Onun için bütün hoyratlıklara, aşağılamalara; akla, bilime, insanlık onurunu hiçe sayan uygulamalara karşı yine de estetikle, sözün marifetiyle mücadele etmek zorundayız.

-Bu süreçteki kavga hâli bir üslupsuzluk sorununu ortaya koydu. Başka nelere mal oldu?

Ne yazık ki dindarlar, muhafazakârlar kaybetti. Niye? Çünkü dindarlığı bir siyasal hareketin peşine taktılar, varlarını yoklarını onun için harcadılar. Vatanın, milletin dinin geleceğini o siyasal hareketin kaderiyle özdeşleştirdiler. Her şeyi bir partiden, bir adamdan bilmek... Geleceğini onun kaderiyle özdeşleştirmek... Bir anlamda şirktir . Dine, dindarlığa son yüz yılda verilmiş en büyük zarardır bu. Bunun acısını bugün yaşıyoruz. Yarın daha çok yaşayacağız.

-Niçin daha çok yaşayacağız?

Son üç-beş yıldır toplum, tarihinde olmadığı kadar siyasallaştı. Siyasal düşüncesini dinî; inançlarının ve hakikatlerin önüne koydu insanlar. Bugün kutsalı olmayan ama “dindar” olan bir kuşak yetişiyor. Siyasal iktidarın zehirlediği ve onun harekete geçirdiği, modellediği bir kuşak bu. Siyasal alanlarda üretilmiş olan diskuru kendine dil ediniyor ve bunun kendine yettiğini sanıyor. Bütün kaygısı siyasal başarıya, siyasal geleceğe odaklanmış bir gençlik... Kültür, sanat, edebiyat, felsefe, ilgi alanlarında yok. Bir tek şey var. Güçlü olmak, her şeye sahip olmak. Kendisini eleştiren grupları yok etmek... Polat Alemdar sadece bir televizyon figürü değildi, bugün iktidarda. İhale alarak, zengin olarak ve sürekli iktidarda kalarak var olacaklarını zannediyorlar. Bilim, sanat ve eğitimden söz etmiyor kimse. Sloganlar yetip artıyor. Böyle nereye kadar gideceğiz?

-Sadece gençler mi Erdoğan'a göre hiza alıyor? Gazetecileri, akademisyenleri, edebiyatçıları nereye koyuyorsunuz?

Maalesef düşüncenin, fikrin namusunu kirletiyorlar. Adının başında profesör olan, kırk yıllık öykücü, yazar, akademisyen olan insanlar toplumun kendilerine verdiği emeği ve saygınlığı heba ediyor. İktidarın yanlışlarını eleştiremiyorlar. Bazı şeylerin yanlış yapıldığını saygılıca dile getirebilirler. O bile yok! Çünkü makam ve para sahibi oldular. Başka zaman hayal bile edemeyecekleri yerlere geldiler. Bu saltanatın yıkılmasını istemiyorlar.

-‘Dindarlar kaybetti' derken muhafazakâr aydınları mı kastediyorsunuz?

Okur-yazar muhafazakarlarının ufuk sorunu olduğunu gördü Türkiye. Bunu çok şükür ki fark ettik! Demek ki Türk muhafazakârlığının meselesi şuymuş: Geniş duble yollar, köprüler, hızlı tren; başörtülü olarak doktorluk ve öğretmenlik yapabilmek, büyük kubbeli, minareli camiler inşa etmek... Bunlar yapılıyorsa, hırsızlık, yolsuzluk, adam kayırma, rüşvet hoş görülebilir. Bazı dindarlara yapılan zulüm görmezden gelinebilir! Peki, eğitim, kültür, ahlâk... İnsanların dinden, dindarlıktan nefret eder hâle gelişi... Dindar insanlar çeşitli makamlara gelmişlerse ‘medeniyet projesi' gerçekleşiyor, öyle mi! Neyin üzerine oturuyor bu medeniyet? Yalan ve zulüm üzerine... Hayırlı olsun, troll diliyle konuşan medeniyetleri! Muhafazakâr aydınların hülyası, düşü bu muydu? İyi makamlara geldiler, iyi paralar kazanıyorlar, şoförleri var... Yani yeryüzü cenneti gerçekleşti mi artık?

-Bu soruya sizin cevabınız nedir?

Pek çok edebiyatçı, akademisyen bile isteye, koşa koşa siyasal iktidarın mücadelesinin koltuk değneği olmaya gönüllü yazıldı. Ben bunu kendini yok ediş olarak görüyorum. Sanırım o arkadaşlar şöyle görüyorlar: Son Türk İslam devleti yıkılıyor, gün bugündür, koşalım buna müsaade etmeyelim. Onun düşmanlarıyla savaşalım. Bu çok irreel bir durum. Ortada yolsuzluğa, hukuksuzluğa bulaşmış bir siyasal iktidar ve onun hukuka, evrensel değerlere açtığı bir savaş var. Türk devletine birşey olmuyor. İktidar savaşını meşrulaştırmak için pek çok alandan asker devşiriyor. Bu insanlar da gönüllü olarak asker yazıldılar. Şu dönemde muhafazakâr İslamcı, sağcı okur-yazarların (aydın dersek, bu kavrama ve gerçek aydınlara haksızlık etmiş oluruz) aslında ne kadar da ucuza gittiklerini kederle seyrediyoruz.

-Daha evvel sevip saydığınız, ortak mekânlarda bir araya geldiğiniz bu isimlerin -dostların!- düşmanca bir tutum içine girmeleri sizi üzüyor mu?

Açıkçası bunu hiç önemsemiyorum. Bu olaylar başladığında “Allah'ım bana bu arkadaşların, tanıdıklarımın adlarını unuttur.” diye dua ettim. İnanır mısınız pek çoğunun adını unuttum. Unutamadıklarım var, onları da unutmak istiyorum. Onlar hakkında hiçbir düşmanlık beslemiyorum; ama yüzlerini de görmek istemiyorum. İçinden çıktığı topluluğa ya da daha önce selam verdiği, dostluk kurduğu insanlara ‘terörist' diyenlerle görüşmek ve adlarını anmak istemiyorum. Hak etmiyorlar çünkü.

-‘Cemaatin hiç mi hatası yok?' diyenlere cevabınız...

Önce bunların iyi niyetinden emin olmalı. Hataya gelince... Camiaya gönül veren insanlar da bu toplumun insanı. Bu topraklardaki bütün zihinsel maluliyetler onlarda da var az yada çok. Herkes mükemmel, yalnız cemaattekiler kusurlu değil. 17 Aralık sonrasındaki AKP zulmü cemaat için bir Rönesans oldu. Demokrasinin, insan haklarının, ötekinin acısının ne olduğunu düşünmeye başladı insanlar. Bu açıdan çok faydalı bir süreçti. Mehmet Ali Birand yıllar önce yazmıştı. Cemaate, onun dışındaki odaklar, haddinin üstünde bir güç yükleyip onu bir heyula hâline getiriyordu. ‘Bir gün herkes, her olanı onlardan bilecek' demeye getiriyordu Birand. Bunlar yapılırken cemaatteki insanlar bu tehlikeyi görüp ‘Hayır, bizim bu işlerle ilgimiz yok, bizim adımıza ortalıkta güç gösterisi yapan bizden değildir' diyemedi. Dediyse de duyulmadı. İkincisi, birtakım hadiselere -7 Şubat gibi- zamanında aydınlatıcı cevaplar verilemedi. Haddinden fazla AKP yakınlaşmasına girmiyorum. Medya gücüne rağmen birçok iftiranın bertaraf edilememesi trajiktir. Camianın profesyonel bir PR desteğine ihtiyacı var bence.

-Tekrar kitaba dönecek olursak... İthaf bölümü “Talan edilmiş ormanlara, peşkeş çekilmiş sahillere...” diye uzayıp gidiyor. Sizde çevre duyarlılığının kaynağı nedir?

Bediüzzaman'ın üzerinde çok durduğu, aslında dinin bize öğrettiği bir şey var. Yeryüzündeki her varlıkta Allah'ın sayısız ismi tecelli ediyor. Bir tanesini yok ettiğimizde yeryüzündeki tecellilere zarar veriyoruz. Müslümanlar çevreye böyle bakmak zorunda. Hiçbir siyasal iktidarın Türkiye'de çevre diye bir meselesi olmadı ne yazık ki. Sürekli kazmak, yol açmak, ağaç kesmek, dağları yarmakla uğraştılar. Yaşamayı bilmeyen, hayattan zevk almayı beceremeyen bir topluluk oluşumuza üzülüyorum.

HAYIR! O İNSANLAR TERÖRİST DEĞİLDİR

Cemaat dediğimiz topluluk içerisinde benim 35 yıldır tanıdığım pek çok insan var. Liseyi bitirdiğimde solcu bir gençtim. 12 Eylül öncesi duvarlara sol sloganlar yazardım, hayatım öyle devam edebilirdi. Bugün geldiğim noktada o hassasiyetleri ve o düşünceleri unutmuş, dışlamış değilim. Dilimi, üslubumu, evrensel bakışımı da sol edebiyata borçluyum diyebilirim. Fakat ben hayatımın bir yerinde bugün haksızca üzerine gidilen insanlarla tanıştım. Onları sevdim. Onların dürüstlüğüne, riyasızlığına, yerliliğine hayran kaldım. Bu insanlarla arkadaşlık ettim, ekmeklerini paylaştım. Günün birinde bu insanlara bin türlü sıfat yüklendi. Şeytanlaştırıldılar. Aralarında tanıdığım pek çok insan arsızca yaftalandı. Burada benim söyleyecek bir sözümün olması gerekirdi. Hayır, o insanlar öyle değiller! Onlar millete, bu ülkenin çocuklarına hizmet götürürken evinin yolunu unutan insanlar... 28 Şubat'ta aman imam hatipler kapatılmasın diye Anadolu'da köy köy gezip öğrenci toplamış insanlar... Bunun reklamını yapmadılar, pek kimse bilmez. Cemaat denilen bu topluluk kazandığı parayı çarçur etmek, kat üstüne kat yığmak, her yıl koltuk ve perde değiştirmek yerine Anadolu'nun küçük kasabalarında yurt yapmayı, okul açmayı, burs verip öğrenci okutmayı kendine dert edindi. Sonra dünyaya açılmış insanlar bunlar. Öfkemin temelinde bu var. Hayır, onlar terörist değildir. Onlar, bu ülkenin herkes kadar sahibidir, diyorum.

CEMAAT, TÜRKİYE İÇİN HÂLÂ BİR ŞANS

Cemaat denilen topluluk aslında Türkiye'nin hâlâ şansıdır. Çünkü adamakıllı yerlidir. Yabancı hiçbir fikir cereyanından etkilenmemiştir, örnekleri bu topraklardandır. Dünyanın en yerli hormonsuz İslami hareketlerinden biridir cemaat. İkincisi, bilimle barışık yeryüzündeki ender İslami harekettir. Bu camia, bu ülkede bilimi dert edindi, biliyor musunuz! Türkiye'de lise düzeyinde bilim yapılabileceğini gösterdi Hizmet hareketinin kurduğu okullar. Dünyaya açıldı Anadolu insanı, en uygar ülkelerde okullar kurup o ülkenin okullarıyla boy ölçüşen bir eğitim modeli kurmayı başardı. Türkiye'nin 80 yılda yapabildiği en güzel şeylerden biriydi bu. Şimdi bu güzelliği kurutuyorlar. Hizmet'in insan modelini ben biraz da espriyle şöyle özetliyorum: Teheccüd namazı kılan bir NASA uzmanı! Yahut Faocault, Rilke ve Neruda ile Bediüzzaman'ı birlikte okuyan aydınlık bir kafa... Bediüzzaman'la Platonov'u aynı cümlede kullanabilen bir evrensellik... Şimdi bu topluluğa savaş açtığınızda Türkiye'nin inanmış evrensel kanadını yok etmiş oluyorsunuz. Elbette yok edemeyecekler. Sosyolojiyle savaşılmaz.

(Kaynak: Aksiyon)

SALT Galata'da ‘ele güne karşı' bir atölye

$
0
0

SALT Galata, bayram sonrası ‘yapayalnız' bir atölye gerçekleştirecek. ‘Ele Güne Karşı Yapayalnız' başlığıyla yapılacak atölyenin teması 80'ler Türkiye Sinemasında Kadınların Özgürlüğü.

Gazeteci-yazar Ayşe Düzkan yürütücülüğündeki atölye 3 Ekim Cumartesi günü saat 13.00 ile 17.00 arasında yapılacak. 3 Eylül'de açılan Nerden Geldik Buraya sergisi kapsamında gerçekleştirilecek atölyede kadın cinselliği, cinsiyet politikaları ve sanat-siyaset ilişkisi temelinde, 1980'li yıllarda yükselen kadın özgürlüğü fikrinin sinema ve edebiyat gibi kurgusal sanatları nasıl etkilediği tartışmaya açılacak. Katılımcılarla Atıf Yılmaz'ın Bir Yudum Sevgi (1984), Adı Vasfiye (1985), Mine (1985) filmleri ve Duygu Asena'nın Kadının Adı Yok (1987) romanı üzerinden politik konuların sanata yansıması incelenecek. Atölyeye katılım 15 kişiyle sınırlı; katılımcılardan söz konusu üç filmi izlemiş ve romanı okumuş olmaları bekleniyor. (0212 334 22 31)

Vurulabilir, dokunulabilir ve dinlenebilir heykeller

$
0
0

Koray Ariş'in “ahenk/vurmalı heykeller” sergisi Maslak'taki Turkmall Sanat'ta açıldı.

Sergi, Koray Ariş'in ilk kez sergilenecek duvar rölyeflerinden ve ses çıkaran heykellerinden oluşuyor. 1995'ten beri hareketli heykeller üreten sanatçı, dört yılda tamamladığı vurmalı heykeller serisinde eserlere bir işlev daha kazandırmış ve ses çıkaran nesnelere dönüştürmüş. Ariş, yeni eserleri hakkında şunları söylüyor: “Her heykelden farklı bir ses çıkıyor ve bu sesler ahenk içindeki bir bütünün parçalarını oluşturuyor. Farklı seslerin bir arada varoluşu; çok sesliliği, çeşitlilikten ortaya çıkan armoniyi anımsatıyor.” Vurmalı heykeller serisindeki 9 adet heykel, ilk kez geçtiğimiz yaz Galeri Nev İstanbul'da sergilenmişti. Bunlarla birlikte ilk defa izleyici karşısına çıkacak olan vurmalı rölyeflerden oluşan yaklaşık 20 parça heykel, Turkmall Sanat'ta 25 Ekim tarihine kadar görülebilir, dokunulabilir ve dinlenebilir.

Edirne Film Festivali kasıma ertelendi

$
0
0

Bu yıl ilk kez düzenlenecek Uluslararası Edirne Film Festivali, kasım ayına ertelendi.

Edirne Valiliği ve Edirne Belediyesi'nin destekleriyle ekim ayında düzenlenmesi planlanan Uluslararası Edirne Film Festivali ‘ülke gündemi' gerekçesiyle 20–26 Kasım tarihlerine ertelendi. Festival kapsamında düzenlenecek uluslararası uzun film, ulusal uzun film ve ulusal kısa film yarışmaları ön jüriler tarafından değerlendirildi. Yarışma programına giren yapımlar ekim ayında düzenlenecek basın toplantısıyla açılanacak. Uluslararası uzun film bölümünde en iyi uluslararası film ödülü verilecek. Ulusal uzun film yarışmasında ise film, yönetmen, kadın oyuncu, erkek oyuncu, senaryo ve görüntü yönetmeni dallarında 6 Günebakan Ödülü dağıtılacak. Festivalin Onur Ödülleri Murat Soydan ve Yeşilçam'a üç binin üzerinde film afişi kazandıran Erol Ağakay'a verilecek.


Yeşilçam'ın ‘Godzilla'sı hayatını kaybetti

$
0
0

Dile kolay; 60 yılda 677 film... Yeşilçam'ın tanığı, Türkiye'de setlerin değişmez emektarı ‘Godzilla' Selahattin'in dünya perdesi dün kapandı.

Yeşilçam'ın en sevilen isimlerinden emektar set amiri, ‘Godzilla' lakaplı Selahattin Geçgel, 79 yaşında hayatını kaybetti.

Godzilla, geçtiğimiz yıl eylül ayında açılan ‘677 Film 60 Yıl: Bir Set Amirinin Gözünden Türk Sineması' sergisiyle saklı bir tarihi gün yüzüne çıkarmıştı. 60 yıl boyunca sinema sektörünün her alanında çalışan, Türk sinemasının en tanınan ve sevilen set amirlerinden Selahattin Geçgel, kariyerine sinema büfesinde gazoz satarak başlamıştı. Genç Selahattin'in çalışkanlığını ve iş bitiriciliğini fark eden yönetmen Metin Erksan, onu setlere kazandırdı. Ünlü lakabı Godzilla'yı da, 1950'lerde ayak bastığı setlerde alacaktı. Vaktiyle kendisi şöyle anlatmıştı bu ‘tarihî;' olayı: “Sene 1961, yine Metin Erksan'ın çektiği bir filmin setindeydik. Filmin adı ‘Mahalle Arkadaşları'. Film için kullanılan araba dar bir yere girdi, kimse de çıkartamadı. Ben hariç. Tuttuğum gibi araba girdiği yerden çıktı. O sıralar pek meşhur olan Japon yapımı bir film vardı: ‘Godzilla'. Ondan mülhem arabayı kaldırınca herkes bana ‘Selahattin Godzilla gibi adamsın.' dedi. O gün bugündür bana ismimle hitap edeni hatırlamam.”

677 filmde görev alan Godzilla Selahattin, sadece bir set çalışanı değil, aynı zamanda ‘set mucidiydi'. Yeşilçam'ın ilk sis makinesi, sahne geçişinde dönen gazete görüntülerini çekmek için dönen aparatlı tabure gibi önemli set aksesuarlarını da üretti. Godzilla'nın bu ‘icatları' Yeşilçam setlerinde yıllarca kullanıldı.

GELİNLİK GİYİP TÜRKAN ŞORAY'IN DUBLORÜ BİLE OLDU

Godzilla, sinemada set amirliği yaparken yönetmenlerin hatırına dekor oyuncu da oldu kimi zaman. Bazen bir kâhyayı bazen de bir mahkûmu oynadı. Fakat bir rolü var ki hepsine bedel! Türkan Şoray'ın başrolünde olduğu ‘Otobüs Yolcuları' filminde gelinlik giyip yüzü görünmeyecek şekilde Türk sinemasının ‘sultanı'nın dublörü olur. Boynu incinen Türkan Şoray, Godzilla'dan rica eder, o da çok sevdiği Türkan sultanı kırmayıp gelinlik giyer ve sevdiğinin peşine takılan bir kızı oynar...

Çalıştığı setlerden eşya ve aksesuarları biriktiren Selahattin Geçgel, bir anlamda Yeşilçam'ın arşivciliğini de üstlenmişti. ‘Susuz Yaz'daki balta, Yılmaz Güney'in sette unuttuğu Samsun sigarası ve kibriti, Deniz Gezmiş davası avukatlarının gönderdiği 1971 tarihli görüşme talebi dilekçesi gibi eşya ve belgeleri toplayan Geçgel, bu hatıralarla geçtiğimiz sene eylül ayında Studios Çukurcuma'da ‘677 Film 60 Yıl: Bir Set Amirinin Gözünden Türk Sineması' sergisini açmıştı.

Ebru teknesiyle geçen bir ömür

$
0
0

Ebru sanatının büyük üstadı Mustafa Düzgünman, vefatının 25'inci yılında özel bir sergiyle anılıyor. Sefaköy Kültür ve Sanat Merkezi Sergi Salonu'nda açılan “Tekne Başında Geçen Bir Ömür” adlı retrospektif sergi, aynı zamanda ebru sanatının bugünlere nasıl geldiğine dair bir arşiv niteliğinde.

Adına ister geleneksel, ister gelenekli, isterse İslam sanatları deyin, ebru, hat, minyatür, kat'ı, cilt gibi kadim sanatların bugün bazı mecralarda esamesi bile okunmaz. Kimse görmez, görmek istemez, sergi salonlarında yer açmaz, kültür-sanat sayfalarında, dergilerinde bile yer vermez. Elbette bu tavır o sanatların değerini düşürmüyor. Bilen biliyor, anlayan anlıyor, hak ettiği değeri teslim ediyor. O isimlerden biri de yıllarca Yapı Kredi Bankası ve Akbank'ın sanat danışmanlığını yapan Vedat Nedim Tör idi. Tör, büyük ebru üstadı olarak tarihe adını yazdıran Mustafa Düzgünman'ın, henüz yolun başında bir sanatçıyken Yapı Kredi Bankası Kazım Taşkent Galerisi'nde bir ebru sergisi açmasına, ebruyu Türkiye'ye ve dünyaya tanıtan 15 dakikalık kısa bir film çekilmesine vesile olmuştu. Olayın nasıl geliştiğini Düzgünman, Zeki Kuşoğlu'nun 1986'da kaleme aldığı anılarında şöyle anlatıyor:

“1967'ye kadar ebrucu olarak pek tanınmıyordum. O tarihte Galatasaray Yapı Kredi Bankası Kâzım Taşkent Galerisi'nde bir ebrû sergisi açtım. Bu sergi bankada şef olan arkadaşım Süha Tuna'nın teşvikiyle olmuştu. O zaman bankanın sanat müşaviri olan Vedat Nedim Tör özel alâka gösterip bir İtalyan film şirketine yüz bin lira verip on beş dakikalık bir ebrû filmi çektirdi. O dönemin sinemalarında, filmlerden önce kültür hizmeti olarak iki sene müddetince gösterildi... Sergi büyük rağbet görüyordu. Çünkü bâkir bir sahaydı ve ilk defa gösteriliyordu. Böylece efkâr-ı umumiye ebrûnun ne olduğunu anlamaya başlamıştı. Çocuklarına ve işyerlerine ebrû ismini koymaya başlamıştı insanlar. Arkasından Amerikan Kültür Merkezi'nde bir sergi daha açtım. Ardı geldi. Amerika'dan, İngiltere'den, Almanya'dan, Fransa'dan, Hollanda'dan gelen meraklılar yaptığım ebrûlara büyük ilgi gösterip, alıp memleketlerine götürüyorlardı.”

‘Gazete kâğıtlarına bile ebru yapardı'

Ebrunun bugünlere gelmesine vesile olan Mustafa Düzgünman, ölümünün 25. yılında (12 Eylül 1990) Küçükçekmece Belediyesi Sefaköy Kültür ve Sanat Merkezi Sergi Salonu'nda (SKSM) açılan “Tekne Başında Geçen Bir Ömür” retrospektif sergisiyle anılıyor. Erkan Doğanay'ın küratörlüğünde hazırlanan sergide, Düzgünman'ın ebru, cilt, musiki ve fotoğraf gibi alanlarda yapmış olduğu çalışmalarından örneklerle birlikte özel eşyaları sergileniyor.

Üsküdar'da doğan Düzgünman, sadece ebru değil, devrin cilt sanatkârı ve dini musikisi icracısıydı. Babasının Üsküdar'daki aktar dükkânında çalıştığı sıralarda Hünkâr müezzin başı Hafız Muhittin Tarık Bey ve Üsküdar Çarşamba Rufaî; Tekkesi şeyhi Hayrullah Tacettin Efendi'den ders almış, besteler yapmış ve pek çok dini besteyi kayda geçirmişti. İlerleyen yaşlarında Medresetül Hattatin'de (Hattatlar Medresesi) yetişmiş Necmeddin Okyay'ın öğrencisi olmuştu. 1940'lı yıllarda yani II. Dünya Savaşı devam ederken ebruya başlayan sanatçı, kâğıt bulamadıkları için gazete kâğıtlarına ebru yaptığını hatıralarında anlatıyor. Çiçekli ebruda hocasını açtığı yolda yürümüş, hem kendini hem de ebru sanatını geliştirmişit. Bugün ebru denilince anılan isimleri de o yetiştirdi. Niyazi Sayın, Alparslan Babaoğlu, Fuat Başar, Sadreddin Özçimi bu sanatçılardan birkaçı. Ama buna rağmen “Bana sorarlarsa, ben hâlâ Necmeddin Hoca'mın çırağıyım,” demeyi tercih etmişti...

Besteleri icra edilecek

“Tekne Başında Geçen Bir Ömür” sergisine paralel bir panel ve konser düzenlenecek. 3 Ekim'de SKSM Konferans Salonu'nda gerçekleştirilecek panele Mustafa Düzgünman'dan hem musiki hem de ebru dersleri alan günümüzün en önemli neyzenlerinden Niyazi Sayın, Uğur Derman, Alparslan Babaoğlu, Sabri Mandıracı, Fatih Çıtak katılacak. Panelden sonra saat 16.30 ise udi Agah Terzi yönetiminde Düzgünman'ın bestelerinin icra edileceği “Mustafa Düzgünman Besteleri” konseri verilecek.

Hilmi Yavuz, Erdoğan ile diğer Cumhurbaşkanlarını kıyasladı: Hiçbiri 'ulan' demedi

$
0
0

Zaman Gazetesi Yazarı, Şair ve Felsefeci Hilmi Yavuz, Erdoğan'ın mutlak bir otoritesi olduğunu söyledi.

Demirel, Özal ve Erbakan'ın karizmalarını olumlu özellikler üzerine inşa etitklerini belirten Hilmi Yavuz, “Bunların hiçbiri Tayyip Bey'de yok” diyor. Yavuz, “İnönü'den bu yana tüm cumhurbaşkanlarının döneminde yaşadım. Hiçbirinin ‘yahu' dediğine, ‘ulan' dediğine tanık olmadım” diye konuştu.

Cumhuriyet'ten Selin Ongun'a konuşan Hilmi Yavuz'un o söyleşisi:

'AKP'DEN KOPMA OLMAZ BU BİR KABİLE MESELESİ'

Biz üç güzel kardeştik ve ölüm, en gencimizdi bizim...” Şair, yazar ve felsefeci Hilmi Yavuz, Doğu Şiirleri'ndeki bu dizeyi kaleme aldığında tarih 1977. İçinde bulunduğumuz günler yeni doğu şiirlerine vesile oldu mu acaba? “Hayır” diyor Yavuz. Oysa bizce yanıtı bir dize: “Ölüm en gencimiz yine, doğunun alın yazısını değiştiremedik.”

Yıllar önce Yavuz'la söyleştiğimizde, “Kaç yaşında olursan ol, anne ve baban ölene dek çocuk sayılırsın” demişti. Sormuştuk: Kaç yaşında adam sizin çocukluğunuz? Bir dizesiyle gülerek geçirmişti: “Bir çırpınıştır çocukluk.”

Bu kez, 80 yaşında Hilmi Yavuz'dan duyduklarımıza gelince... “Türkiye'nin demokratikleşmesine en az 200 yıl lazım. Çocuklarımın hatta torunlarımın da demokrasiyi göremeden bu dünyadan ayrılacağını düşünüyorum. Evet, en az 200 yıl gerek! Öyle kolay değil” diyor. İyi ama neredeyiz şimdi? İbn Haldun sosyolojisine atıfta bulunarak aktarıyor: “Asabiyyet, olan budur.”

- Bugünlerde en çok ne konuşuyorsunuz?

Hep birlikte siyaset konuşuyoruz, ben de öyle, siyaset konuşuyorum.

- 80 yaşına vardınız değil mi?

Vardım vardım, tam oradayım.

- 80 yaş makamından Türkiye'nin gelecek günleri için aklınızdan ne geçiyor?

Türkiye'nin demokrat olabilmesi için en az 200 yıl lazımdır.

- Cumhuriyet'e yazdığı yazıda Çetin Altan “Ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan” diyordu. Siz 200 yıl dediniz.

Çetin Abi kaç yaşında oldu? (Gülüyor) (Çetin Altan, geçen Haziran'da 88 yaşına bastı. S.O) Ben çocuklarımın hatta torunlarımın da demokrasiyi göremeden bu dünyadan ayrılacağını düşünüyorum. En az 200 yıl gerek! Öyle kolay değil.

- Neden değil?

Bizde yakın tarih okuması genellikle demokrasilerin asıl rejim, darbelerin/vesayetin ara rejim olduğu tezi üzerine kurulur. “Demokratik bir geleneğimiz var ama ara sıra darbelerle bu kesiliyor” gibi bir görüşten söz edilir. Ben böyle olmadığını düşünüyorum. Tanzimat'tan bu yana asıl olan vesayet rejimleridir. Demokrasiler ara rejimlerdir. Mesela Tanzimat'tan bir örnek: Büyük Reşid Paşa'nın nüfuzu Sultan Abdülmecid'in nüfuzundan çok daha fazladır. İktidar sultanda değil sadrazamdadır. Örneğin Abdurrahman Şeref Bey'in Tarih Musahabeleri'nde çok ilginç bir sahne vardır. Sultan Abdülmecid, bir gün Büyük Reşid Paşa'nın elinden kendisini kurtarması için, başını sarayının duvarlarına vurarak Allah'a yalvarırken görülmüştür. Düşünebiliyor musunuz, padişah kendi sadrazamını azledemiyor, onun karşısında büyük bir çaresizlik sergiliyor. Aynı durum Sultan Abdülaziz içinde de geçerlidir. Döneminde saltanata tamamen paşalar hâkim olmuştur. Bu vesayet, Cumhuriyet döneminde de devam etti.

- Tam burada o güncel polemik var: Ya “askeri vesayetin bitirildiği yeni Türkiye”?

Hayır, bu anlamda yeni bir şey yok Türkiye'de. Askeri vesayetin yerine sivil vesayetin ikame edilmesi durumu var.

- “Yeni Türkiye: Eski tas eski hamam” diyorsunuz. Tellaklar mı değişti sadece?

Aynen öyle. Değişen bir şey yok Türkiye'de. Geriye giderek bakıyorum. Sivil despotizm bitiyor askeri despotizm geliyor, o bitiyor bu kez sivil despotizm geliyor.

- Hemen sizden alıntılayalım: “Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal ne despottular ne demokrattılar.” Ya bugün için tespitiniz?

Adnan Menderes'ten sonra Türkiye'ye farklı ölçülerde muhafazakâr ya da sağcı, dört başbakan geldi: Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan. Farklı derecelerde muhafazakâr olmalarının dışında çok önemli bir fark daha var aralarında.

- Nedir o fark?

Karizma olumlu özellikler üzerinden inşa edilir. Örneğin Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Turgut Özal mesleki kimlikleri nedeniyle yurtdışı deneyimine sahiptirler. Üçü de Teknik Üniversite mezunudur. Demirel ve Özal Amerika'da, Necmettin Bey Almanya'da bulunmuştur. Üçünün de bürokratik devlet tecrübeleri vardır. İyi veya kötü, üçü de yabancı dil biliyordu. Demirel, Özal ve Erbakan siyasi karizmalarını bu olumlu özellikler üzerine inşa ediyordu. Bu özelliklerin hiçbiri Tayyip Bey'de yok. Tayyip Bey'inki negatif bir karizmadır, olmayan şeyler üzerinden inşa ediliyor. Tayyip Bey kitlesine söylemleri ve Müslüman ideolojisini dile getiriş biçimiyle “işte bu benim adamım” dedirtiyor. Mesele bu. Halkın Turgut Bey, Süleyman Bey, Necmettin Hoca için aynı şeyi söylediği kanısında değilim. Halkın bu liderlerle arasında hep bir mesafe olmuştur. Oysa Tayyip Bey ile kitlesi arasında bir mesafe yok. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'den bu yana tüm cumhurbaşkanlarının döneminde yaşadım. Hiçbirinin “yahu” dediğine “ulan” dediğine tanık olmadım. Bu anlamda söz edilen sahihliği aslında negatif karizmasıdır.

- Erdoğan siyasette birinci oyun kurucu konumunda. Bunu sadece negatif karizma ile açıklamak yeterli mi?

Değil, çünkü birinci oyun kurucu gözükmesi partiye ve teşkilata tam anlamıyla hâkim olmasından dolayıdır. Böyle bir hâkimiyeti ne Demirel ne Özal ne de Erbakan sağlayabildi. Burada Tayyip Bey'in konumu diğer üçü gibi değil. Menderes'inki gibi de değil Tayyip Bey'in konumu. Demokrat Parti'yi birlikte kurduğu arkadaşları Adnan Menderes ile yollarını daha parti iktidar olmadan ayırdı. Demokrat Parti'deki ilk kopma, Osman Bölükbaşı, Fuat Arna, Sadık Aldoğan, Ahmet Tahtakılıç gibi isimlerin istifa ederek Millet Partisi'ni kurmalarıdır. Demokrat Parti'deki ikinci büyük kopma, 1955'te Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Fethi Çelikbaş, Raif Aybar, Enver Güreli ve arkadaşlarının Hürriyet Partisi'ni kurmalarıdır. Tayyip Bey'in partisinde böyle bir büyük kopma olmadı, olmaz, olmayacak da. Bunu determinist bir tutumla değil, bir trend olarak söylüyorum.

- Peki, neden kopma olmaz?

Buna İbn Haldun sosyolojisinde ‘asabiyyet' denir. Kabilelerde görülen bir şeydir. Asabiyyet kan bağına dayalı bir dayanışmadır. Yani bir kardeşlik dayanışması. Demokrat Parti'deki bölünmeler ve kopmalar, siyasi partilerin kabile olmadığının altını çizmiştir. Zaten Menderes de partisini kabile reisi gibi yönetmedi. Tayyip Bey'in ise mutlak otoritesi var, tıpkı bir kabile reisi gibi.

- Bu söylediğiniz ‘asabiyyet' kuramından tam olarak ne anlamak gerek?

AK Parti'den, Menderes'in, Demirel'in, Erbakan'ın partilerinden olduğu gibi kopmaların olacağını bekleyenlerin yanıldığı anlamına geliyor.

- Abdullah Gül ile bir kopma yaşanacağını düşünenler var...

Bu bir asabiyyet meselesi. Buradan bir şey çıkmaz. Bir düzen kurulmuştur, bu düzen bir tek kişiye bağlanmıştır. O düzen içinde kendisini konumlandıran herkes o düzenin tahkimi ve sımsıkı bağlanması için çalışmayı kendisine birinci derece ödev edinir. Kol kırılır yen içinde kalır. Buna da İbn Haldun'un kavramsallaştırdığı ifade ile asabiyyet denir. Olan budur.

- AK Parti kendi siyasi teorisyenlerini ya da entelektüellerini yaratabildi mi?

Hayır.

- Asabiyyet sosyolojisi nedeniyle mi?

Aynen öyle. Çünkü entelektüeller zihin özerkliğine sahip iseler sorgulama görevlerini yerine getirmek isterler. Tayyip Bey'in entelektüelleri 2011 yılına kadar bizler, yani liberaller oldu. Arşiv ortadadır; 2011 yılına kadar ben Tayyip Erdoğan'ı destekledim. Askeri vesayetin tasfiyesi için Türkiye'de demokrasinin bir ara rejim değil, sistemin kendisi olması için destekledim.

- “Bu desteğiniz vesilesi ile gelinen noktada siz, liberallerin de katkısı var” diyenlerin sözleri kulağınızda nasıl tınlıyor?

Ben bir entelektüel olarak kendi ödevimi yaptım. Bunu söyleyenlerle demokrasi çıtasında bulaşamıyoruz.

- Ya liberaller arasındaki “kullanışlı aptallık” tartışması?

Zihinsel özerkliğe sahip bir okuryazar olarak kullanıldığımı asla düşünmedim. Vesayet meselesini Türkiye'nin en önemli sorunu olarak gördüm, görüyorum. Bu nedenle acaba benim desteğim, kimin işine yarar, kimin işini bozar hesabı yapmadım, yapmam.

‘Müslümanlıkta biçim öne çıktı, içerik boşaldı'

- Geçen 13 yılda AK Parti kendi dindar neslini yetiştirdi mi, nasıl bir kuşak geliyor?

İslam bir form mudur? O formun kamusal alanda görünür kılınması mıdır yoksa peygamber ahlakı mıdır? Müslümanlık, biçimle tanımlanmaya başladı. İçerik boşaldığı için biçim öne çıktı. Nedir o biçim; cuma namazına giden, meyhaneye gitmeyen, eşi başörtülü olan. Müslümanlık kamusal alanda bu üç görünürlüğe ve biçime indirgenmiştir. Muhteva yok, içerik yok. Bir Müslümanın, peygamber ahlakına sahip olan birinin, asla yapmayacağı, yapmayı aklından bile geçiremeyeceği şeyler olurken, Müslümanlık bu üç görsel kriterle değerlendiriliyorsa, dindar nesiller yetiştirilmesinden çok emin olmamak gerekiyor. Müslümanlığın temeli peygamber ahlakıdır. Bu ahlakın yerine biçim konuldu. Nasıl Kemalizm kravat, şapka dedi ise İslamcılık da başörtüsüne indirgendi. Bir şeyin içi ne kadar boşaltılırsa biçim o kadar öne çıkar.

- Bunları siz yıllardır söylüyorsunuz. Desteklediğiniz günlerde Erdoğan'dan bu sözlerinize nasıl bir yanıt alıyordunuz?

Tepki yoktu. Liberallerin şimdilik yanımda olmaları bana belirli ölçüde politik fayda sağlar diye düşünmüş olmalı. Bir noktadan sonra, ihtiyacım yok, eğilimi baskın geldi.

- Biçim meselesiyle ilgili güncel bir haberi soralım. Kendisini, Türkiye'nin ilk muhafazakâr sosyete dergisi olarak tanımlayan Nun dergisinin son sayısından aktarıyoruz: Katıldığı mevlitte giydiği kıyafet hakkında bir hanımefendiden şöyle söz ediliyor: “Beyaz pantolon ve bluz üzerine siyah kap tercih eden Melike Hanım, Prada çantası ve Burberry şalıyla çok klastı.” Haberdeki bu dil neyin tezahürü?

Mensubiyet hiçbir zaman bir aidiyet üretmez. Biz Batılı gibi olduk, Batılı olmadık. Bizim modernleşmemiz Salah Bey'in tabiriyle söylersek yapıştırma bıyık gibidir, altı kaval üstü şeşhanedir. Bu okuduğunuz haber de odur. Müslümanların modernliği idrak ediş biçimi de Türkiye'de genellikle modernliğin idrak ediliş biçiminin devamı, o kapsamda düşünülmesi gereken bir durum.

Bu kadarı da olur mu?

$
0
0

Kısa sürede beğeni toplayan Ulan İstanbul dizisinin Bahadır'ı Caner Özyurtlu, yönetmen koltuğuna oturduğu ilk filminde ‘eşi dostu' toplayıp eğlenceli ama bütünlükten yoksun bir işe imza atıyor.

Taksici Fikret, İstanbul'un yoğun trafiğinde sabahtan akşama kadar direksiyon sallarken sık sık “Yok artık!” dedirten birçok olayla karşılaşır. Ehliyet almaya çalışan Asuman, iki arada bir derede kalan Faruk, kızı kaçırılan Cenk, sevdiği adam hafızasını kaybedince ne yapacağını şaşıran Ceyda, ‘küçük' bir yalanın kurbanı olan Semih… Fikret tanık olduğu bu hikâyeleri bir meddah gibi anlatıyor.

İhtiyarlara yer var

$
0
0

Yıldız oyuncuların sürüklediği Nancy Meyers imzalı Stajyer, tipik bir ‘kendini iyi hisset' filmi.

Her gün yeni teknolojilerin ve fırsatların türediği dijital çağda ‘eskilere' de yer olması gerektiğini hatırlatıyor. 70 yaşındaki dul Ben Whittaker, emekliliğin hiç de beklediği gibi olmadığını yaşayarak tecrübe eder. Tekrar iş yaşamına dönmek için fırsat kollarken, Jules Ostin tarafından kurulan ve yönetilen bir moda web sitesinde stajyer olarak işe başlar.

Küçük Prens'in dünyası

$
0
0

Antoine de Saint-Exupéry'nin klasik eserinden uyarlanan animasyonun orijinal seslendirme kadrosunda Rachel McAdams, Benicio del Toro, Marion Cotillard, James Franco, Jeff Bridges, Vincent Cassel gibi yıldız isimler yer alıyor.

İdealist bir anne ile meraklı kızının yeni bir yere taşınmasıyla başlayan hikâyede, küçük kız, iyi kalpli bir pilot ile tanışır ve onun dünyasını keşfetmeye başlar. Yaşlı pilot, yeni arkadaşına her şeyin mümkün olduğu olağanüstü bir dünyayı anlatır. İkili, Küçük Prens'in evrenine doğru yolculuğa çıkar.

Aynı gökyüzü, aynı keder

$
0
0

Yakın tarihimizdeki toplumsal cinnet hallerini izah ederken imdadımıza yetişen kilit bir sözcük var, ‘provokasyon'. Normalde yapmayacağımız şeyleri yaptırır bize.

Yoksa biz hiç öyle şeyler yapmayız! Ama şu provokatörler yok mu, bizi yoldan çıkarıveriyorlar. ‘Derin güçler', ‘karanlık eller' de öyle... Kitlelere düşen ise ‘galeyana gelmek'. Bu kısır döngünün bugün de sürüp gittiğini son birkaç haftadır yaşanan olaylar gösterdi.

Ulaş Bahadır'ın ilk filmi Madımak: Carina'nın Günlüğü, yakın tarihimizin yakıcı hadiselerinden birini perdeye getiriyor. 2 Temmuz 1993'te yaşanan Sivas Katliamı'nı, bu olayın tek yabancı kurbanı Hollandalı araştırmacı Carina Cuanna'nın günlüklerinden hareketle anlatıyor film. Türk kadınları üzerine hazırladığı bitirme tezi için beş aylığına Türkiye'ye gelen Carina, Ankara'da kısa sürede bir çevre edinir. Araştırmasını genişletmek için arkadaşlarıyla birlikte Sivas'taki Pir Sultan Abdal Festivali'ne giderler. Ancak 2 Temmuz günü Sivas'ta ‘derin' bir el harekete geçmiştir...

BİR EFLATUN ÖLÜM

Kestirmeden söyleyelim; Madımak: Carina'nın Günlüğü, beklenen ‘Sivas filmi' değil. Hatta bu beklentiyle gidenler için tam bir hayal kırıklığı. Bütün iyi niyetine rağmen film, yetkin bir sinema dilinden uzak olduğu gibi, karakter oluşturmada, diyaloglarda ve genel olarak senaryoda ciddi sorunlarla malul. Filmin ‘şansı', bu konudaki ilk kurgu yapım olması. Daha önce çekilen iki belgeselin, O Gün ile Menekşe'den Önce'nin gerisinde kalıyor Carina'nın Günlüğü.

Her şeyden önce, Sivas Katliamı'nı Hollandalı bir araştırmacının gözünden anlatması tartışmalı. Dışarıdan bir gözle bu katliamı izlemek ilk başta makul gelse de Carina'nın didaktik yaklaşımı, Türkiye'deki dini, sosyolojik ve kültürel meselelere dair ‘ilkokul seviyesindeki' çıkarımları ve şipşak ‘Avrupai' çözümleri kimi yerlerde sizi gülümsetebilir. Filmin ikinci yarısı, Sivas Katliamı'nda derin güçlerin halkı nasıl kışkırttığı üzerine kurulmuş. Bu bölümler de müsamere tadında. Ortada elle tutulur bir karakter ya da olayın toplumsal arkaplanına dair sosyolojik, kültürel bir çözümleme yok. Filmin tezleri derinlikten çok uzak.

Bu tür olaylardaki provokasyon etkisi yadsınamaz bir gerçek olsa da Çorum'da, Kahramanmaraş'ta, Sivas'ta ve son olarak geçtiğimiz günlerde başta Kırşehir olmak üzere birçok şehirde yaşanan provokasyonları ve ‘galeyana' gelen kitleler göz önüne alınınca linç kültürünün capcanlı yaşamaya devam ettiği görülüyor ne yazık ki. Kaç nesildir aynı fasit dairede dönüp duruyoruz. İsimler ve takvimler değişiyor sadece. Çağın dejavu mahkumları olarak her nesilde aynı dersten tekrara kalan iflah olmaz öğrenciler gibiyiz. Behçet Aysan'ın ifadesiyle, “Aynı gökyüzü aynı keder / değişen bir şey yok ki”.


Geçmişten gelen mektup

$
0
0

Bir kitabı farklı yaşlarda okumak gibi, filmlerin de her yaşta bıraktığı etki başkadır. Bazen bir ay bile fark edebilir, bazense yıllar gerekir. Necatigil'in o meşhur dizesini değiştirerek söylersek, bazı filmler bekler bazı yaşları.

Andrew Haigh'in yönettiği 45 Yıl filminin herhangi bir yaş sınırlaması yok. Fakat insan ruhundaki en girift duyguları yakalayabildiği için, hakkıyla hazmedilmesi belli bir yaşı gerektiriyor. Sadece iki ana karakteri veya adıyla değil, her şeyiyle bir ‘yaşlılık filmi' 45 Yıl.

Çocukları olmayan 45 yıllık evli Kate (Charlotte Rampling) ve Geoff Mercer (Tom Courtenay) çifti, evlilik yıldönümlerine ayrı bir titizlikle hazırlanır. Eş dost davet edilir, oturma düzeni belirlenir, şık bir salon kiralanır, yemek menüsü çıkarılır, pasta ve çiçek seçimi yapılır... Parti havasında geçecek bu törene birkaç gün kala her şeyi değiştiren bir mektup gelir. Geoff'a gönderilen Almanca yazılmış mektup, İsviçre'de bir cesedin bulunduğunu bildirmektedir. Ceset, 53 yıl önce, 1962'de İsviçre Alpler'inde bir buzulun içine düşüp ölen Katya'ya aittir. Geoff'un Kate ile evlenmeden önceki kız arkadaşı Katya'nın cesedi, başlarda küçük bir detay gibi çiftin hayatına girer. Fakat bir süre sonra Kate ile Geoff'un 45 yıllık evliliğini derinden sarsmaya başlar.

BİR TEREDDÜDÜN FİLMİ

Kate ile Geoff, tipik bir İngiliz yaşlı çift hayatı yaşar. Sabahları köpek eşliğinde koşuya gidilir, dönüşte hafif bir kahvaltı yapılır. Kırlarda dingin, huzurlu geziler, koltuklara kurulup kitap okumalar, entelektüel sohbetler... Mercer çifti ilk elden Michael Haneke'nin Aşk (2012) filmindeki yaşlı çifti hatırlatıyor. Fakat 45 Yıl'ın meselesi başka. Kate ile Geoff'un yıllar içinde kurduğu düzen bir mektupla yıkılır. Bu ‘küçük' darbenin nasıl bu kadar etkili olabileceğini gösteriyor Andrew Haigh.

Her şeyden önce Mercer'lar, aralarında ‘sınırlar' olan bir çift. Hikâye ilerledikçe anlıyoruz ki evliliklerini 45 yıl ayakta tutan şey, sevgiden ziyade bu sınırlar. Geoff'un yarım yamalak anlayabildiği Almanca mektup sınırların dağılmasına neden olur ilkin. Kocası mektubu okurken Kate, hoş bir gençlik anısı zannettiği Katya'nın Geoff üzerindeki etkisini şaşırarak fark eder. O andan itibaren Kate de mektubun yıkıcı etkisine kapılır ve 45 yıl titizlikle örülen duvarın tuğlaları bir bir düşer. Önce güven kaybolur Kate'te, beraberinde kıskançlık gösterir kendini. Derken şüphe ile birlikte geçmiş defterlerin silik sayfaları belleğin kuytularından çıkarılır öfkeyle. Sonrası yönetmen ve oyuncuların müthiş performansıyla incelikli bir gerilim...

Andrew Haigh, hikâyeyi Kate'in gözünden anlatıyor. Bu tercih Charlotte Rampling'in mükemmel oyunculuğuyla birleşince, Kate'in içinde kaynayan duyguların her birini en ince detayına kadar görebiliyoruz. Bir tededdüdün filmi 45 Yıl. Ve birçok duygu gibi tereddüt de bulaşıcıdır. Bütün hikâye, Geoff'un bir anlık tereddüdüyle başlıyor. Kocasındaki tereddüdün kökeninde yatan derin özlemi anında fark eden Kate, kalbinde bu tereddüdü büyüterek evliliğini muhasebeye çeker. Kate'in içinde şüpheyle kaynattığı tereddüdü daha iyi anlamak için Sabahattin Ali'ye başvuralım: “Kuru ve sabit gözlerin arkasında nasıl bir ateşin yandığı; yavaşça kalkıp inen göğsün içinde nelerin kaynadığı bilinmediği için, insan mütemadi bir ürkeklik ve tereddüt içinde üzülür.” (Kuyucaklı Yusuf, s. 17)

42 yaşındaki İngiliz yönetmen Andrew Haigh'in elinden çıkan 45 Yıl, her yönüyle olgun bir film. Dolayısıyla seyircisinden de belli bir yaşanmışlık istiyor.

İngiliz arkeoloğun keşifleri sergileniyor

$
0
0

Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi (ANAMED), İngiliz arkeolog John Garstang'ın Hitit uygarlığının izinde Anadolu'da gerçekleştirdiği çalışmaları sergiliyor.

Liverpool Üniversitesi işbirliğiyle hazırlanan ve Garstang Arkeoloji Müzesi arşivinden derlenen fotoğraf ve tarihi belgelerin yer aldığı serginin küratörlüğünü yine Liverpool Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Alan M. Greaves üstleniyor. 17 Eylül'de açılan “Anadolu'da John Garstang'ın Ayak İzleri” isimli sergi, 10 Aralık 2015'e kadar ziyaret edilebilecek.

Bir yüzbaşının gözünden II. Dünya Savaşı

$
0
0

İngiliz askeri tarih ve strateji yazarı Basil Liddell Hart'ın tarihteki en ölümcül savaşı anlatan eseri ‘İkinci Dünya Savaşı Tarihi', İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlandı.

Hart, ölümünden kısa bir süre sonra basılan kitabında, 60 milyondan fazla insanın hayatına mal olan İkinci Dünya Savaşı'nın askeri tarihini yıl yıl ve cephe cephe ele alıyor. Eser ilk Türkçe baskısından 17 yıl sonra, gözden geçirilmiş çevirisi ve ilk Türkçe baskıda yer almayan kırk adet haritayla birlikte, savaşın bitişinin yetmişinci yıldönümünde okurlarla buluşuyor. KÜLTÜR-SANAT

Konya'dan mistik müzik

$
0
0

Mevlana'nın 808'inci doğum yıldönümü etkinlikleri kapsamında düzenlenen 12'nci Konya Uluslararası Mistik Müzik Festivali 22 Eylül'de başladı.

30 Eylül'e kadar devam edecek festivalde müzik yoluyla farklı inanış ve kültürleri tanıtmak amaçlanıyor. Festivalde bugün Fars klasik müziği ile Üstad Mohammad Reza Shajarian, yarın Hint klasik müziği ile Pandit Shiv Kumar Sharma, 28 Eylül'de Japon Iwami Kagura Ayin Dansı ile Iwami Kagura Gotsu-Dan, 29 Eylül'de Rabbi Haim Look ile Sefarad müziği sahnede olacak. Mevlana'nın doğum yıldönümü olan 30 Eylül Çarşamba günü ise Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu sema gösterisi sunacak.

Van Gogh ve Munch ilk kez bir arada

$
0
0

Dünyaca ünlü ressam Vincet van Gogh ile Norveçli ressam Edvard Munch'ın eserlerini bir araya getiren ‘Munch: Van Gogh' adlı sergi Hollanda'daki Van Gogh Müzesi'nde dün açıldı.

Bu sergi önemli, şu açıdan; Van Gogh ve Munch, aynı yıllarda yaşadı, Paris'te aynı yıllarda bulundu, aynı sokaklardan geçti ama yolları hiç kesişmedi. İkisi de özel hayatlarını, bunalımlarını, öfkelerini tuvale yansıtarak duygu yüklü eserler ortaya koydu, hatta benzer teknikler kullandılar. Sanat tarihçileri de onların resimlerini hep karşılaştırdı. Fakat tabloları bugüne kadar hiçbir sergide yan yana gelmedi. Van Gogh Müzesi'ndeki sergi bu açıdan ilk olma özelliği taşıyor.

Munch'ın acı çeken bir ruhu resmettiği, en ünlü tablosu ‘Çığlık' ile sergide hemen karşısına yerleştirilen Van Gogh'un ‘Trinquetaille Köprüsü', sanatçıların bakış açıları arasındaki benzerliği ortaya koyan iki önemli eser. Munch'ın 1922'de yaptığı “Starry Night” tablosu ile Van Gogh'un 1888'de yaptığı “Starry Night Above the Rhone” tablosu da yine yan yana sergileniyor.

Sergide, dört ayrı versiyonu bulunan ‘Çığlık'ın Oslo'daki Munch Müzesi'nden getirilen ilk versiyonu yer alıyor. Tabloların üçü Norveç'te. Dördüncüsü ise 2012'de 120 milyon dolara dünyanın en pahalı sanat eserlerinden biri olarak açık artırmaya çıkarılmıştı. Munch'ın “The Sick Child” ve “Madonna” gibi az bilinen eserleriyle birlikte 75 tablosunun yer aldığı retrospektif sergisi, eylül başına kadar Munch Müzesi'ndeydi ve sergi 170 bin ziyaretçiyle müze rekorunu kırmıştı. Önceki yıl 1,6 milyon ziyaretçisi olan Van Gogh Müzesi ise, ‘Munch: Van Gogh' sergisinin Amsterdam ayağıyla en yüksek ziyaretçi sayısına ulaşmayı hedefliyor. Bu özel sergi 17 Ocak 2016'ya kadar devam edecek.

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live