Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Hilmi Yavuz ile edebiyat ve her şey...

0
0

Kaz Dağları'ndaki Adatepe köyünde, terk edilmiş ilkokul binasında 1999 yılından bu yana düzenlenen Taşmektep seminerlerinin bu yılki programı belli oldu.

Yaz boyunca devam edecek seminerlerde, bu sene 79. yaşını kutlayacak şair ve yazar Hilmi Yavuz 4-6 Eylül'de ‘Edebiyat ve Herşey' üzerine sohbet için Adatepe'de olacak. Taşmektep'teki diğer seminerler şöyle: Aylin Vartanyan, Ebru Gökdağ, Jale Karabekir'den ‘Ezilenlerin Tiyatrosu'ndan Ezilenlerin Estetiği' atölyesi (2-5 Temmuz). Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği kurucularından Güneşin Aydemir'den ‘Bitki Mitleri' (9-12 Temmuz). Kürşad Demirci'den ‘Mezopotamya ve Anadolu Dinleri' (23-26 Temmuz). Sanatçı ve kitap tasarımcısı Mehmet Ulusel yönetiminde ‘Bir Kitap Nasıl Yapılır?' atölyesi (30 Temmuz-2 Ağustos). Senarist ve yönetmen Turgut Yasalar'dan ‘Senaryo Yazımı' (6-9 Ağustos). Ortadoğu tarihi, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler uzmanı Murat Dağlı'dan ‘İki Küreselleşme Dalgası İçinde Ortadoğu' semineri (13-16 Ağustos). Tarkan Okçuoğlu'ndan ‘Osmanlı'da Mimari, Sanat ve Kültür' semineri (13-16 Ağustos). Bora Şençalar'dan ‘Kurguya Giriş' (20-23 Ağustos). Sevinç Altan, Çağla Ormanlar Ok, Güneşin Aydemir, Zerrin iren Boynudelikten, giysi, moda, ekoloji ve sanat atölyesi (27-30 Ağustos). Kamil Fırat'tan Fotoğrafın Fenomolojisi (10-13 Eylül). (www.tasmektep.com)


Dünden bugüne Türk sineması Moskova'da

0
0

37. Moskova Uluslararası Film Festivali, tarihinde ilk kez bu yıl Türkiye'ye özel bölüm ayırdı.

“Dünden Bugüne Türkiye Sineması” başlıklı bölümde, yapımcı Elif Dağdeviren'in kurduğu Cinema of Turkey tarafından seçilen 10 film, 19-26 Haziran tarihleri arasında Moskova'da gösterilecek. Usta yönetmen Ömer Lütfi Akad imzasını taşıyan ‘Gelin-Düğün-Diyet' üçlemesinin ilk filmi Gelin, Türk sinemasında dünden bugüne yapılan seçkinin ilk filmi. Hülya Koçyiğit'in başrolünü üstlendiği Gelin (1973), Adana Altın Koza Film Festivali'nde En İyi Film ödülü dahil olmak üzere toplam beş ödül kazanmıştı. Yavuz Turgul'un yazıp yönettiği ve başrol oyuncularından Uğur Yücel'e 1987 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandıran ‘Muhsin Bey' ile dünya prömiyerini 63. Berlin Film Festivali'nde gerçekleştiren, Uğur Yücel'in senaryosunu yazıp yönettiği ‘Soğuk' da Moskova'ya giden filmler arasında. 2003'te Cannes Film Festivali'nde Büyük Ödül'ü alan Nuri Bilge Ceylan'ın yönettiği ‘Uzak', 2010 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İlk Film ödülünü aldığı Tolga Karaçelik'in ‘Gişe Memuru', uluslararası festivallerde en iyi film, en iyi oyuncu dahil pek çok ödül alan Yılmaz Erdoğan'ın ‘Kelebeğin Rüyası', 71. Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan ödülünü ülkemize getiren Kaan Müjdeci'nin yönettiği ‘Sivas', Erol Mintaş'a geçen yıl Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi İlk Film ve başrol oyuncusu Feyyaz Duman'a En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandıran ‘Annemin Şarkısı' festivalde gösterilecek diğer filmler. Festivale filmlerin yanı sıra Uğur Yücel, Tolga Karaçelik, Emre Tanyıldız, Ahmet Mümtaz Taylan, Mert Fırat ve Feyyaz Duman oyuncular da katılacak.

'Kimsenin umurunda olmayan kadınları yazıyorum'

0
0

Hatice Bilen Buğra'nın altıncı öykü kitabı “Geçmişin Aynasında” Ötüken Neşriyat'tan çıktı. Duru bir sesle kadınların dünyasına mercek tutan Buğra ile öyküsünü, metinlerine yön veren kadınların dünyasını ve “Sana soracak olurlarsa, ‘Bu adam beni sevdi, yalnız beni sevdi.' de.” diye tembihleyen merhum eşi Tarık Buğra'yı konuştuk.

“Geçmişin Aynasında” naif, gerçek öykülerin olduğu bir kitap. Bizim de bir şekilde hayatımıza giren ama görmezden geldiğimiz, fark etmediğimiz karakterler var. Onlar sizin dikkatinizi nasıl çekiyor?

Hikâye zaten hayatın bir parçası, özeti. Ben öyle düşünüyorum. Cümleler topluyorum, insanların arasına girince, sokaktan geçerken kulağıma çarpan kelimeler, cümleler… Sonra da işte bu cümleleri bir hikâye haline getiririm. Kahramanlarım böyle; doğrudan birilerinden etkilenerek yazmıyorum hikâyelerimi. Hep toplayarak yakalamaya çalışıyorum.

‘Kıskançlık'taki Şerife ninenin yeni komşuya karşı duyduğu kıskançlık, ‘Boşanma Haberi'ndeki Cavidan'ın, kızı boşanıyor diye duyduğu mutluluk… Öykünüz bu minik anlardan mı yola çıkıyor?

E tabii... Ben o anlara dikkat çekmek istiyorum. Küçük, iddiasız insanların dünyasına bir ayna tutmaya çalışıyorum. İlk hikâye kitabımın adı da “Umursanmayan Kadınlar”. O kadınlar hâlâ var bu toplumda, kimsenin umurunda değiller. Yazdığım hikâyelerle onları yansıtmaya çalışıyorum, onların dünyasının sesi olmak istiyorum.

“Umursanmayan Kadınlar” dediniz, bu son kitabınızda da hep öyle kadınlar var. Çoğu şiddet mağduru. Ama şiddet bir hatıra olarak yer alıyor kadın karakterlerinizin dünyasında. Neden?

Keşke öyle olsa. Baskın olsun istemedim şiddet. Hikâyelerimde kötü karakterler de fazla yoktur. Kötüler var tabii ama bilinçsiz kötü onlar. Kötü yürekli oldukları için değil, hayat onları o hale getirdiği için kötüler. Herkes birbirini ezmeye çalışır. Evet, Şerife nine gibi, küçücük bir şey elde etmiştir, onu kaybetmek istemez, o yüzden de kötüleşir. Aslında o davranışının da mücadelesini kendi içinde verir. Ama sonunda duygularına yenilir. Şiddeti ise hissettiririm. Doğrudan doğruya yazmıyorum. Orada bir kötülük, kadına bir hakaret var. Dayak olmasa bile, bir horlama var. Benim kadınlarım hep ikinci plana itilmiştir.

İlk öykü kitabınızdan bu yana bıkıp usanmadan kadın sorunlarını ele alıyorsunuz. Edebiyatın kadına yeteri kadar duyarlı olduğunu düşünüyor musunuz?

Tabii, her yazar kendi açısından bakıyor hayata, insana. Ben çocukluğumdan itibaren böyle kadınlar gördüm. Benim ailemde olmadı ama komşularımız oldu, kiracılarımız oldu. Onların ezilmişliği beni hep üzmüştür. Onların sesi olmak istedim, yola öyle çıktım. Bu bilinçli bir seçim değildi. Hep bana bizi yaz, bizi yaz dediler farkında olmadan. Ben de yazdım.

Erkek egemenliği yalnız sosyal hayatta değil, edebiyatta da kendini gösteriyor. Kadının her ortamda yok sayılması için ne dersiniz?

Kadınları artık bence bizim kadın yazarlarımızın anlatması gerekiyor. Erkekler kendilerine daha yakın buldukları için herhalde kahramanları hep erkek. Kadılar da olsa bile figüran durumundalar. Ama kadın yazarlar bunu yapabilir. Benim okuduklarımın içerisinde kıyısından köşesinden buna bulaşmış olanlar var. Hayatın her safhasında önce erkekleri görüyoruz. Onlar daha ortadalar ve mücadeleleri de daha aşikâr. Kadınlar hep bastırılmış, itilmiş… Yazan kadınlar bile bütün işleri bitirdikten sonra kaçak bir işmiş gibi oturup yazmaya çalışıyor. Eve gelip de yemek bulmadığında ‘Aferin sana' diyen bir erkek var mı? Benim eşim hariç! Ben eğer Tarık Bey'in daktilosunda yazıyorsam, ki o zaman bilgisayar yoktu, kapıyı kendi açardı, zili bile çalmazdı. Ben kalktığım zaman da ‘Sen kımıldama,' derdi, sen yazmana, çalışmana bak derdi. O yazar olduğu için bunu diyordu tabii. Başka biri olsaydı herhalde öyle demezdi.

YAZMAYA TARIK BUĞRA YÖNLENDİRDİ

Söz açılmışken soralım, ilk öykülerinizi Tarık Buğra hayattayken yazdınız. O sizin yazı dünyanızı nasıl etkiledi?

Ben hep edebiyata meraklı bir çocuktum, hiçbir şey bulamazsam gazete kâğıdından yapılan kese kâğıtlarını çözer, okurdum. Anlatmayı da seven bir insanım. Önceleri, anlattığım için Tarık Bey, ‘bunları yazsana,' demişti. ‘Anlatıp ziyan etme, bunları yaz.' O bir teşvik oldu benim için. Edebiyatla ilgiliydim ama hikâye yazmayı düşünmüyordum, Tarık Buğra'nın beni böyle yönlendirmesine kadar. Düşündüm ve sonra sonra yazmaya başladım.

Yazı pratiği olarak ondan neler öğrendiniz?

Şunu öğrendim... Tarık Buğra asla müsveddeli çalışmazdı. Öncesinde bir çalışması olurdu, okuyarak, düşünerek. Sonra oturduğu zaman da hiç müsvedde yapmadan, daktiloyla çalışırken bile, kâğıdını değiştirdiği çok nadirdir. Ben de öyle çalışıyorum, hiç müsvedde yapmadan. Şimdi bilgisayarda kolay gerçi, ekle yapıştır, kes, at. Ama daktiloyla yazarken de öyleydim. Bunu ondan aldım. O öyle çalışırdı, beni de etkiledi.

“Tarık Buğra'yı ağlamadan anamadım”

“Daha bugüne kadar Tarık Buğra'yı ağlamadan anamadım. Bu bir hastalık gibi oldu bende aslında bunu yenmeyi çok istiyorum ama yenemedim. Tarık Buğra güzel bir insandı, son derece beyefendiydi, zarif bir insandı, sevgi doluydu. O hikâyelerin, romanların sevgisini içinde taşırdı. Ve şu evin içinde, diyelim ki masada oturuyoruz kahvaltı ettik, kalkacağız, bir kez olsun benim önümden yürüyüp gitmemiştir. Kesinlikle orada beni bekler ve önüne alırdı. Öyle bir insandı. Eşi menendi yok. Öyle işte. 21 yıl böyle geçti, hep onunla. O zaten ölmeden önce elimi tuttu ‘Ben hep seninle olacağım' dedi ve gerçekten hep benimle. Ben her yere onu taşırım.”

Konuşmadan anlaşalım

0
0

Fransa'da bir nevi Babam ve Oğlum etkisi yapan Hayatımın Şarkısı/La Famille Bélier, klasik bir başarı öyküsünü dramatik ve mizahi unsurları dengeli bir şekilde harmanlayarak anlatıyor.

Sağır ve dilsiz ailesinin tek konuşan ve işiten üyesi Paula, neredeyse her gün sağır anne-babası ile kardeşinin mecburi çevirmenliğini yapmaktadır. Yaklaşan yerel seçimlerde belediye başkanlığına adaylığını koyan babası Paula'ya daha çok ihtiyaç duyar. O sırada müzik öğretmeni şarkı yarışmasına katılması için Paula'yı teşvik eder. Paula ailesine destek olmakla hayallerinin peşinden gitmek arasında kalır.

Büyü'sün yaz!

0
0

Jean Reno'nun başrolde yer aldığı Dedemle Bir Yaz, Fransa'nın güneydoğusundaki kırsal bölge Provence'ta geçen sıcak bir aile öyküsü;

orijinal ismindeki çağrışımıyla ‘Karayel Düşünceleri'. Paris'te yaşayan Lea, Adrien ve küçük kardeşleri Theo, bir aile sorunu nedeniyle daha önce hiç görmedikleri dedeleri Paul'ün yaşadığı kasabaya gelir. Ne var ki bu ziyaret hiç de bekledikleri gibi bir tatile dönüşmez. Çünkü anne ve babaları boşanmanın eşiğindedir ve babaları evi terk etmek üzeredir. Bu olaylar sonrası her birinin tatili başka bir kaosa doğru sürüklenmeye başlar.

Mızrap'ın söylediği…

0
0

Naif öyküsü ve anlatımıyla dikkat çeken İyi Biri, Ayhan Sonyürek'in ilk uzun metraj filmi.

Antakya'nın Samandağ ilçesinde yaşayan saf, iyi niyetli, tutunamamış Mızrap, ev ve iş bulma umuduyla Mersin'in Mut ilçesinde yaşayan asker arkadaşını ziyarete gider. Köpeğini de yanına alan Mızrap, bu meşakkatli yol boyunca türlü türlü insanlarla karşılaşır. Birbirinden ilginç, komik ve trajik olaylarla karşılaşan Mızrap, geçtiği coğrafyanın panoramasını çizerken insani değerlerde yaşanan erozyonu da seyirciye gösterir.

Ana kuzusuyuz hepimiz

0
0

Sanat eserini sanatçıdan ayrı düşünmek zor. Bazı eserlerin selameti için ise bu ayrılık bir zorunluluk.

Kutluğ Ataman, kritik zamanlarda aldığı pozisyon ve yaptığı tartışmalı açıklamalar ile bu zorluğu zorunlu kılan isimlerden biri. Sinan Çetin ve Kutluğ Ataman filmlerinde en büyük imtihan, izlediğiniz şeyi, yönetmenlerinin kişiliğinden, duruşundan, tutarsızlıklarından bağımsız olarak değerlendirebilmektir. Bu çetin imtihan, bütün eserler için geçerli olsa da bazı isimler söz konusu olduğunda bir hayli ağırlaşır.

Sansür krizinin gölgesinde geçen son Altın Portakal'da en iyi film dâhil beş ödül alan Kuzu'yu bu şerh ile ele aldığımızda matematik hesabı iyi yapılmış bir film görüyoruz. Erzincan'ın bir köyünde sünnet olmaya hazırlanan İsmail adlı çocuğun yaşadıklarından yola çıkarak toplumsal okumaya açık modern bir Medea ve kurban öyküsü anlatıyor.

Köyün en fakir ailesinin hanımı Medine, oğlu Mert'in sünneti için köyde ufak da olsa bir şölen yaparak toplum içerisinde varlık gösterebilmeyi çok arzular. Şölen için tandırda pişirmek üzere bir kuzuya ihtiyacı vardır, ama kuzu alacak kadar paraları yoktur. Bu konuyu havale ettiği kocası İsmail'in tek derdiyse şehre gelen şarkıcıdır. Mert'in ablası Vicdan, kardeşini, eğer düğün için kesecek kuzu bulamazlarsa onu keseceklerine inandırır. Kesilmekten korkan Mert, düğün için kuzu aramaya başlar...

İnişli çıkışlı filmografisinde yıllar sonra memleketi Erzincan'a dönen Kutluğ Ataman, bir erkek çocuğun sünnet travmasından Yunan mitolojisi, dini motifler ve Yeşilçam'a yol alıyor. Mizah desteğiyle birbirine tutunan bu üç sacayağı, yönetmenin doğru hamleleri sayesinde üzerinde pişmekte olan hikayeyi lezzetli bir kıvamda sunuyor izleyicisine. Parodiye kaçmadan Yeşilçam'a saygısını sunduğu gibi, kitsch'leşme tuzağına düşmeden mitoloji, dini ve geleneksel motifleri hikâyesine yerleştiriyor. Ataman'ın çağdaş sanat yönüne atıf yaparak söylersek, enstalasyon gayet başarılı. Karakter düzenlemeleri, replikleri ve kadrajları sayesinde kurduğu Yeşilçam bağı dolayısıyla görsel dilinde yakaladığı tutarlılık da Kuzu'yu güçlü bir film yapmaya yetiyor. Bütün erkeklerin ‘ana kuzusu' olduğu memlekette güçlü kadınların çocuk-büyük demeden erkekleri idare ettiği ya da çekip çevirdiği bir öykü anlatan Kuzu, tıpkı çağdaş sanatlarda olduğu gibi, izleyici katılımına ihtiyaç duyan bir eser. Yönetmeninden bağımsız izleyenler filme kendini daha çok verecek ve sevecektir.

Hüzün de hayata dâhil [VİZYONDAKİLER]

0
0

Oyuncak Hikâyesi serisi, Sevimli Canavarlar ve Yukarı Bak gibi üst düzey animasyonların arkasındaki Pete Docter'ın yönettiği Ters Yüz, ünlü animasyon stüdyosu Pixar'ın yeni ürünü. Sinemanın vazgeçemediği büyüme hikâyelerinden birini konu alan film, Oyuncak Hikâyesi gibi bir animasyon klasiği olmaya aday.

Çocuklarının yedeğinde ‘kerhen' sinemaya giden ebeveynlerin yerini onların elinden tutarak, çoğu zaman da onlardan çok gülerek animasyon filmi izleyen anne-babalar aldı artık. Bu durumu, ebeveyn profilindeki değişikliğe, dönüşüme bağlayabilirsek de bundan daha çok, animasyonlardaki teknolojik ve içerik değişiklikler ile açıklamak daha makul. Hayal dünyasını genişleten görselliğiyle çocuklara, içeriğiyle de büyüklere sesleniyor yeni nesil animasyonlar. Teknik imkânlarda belli bir standardı yakalayan animasyon türü genellikle mizah ve orijinalliği ön planda tutuyor. Büyükleri de hedef tahtasında tuttuğu için, klasik ifadesiyle ‘güldürürken düşündüren', hayata ve insana dair sözler söyleyen animasyonlar daha geniş kitlelere ulaşıyor. Dolayısıyla tematik farklılık, teknolojik üstünlükten daha önemli.

Bahsettiğimiz bu içerik ve tematik orijinalliği sağlayan Ters Yüz / Inside Out, tıpkı Oyuncak Hikâyesi gibi bir animasyon klasiği olmaya aday. Çocukluğa ve insan ruhuna dair söyledikleriyle küçükler kadar büyükleri de yanına çekecek film, bir çocuğun iç dünyasını yansıtıyor. Küçük Riley için hayat, babasının San Francisco'da yeni bir işe başlamasıyla değişir. Amerika'nın orta-batısındaki sakin yaşamı geride bırakan Riley'yi San Francisco gibi büyük bir şehirde yeni bir ev, okul ve arkadaşlar beklemektedir. İçindeki duygular Neşe, Korku, Öfke, Nefret ve Üzüntü ise yeni duruma uyum sağlamakta zorlanır. Riley'nin zihnde yaşayan, günlük hayatında ona tavsiyeler veren duyguları yeni hayatında ufak bir kaosa neden olur…

KLASİK OLMAYA ADAY

Sinemanın vazgeçemediği büyüme hikâyelerinden birini konu alıyor Ters Yüz. Oyuncak Hikâyesi serisi, Sevimli Canavarlar ve Yukarı Bak gibi üst düzey animasyonların arkasındaki Pete Docter'ın yazıp yönettiği film, ünlü animasyon stüdyosu Pixar'ın yeni ürünü. 2006'da Disney bünyesine katılan Pixar, Ters Yüz'de hem Disney'in bildik aile hassasiyetine sadık kalıyor hem de kendi geçmişindeki sıra dışı animasyonların çizgisini yakalıyor. Bir çocuğun doğumundan başlayarak ergenlik öncesi döneme kadar kişiliğini şekillendiren olay ve durumlar etrafında gelişiyor hikâye. Bu bildik temayı orijinalleştiren, yaşananları Riley'nin kafasının içinden, beş temel duygusunun gözünden takip etmemiz. Neşe'nin kreatif direktör konumunda olduğu ekipte Korku, Öfke ve Tiksinti arasında öne çıkan bir başka karakter Üzüntü. Neşe'nin film boyunca engellediği, Riley'nin hayatından uzak tutmaya çalıştığı Üzüntü, finalde kilit bir konuma yükseliyor. Bu durum, hüznün de hayata dâhil olduğunu fısıldıyor.

Son yıllarda animasyon dünyasına sirayet eden ‘kimlik arayışı' Ters Yüz'ün de önemli motiflerinden. Aile, dostluk, dürüstlük, maskaralık/eğlence gibi anıların tasnif edilip yerlerine konduğu iç dünya, farklı renklerdeki ana karakterlerin her birine göre şekillenen sahne tasarımları film ekibinin ince işçiliğinin ürünü. Bir çocuğun iç dünyasına dair tasvirler ve kullanılan renkler göz kamaştırıcı. Rüya biriminin sinemayla ilişkilendirilmesi ve Hollywood endüstrisine göndermelere kapı aralanması filmin zekice bir başka buluşu. Anne ve babanın iç dünyalarındaki sahneler, yetişkin seyirciyi kahkahaya boğacak kadar tanıdık! Ayrıca, kaybedilen anılarla ilgili sahnelerde, ne kadar çok ve belki de kıymetli anıyı unutup gittiğimizi hüzünle fark ediyoruz. Bu yönüyle Ters Yüz, küçükleri eğlendirirken, büyükleri hüzünlendirecek bir yapım.

Muhtemelen devam filmi çekilecek Ters Yüz, her şeyiyle tastamam bir aile seyirliği. Küçüklere sunduğu eğitici-öğretici imkânlar yanında büyükler için bir muhasebe fırsatı ve çocukları anlamada anahtar niteliğinde. Her şeyden öte, insan ruhuna bir yolculuk… En iyisi, Affan Dede'ye para sayıp çocukluğunu satın alan Cahit Sıtkı gibi, çocukluğunuzu da yanınıza alıp Ters Yüz'ü izleyin.


‘Yaşasın sinema'da bu hafta

0
0

İstanbul Fransız Kültür Merkezi ve Başka Sinema işbirliğiyle gerçekleşen ‘Yaşasın Sinema (Vive le Cinéma) programı haziran ayında yeni filmlerle devam ediyor.

Sinemaseverler tarafından büyük ilgiyle karşılanan Fransız filmlerine adanan bu film programında yakın tarihli ve ödüllü 8 Fransız yapımı yer alıyor. Belirlenen filmler Türkçe altyazılı olarak haziran ayı boyunca cumartesi, pazartesi ve salı günleri saat 16.00 ve 19.15 seanslarında izleyicilerle buluşacak. Etkinlik kapsamında bu hafta gösterilecek filmler şunlar: İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin Fransa'da çektiği Geçmiş (Le Passé), Kanadalı genç yönetmen Xavier Dolan'ın Cannes ödüllü filmi Mommy, Çingeneleri ve göçebeleri beyazperdeye taşıyan Tony Gatlif'in son filmi Geronimo ve Bertrand Bonello imzalı Saint Laurent. Filmler, Fransızca dilinde ve Türkçe altyazılı olarak Fransız Kültür Merkezi'nin dijital sistemle donatılan yeni salonunda cumartesi, pazartesi ve salı günleri 16.00 ve 19.15 seanslarında gösterilecek. Gösterimler için bilet fiyatı 10 TL olacak; bilet satışı ise gösterim günlerinde 14.30 ve 19.15 saatleri arasında yapılacak. (0212 393 81 11)

Çocuklar için insan hakları Hollanda'da

0
0

Avrupa Birliği'nin de desteklediği ‘Çocuklar İçin İnsan Hakları ve Sinema' projesi Hollandalı çocuklarla buluştu.

Başak Kültür ve Sanat Vakfı'nın öncülüğünde yürütülen projenin Hollanda ayağı bu hafta Amsterdam'da gerçekleştirildi. Amsterdam bölümünde oyuncu-yönetmen Derya Durmaz, Amerikalı yönetmen-akademisyen Theron Patterson ve Hollandalı eğitmen Mira de Graaf eğitmenliğinde 14-18 yaş arası çocuklarla atölye çalışmaları yapıldı. Eğitimlere ailelerinde Türkiye, Fas ve çeşitli Afrika ülkelerinden göç geçmişi olan çocuklar da dahil, 15 Hollandalı çocuk katıldı. Hollanda'da yapılan atölye çalışmalarında eğitimlerin ilk bölümü olan “İnsan Hakları”nda, yerel koşullar üzerinden “ayrımcılık, ayrımcılık kaynaklı hak ihlalleri ve ayrımcılıkla mücadele amacıyla neler yapılabileceği” vurgusu üstünden gidildi. Çocuklar, İnsan Hakları/Ayrımcılık konularında farkındalık kazanmalarını sağlayan interaktif eğitim çalışmasının ardından, Sinema Atölyesi'nde senaryolarını kendi yazdıkları ikişer dakikalık filmlerini çektiler. Şimdiye kadar Van, Soma, Batman ve Amsterdam'da gerekleştirilen Çocuklar İçin İnsan Hakları ve Sinema Projesi'nin bundan sonraki durakları temmuz ayında Hatay, Tunceli ve Bitlis olacak.

Açıkhava konserleri başlıyor

0
0

Müzikseverler için bir yaz klasiğine dönüşen Harbiye Açıkhava Konserleri önümüzdeki hafta başlıyor.

23 Haziran Salı günü, Türk pop müziğinin değişmeyen süperstarı Ajda Pekkan ile başlayacak konserler 30 Haziran'da Kenan Doğulu ile sona erecek. Ajda Pekkan'ın ardından sırasıyla MFÖ, Birsen Tezel-Bülent Ortaçgil ikilisi, Şebnem Ferah ve Teoman müzikseverler ile buluşacak. Vodafone Smart'ın sponsorluğunda düzenlenen Harbiye Açıkhava Konserleri, Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi'nde gerçekleştirilecek. (biletix)

Türkan Şoray, 24 yıl sonra yönetmen koltuğunda

0
0

Türkan Şoray kızı Yağmur Ünal'ın yapımcılığını üstlendiği film için kamera arkasına geçti.

Onur Ünlü'nün senaryosunu yazdığı filmin hazırlıkları sürerken, çekimler temmuz ayının ilk haftasında başlayacak. Şoray, yıllar sonra yeniden yönetmen koltuğuna oturmanın kendisini heyecanlandırdığını ve mutlu ettiğini belirterek şunları söyledi: “Bu film benim mesleki kariyerimde çok önemli. Türk sinemasına ve seyircisine sorumluluk duygumla bu filme başlıyorum. Filmimizde Yeşilçam filmlerinin tadı olacak gibi hissediyorum. Anlatmak istediğim, önyargının yerine hoşgörünün getirdiği güzellik ve dayanışmanın getirdiği mutluluk. Bu filmi izleyen bir yandan kahkahalarla gülerken belki de aynı anda yüreğinde hüznü hissedecek. En büyük desteğim ekibim ve oyuncularım olacak. Allah mahcup etmesin.” Filmin oyuncu kadrosu henüz açıklanmadı. Senaryosu için bir yıldan bu yana çalışılan filmde bir pavyonun kasabaya taşınması ve etrafında gelişen olaylar konu ediliyor. Daha önce yönetmenliğini yaptığı filmlerde oyuncu olarak da yer alan Türkan Şoray yeni filminde ilk kez sadece yönetmenlik yaparak kameranın arkasında kalacak fakat son dakika sürpriz de yapabilir.

Sınırları kaldıran buluşma

0
0

Bu yıl 22. kez düzenlenen İstanbul Caz Festivali “Ustalarla Buluşmalar” serisinin çok özel bir konuğu var: İranlı söz yazarı ve şarkıcı Mahsa Vahdat. Sanatçı, Norveçli piyanist Tord Gustavsen ve vurmalı çalgılar ustası Fahrettin Yarkın ile birlikte 9 Temmuz Perşembe akşamı 19.30'da İstanbul Erkek Lisesi bahçesinde olacak. Konser öncesi Yarkın ve yeni albümü “Traces of an Old Vineyard” yayımlanan Vahdat ile bir araya geldik.

MAHSA VAHDAT: HAYATIMDA NE OLDUYSA MÜZİĞİME TAŞIDIM

Kardeşiniz Marjan Vahdat ile yaptığınız albümlerden sonra Amerikalı sanatçı Mighty Sam McClain'le bir araya geldiniz ve yaptığınız müzikte bir farklılık oldu. Bu değişimin sebebi ne?

Çünkü ben ve kardeşim ağlamaya, gülmeye, tartışmaya, kavga etmeye çocukken birlikte başladık. Daha sonra sahnede de birlikteydik, müziğe birlikte başladık. Ve bu yüzden de çok fazla bağımız var. Müziğimiz birlikte gelişti, birbirimize ilham verdik ve her anlamda birlikte büyüdük. Bazen insanlar hangimizin o, hangimizin ben olduğunu karıştırdıklarını söylüyor. Benzerliklerimiz yüzünden ‘bir' gibiyiz. Taşıdığımız kültür, gelenek, halk ve bölgesel müzik anlamında da aynıyız. Mighty Sam McClain'le yaptıklarımız ise daha çok iki medeniyet arasındaki aşk düetleri gibi. Daha önce hiç tanışmamıştık, stüdyoda bir araya geldik ve şarkı söylerken başka türden benzerlikler olduğunu keşfettik. Farklı kültürlerden olsak bile özlem, aşk, sevinç, keder şarkılarını söylemek, ortak noktalar bulmak mümkün oldu. Bazı yerlerde kesişip, bazı yerlerde kendi kültürüyle beslendi bu şarkılar. İnsan olarak zaten benzerliklerimiz var, müzikal olarak da bazı benzerliklerimiz oluştu. Ama kardeşimle olan başka bir hikâye tabii ki. Kalpten bağlıyız birbirimize.

Peki, kardeşinizle yeni bir albüm yapmayı planlıyor musunuz?

Evet, ama üç albüm yaptık, birlikte geçirdiğimiz uzun yıllarımızın ürünüydü. Şimdi daha çok solo albümlerimiz üstüne çalışıyoruz. Gelecekte yeniden birlikte bir şeyler yapacağımıza eminim.

Şarkılarınız aynı anda hem ümit hem de keder taşıyor. Bir söz yazarı olarak da dinleyicilerinize vermek istediğiniz ne?

Benim için önemli olan, dinleyicilerime göstermek istediğim şey, kendimim. Benim hayatımı, kaygılarımı, umutlarımı yansıtan bir müzik olmalı bu. Yani benim içimdeki benden ayrılamaz. Ve dinleyiciler de sözlerini anlamasalar bile bu duyguları, kederi ve umudu anlayabiliyorlarsa çok mutlu olurum. Yıllar içinde hayatımda ne olursa olsun bunu müziğime yansıttım. Kendimden ve özellikle ülkemin insanlarından ilham alıyorum; bir kadın şarkıcı için İran'da yaşamanın zor olduğu zamanlarda orada yaşadım. Ama ülkemde olmayı seviyorum. Çünkü onların duygularını da yansıtmayı seviyorum.

Son albümünüzde de Mevlânâ'dan, Ömer Hayyam'dan ve Hafız-ı Şirazi'den şiirler seslendirdiniz. Neden bu üç şair, özel bir bağınız mı var?

Tabii ki, bu şiirlerle büyüdüm. Babam, büyük annem her zaman anlatırdı, okurdu. Büyüdükçe de daha fazlasını aradım. Bu şiirler benim bir parçam, onlarda her zaman hazine buldum. 700-800 yıl önce yazılmış olmalarına rağmen, bizim toplumumuzda mesajları çok yeni. Ve onlar hâlâ yaşıyor; şiirleri, felsefeleri, düşünceleri çok dinamik. Bazen Rumi, Hayyam ya da Hafız okuduğumda, bu şiirlerin dün yazıldıklarını düşünüyorum. Her okuduğumda ya da şarkı olarak söylediğim her seferde farklı bir katmanını keşfediyorum. Yeni nesillerin onlarla iletişimde olmasını da çok önemli buluyorum. Bu şairler bizim için, yüzyılların izlerini taşıyan sığınaklar gibi.

FAHRETTİN YARKIN: KÖKLERİ SAĞLAM OLAN MÜZİK DÜNYAYA ADAPTE OLABİLİR

Ustalarla Buluşmalar konseri için nasıl bir geceye hazırlanıyorsunuz? Neler olacak?

Daha önce Mahsa Hanım'ın nasıl bir icra yaptığını, nasıl ilerleyeceğimizi görmek adına albüm kayıtlarını almıştım. Şu anda neler yapabileceğimiz üzerine karşılıklı görüşüyoruz. Tabii ki, konser öncesi, üç gün boyunca provamız olacak. Aslında bakarsanız her ne kadar İran müziği ağırlıklı görünse de Norveçli bir piyanist ve Türk bir vurmalı enstrümanlar sanatçısı ile bir sentez çıkmış olacak. Konserde ayrıca Türk topraklarından da sürpriz eserler olacak.

Kullandığınız enstrüman caza pek yakın gelmiyor…

Aslında en yakın benim. Türkiye'de ilk caz festivalleri yapılırken Amerikalı cazcılarla ilk çalanlardanım. Yurtdışında birçok caz festivalinde çaldım. Yani caz çok uzak değil; olaya cazın hangi gözlüğüyle baktığınız önemli. Caz ucu çok açık bir müzik. Her toplumun yaşamış olduğu zorluklardan çıkan bir müzik türü vardır. Amerika'da da bu birçok zorluklardan türemiş. Esas içeriğinde de doğaçlama söz konusu. Bizim topraklarımızda da doğaçlama yapıldığı için çok uzak değil. Bu yüzden benim için de son derece yakın gözüken bir proje.

Bu tür buluşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz; müziğe nasıl bir katkısı var?

Kendi öz müziklerini, sesi, enstrümanları koruyarak dünyayla adapte edebilecek seviyedeki insanların bunu yapmaları gerekir diye düşünüyorum. Ama tabii bu buluşmaları yapmak da kolay değil. Türkiye'deki ilk buluşmalardan birini yapan benim. Hemen hemen on yıl önce İş Sanat'ta Zarbang isimli İranlı bir grubu getirmiştim. Konseri dinlediğinizde onda da çok fazla caz alıntıları bulacaksınız. Onu söylemeliyim. Bu buluşmalar son derece sağlıklı. Olmalı, daha fazla olmalı hatta. Yurtdışında da İranlı, Hintli gruplarla, Amerikalı müzisyenlerle bir arada bulunduğum için bunların iyi sonuçlar verdiğini gördüm. Müzik dünyasında şöyle güzel bir söz vardır: Ot, kök üstünde büyür. Sağlam bir kökünüz varsa, ot büyür. Demek ki yaptığınız işin kökleri yere sağlam basıyorsa, dünyayla adapte olması da son derece kolay.

Müziğin evrenselliği bir anlamda böyle mi oluyor?

Bir şeyleri taklit etmektense kendi kökünüzden gelen müziği başka yerlere aktarabilmek... Benim de kendime düstur edindiğim bir şeydir. Amacımız da o. Bu çalışmaların içerisinde çok bulundum. Türkiye'den ilk ve son defa Ermenistan'a Türk müziği yapmaya gittik. Yeter ki aralar düzelsin. Erivan'da bir konser yaptık. Nasıl yaptığımızı gelin bana sorun; nasıl bitirdik o konseri… Bu tip çalışmalar olmalı tabii ama sonuca hemen varmıyor. Sadece siyasi yönlendirmelerle, müzik özellikle daha doğrusu sanat bir yere varmaz. Siyasilerin de kendilerine göre fikirleri vardır ama biz dünya insanı olarak birebir yaşıyoruz. O yüzden özellikle müzikte bazı sınırlar çizilmesine tamamen karşıyım.

Edward Snowden'a sığınma hakkı verilsin

0
0

Almanya'nın ulusal sinema ödülleri Alman Film Ödülleri, önceki akşam sahiplerini buldu.

Sebastian Schipper'in yönettiği Victoria'nın en iyi film ve yönetmen dâhil beş ödül aldığı geceye Edward Snowden çağrısı damga vurdu. Törende en iyi belgesel ödülünü alan Citizenfour'un yönetmeni Laura Poitras, ülkesi Almanya'nın Edward Snowden'a sığınma hakkı vermesi için çağrıda bulundu. NSA dinleme skandalını deşifre eden Snowden'ın yaşadıklarını anlattığı Citizenfour ile Oscar'ı da alan Poitras, “Ülkem, tarihin yanlış tarafında duruyor.” diyerek Almanya'nın bu konuda harekete geçmesi gerektiğini söyledi. Kesik / The Cut filmiyle üç dalda Alman Film Ödülleri'ne aday olan Fatih Akın, geceden ödülsüz ayrıldı. Törende Yaşamboyu Başarı Ödülü ise kostüm tasarımcısı Barbara Baum'a verildi.

Mutluluğun ‘pahalı' mimarisi

0
0

İsveçli yazar Alan de Botton'un Yaşayan Mimari adıyla ünlü sanatçılara tasarlattığı evlerin sonuncusu kapılarını açtı. Günümüz çağdaş sanatının sıra dışı isimlerinden Grayson Perry'nin tasarladığı Britanya'daki bu ev, mimarlık sanatının önemli ve kışkırtıcı işlerinden biri olmaya aday. Yaşayan Mimari projesinin altıncı mekânı olan evde biraz pahalı olsa da konaklamak mümkün.

Musa İğrek Londra

-Mutluluk ile mimari arasında büyük bir ilişki kurulabileceğini söyleyen İsveçli yazar Alain de Botton, insanların mimariye büyük bir kuşkuyla yaklaştığını dile getirerek, mimarinin önemini şu temele dayandırır: “Bizler farklı yerlerde yaşayan, iyi ya da kötü, birbirinden tamamen farklı insanlarız; mimarinin görevi de bizlere ideal yaşantımızın nasıl olabileceğine dair bir fikir vermek.” Button'un bir hayli eğlenceli olan meşhur kitabı Mutluluğun Mimarisi'nde değindiği bu ilişkinin meyvelerini, Yaşayan Mimari (Living Architecture) adıyla ünlü isimlere tasarlattığı evlerde görmek mümkün. Britanya'nın pek çok farklı şehrinde yer alan projenin son evini, şu sıralar İstanbul'da Pera Müzesi'nde Küçük Farklılıklar adlı sergisini görebileceğiniz İngiliz sanatçı Grayson Perry tasarladı. Perry'nin tasarımı tıpkı eserleri gibi renkli ve kışkırtıcı.

2010'da ilk evin kapılarını açan Yaşayan Mimari projesi, Botton'un İngilizlerin eskiye olan aşkına karşı bir duruş niteliğinde. Zira ülkede, özellikle taşrada, farklı mimari yapıları görmek olağan bir durum değil. Botton, bu evlerin insanların modern binalara olan önyargısını da kırmayı amaçladığını söylüyor. İnsanların tatil için pek de yollarının düşmediği yerlere kurulan evler, hem rahatlatıcı hem de eğitici bir amaç güdüyor. Her yıl yeni bir ev yapmayı planlayan ekibin başında Botton yer alıyor. Mimari, mutluluk ve birey üzerine kafa yoran yazarın “Eğer mimarinin karakterlerimizi değiştirdiğine inanmasaydım, bu projeyi devam ettirmezdim.” diyor. Proje de çok ilgi gören kitabı Mutluluğun Mimarisi'nin ardından çıkıyor.

HİKÂYESİ OLAN BİR EV

Ünlü mimarlar tarafından tasarlanan bu evler yıl boyunca tatil maksatlı kiralamak isteyen herkese açık. Yaşayan Mimari projesi, kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olarak faaliyetlerini sürdürürken, Botton'un deyişiyle “çağdaş mimari için bir anıt vakıf” olarak hizmet veriyor. The Balancing Barn, The Shingle House, The Dune House, A Room for London, The Long House ve en son A House for Essex adıyla kapılarını açan bu evlerin kuruldukları bölgelerde hemen dikkati çekerken, ünlü isimlerin de ilgisine mazhar oluyor. Pek çok kimsenin vakit geçirmek için sıraya girdiği evlerde konaklamak için uzun bir bekleyiş süresi var. Fiyatlar ise 3-5 gecelik 6 bin ile 18 bin TL arasında değişiyor ve evde 4-8 kişi kalabiliyor.

Grayson Perry'nin kırsal bir alanda kurduğu yeni ev, tıpkı şu sıralar Pera Müzesi'ndeki işleri gibi hayli ironik ve anlatacak hikâyesi olan bir mekan. Bu ay itibarıyla evde konaklamak isteyenlere kapılarını açan küçük şatoda yer bulmak şimdilik zor. Essex'li Julie adlı kurmaca bir kadın karakterin hayatından yola çıkan eve, komşulardan çeşitli tepkiler var. Kimileri bu mekânın bölgeye hareketlilik getireceğini düşünürken kimileri de böyle bir kurgunun yaşadıkları yerle uyuşmadığı ve karşılığı olmadığı görüşünde. Fakat, Perry bu anıtsal eserinden bir hayli memnun gözüküyor.

Felsefeden yaşam koçluğuna (İstanbul'da da şubesi olan Hayat Okulu) geçiş yaptığı projeleriyle eleştirilen Alan de Botton'un ‘Yaşayan Mimari' projesi ‘kâr amacı gütmeyen bir mekân' olarak gösterilse de ünlü yazarın ‘Mutluluğun Mimarisi' adlı kitabındaki şu cümle hafızalardaki yerini koruyor: “Büyük mimarî; yapıtlar ortaya koyma hırsına kuşkuyla yaklaşmak için pek çok neden var.” Daha da önemlisi yine Botton'ın dediği gibi, “Mutluluğumuzu bir gün lavın altında kalacak, bir kasırgada yerle bir olacak, bir çikolata ya da şarap lekesiyle güzelliğini kaybedecek şeylere bağlamamamız gerektiğini savunan eski çağ filozofları ne kadar da haklı diye düşünmeden edemiyor insan.” (http:www.living-architecture.co.uk)


Mizahsız bir dünya mı?

0
0

Aylık hayat ve sanat dergisi Yedirenk haziran sayısında, Türkiye'nin yakın mizah tarihinin en iyi tanıklarından Vedat Özdemiroğlu'nu ağırlıyor.

Son olarak Niyazi Gül Dörtnala filminin senaristliğini de yapan usta mizah yazarı Vedat Özdemiroğlu Don Kişot, Yeşilçam ve Gırgır dergisini içine alan geniş alanda, günümüzdeki örneklerle 'mizah'ı anlatıyor. Söyleşinin başlığı bile okunmayı hak ettiğine dair iyi bir ipucu: "Mizahsız dünya cehennemdir!" Dergide bu ay ayrıca Türkiye'ye de konser için gelen Tunuslu udi şarkıcı ve besteci Dhafer Youssef, tasavvuf müziğiyle keman konçertosunu renklendirecek olan İrlandalı sanatçı Ciaran Hope ve İskandinav müziği yapan Ukraynalı grup Spiritual Seasons ile yapılan söyleşiler müziği her alanda öne çıkarıyor. Fotoğrafçı Sebastião Ribeiro Salgado'nun yaşamını ve Picasso'nun hayalleriyle yola çıktığı Paris'teki ilk sergisini keyifle okumak mümkün. Bu ayın tiyatro yazısı ile "Tanzimat'ın Moliere'i Mehmet Şakir" hakkında. Usta ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu'na dair ayrıntılı yorum ve belgelerin de yer aldığı Yedirenk, günümüz tasarımlarından Mardin'de düzenlenen bienale kadar güncel sanat haberlerine kadar zengin içeriğiyle sanat severleri bekliyor. www.yedirenkdergi.com.

Bir göz, bir makine ve Ara Güler...

0
0

Foto muhabiri Ara Güler'in fotoğraflı biyografi kitabı ‘Bir Göz Bir Makine ve Gerçek' kitabı Fotoğrafevi Yayınları tarafından yayınlandı.

Ara Güler'in dedesinden başlayıp bugününe kadar uzanan hayatını anlatan kitabı yayına, sağ kolu Fatih Arslan hazırladı. Kitapta, Güler'in yanı sıra Orhan Pamuk, Zülfü Livaneli, Doğan Hızlan'ın ve çok sayıda Ara Güler dostunun yazıları yer alıyor.

Sanatta koalisyon çoktan kuruldu

0
0

Yaz gelince büyük şehirlerdeki galerilerin bir kısmı kapanır, bir kısmı da karma sergiler açar. Bu sene, siyasî; gündemden etkilenen bazı galeriler, ‘karma'ların adını değiştirip ‘koalisyon' yaptı. İlk sergi çarşamba günü başlıyor.

Yaz güzel bir mevsimdir ama kültür-sanat camiası için ölü geçer. Konserler dışında, tiyatro, sinema salonları ile sanat galerileri boşalır. Büyükşehirlerdeki sanat galerilerinin bir kısmı kapanır, Ege ve Akdeniz sahillerindeki şubelerine taşınırlar. Mine Sanat Galerisi, Nurol Sanat Galerisi, Evin Sanat Galerisi bu galerilerden bazılarıdır. Galerilerin diğer bir kısmı da ‘yaz karma'ları adı altında yeni sergiler açar. Gelenekselleşen sergiler bile vardır. Bu sene, siyasi gündemden etkilenen bazı galeriler, ‘karma'ların adını değiştirip ‘koalisyon' yaptı. Galata'daki D'art Sanat Galerisi, “Koalisyon” adlı seramik sergisini 24 Haziran'da açıyor. 16 Mayıs-6 Haziran tarihleri arasında düzenlenen İstanbul Seramik Sanat Günleri'ne katılan 200'den fazla sanatçının 41 eseri yaz boyunca galeride görülebilecek.

Yaz sergilerinin birkaç amacı olduğunu söyleyebiliriz. İlki, genelde galeriler, kendi özel koleksiyonlarıyla genç sanatçıların enerjisini birleştirip camiayı yeni isimlerle tanıştırmayı arzular. İkincisi, galeri boş durmasın fikridir. D'art Sanat Galerisi'nin sahibi Duygu Bağlan, “İstanbul'da yaz gelince galeriler kapanıyor, tatil yörelerinde açılıyor. Bizim galeri kapatmak gibi bir lüksümüz yok. Bu nedenle kendi aramızda da olsa koalisyon oluşması hoş oldu. Henüz siyasiler bir araya gelip bir hükümet kuramadılar ama biz sanatçı koalisyonunu çoktan kurduk.” diyor. İstanbul'da dört ayrı mekanda gerçekleştirilen ve 6 Haziran'da sona eren İstanbul Seramik Günleri'nde sergilenen eserlerden 41'nin ‘koalisyon'da bir araya getirilmesinin önemli bir nedeni var. Bağlan, sebebini şöyle açıklıyor: “Bizim en büyük hedefimiz seramiğin de satılacağını göstermekti. Seramik Günleri'nde bunu tahminimizin çok ötesinde yaşattık sanatçılara. Çok güzel satış oldu. Yüzde 60 yabancı, yüzde 40 yerli alıcımız vardı diyebilirim. Yabancılar başka bir ülkeden eser aldıklarında gümrük sorunu yaşıyorlar ama Türkiye'den bir-iki sanat eseri aldıklarında bir şey ödemiyorlar. Keşke bunun detayını öğrenip daha çok teşvik edebilsek. Seramik sanatını alıcıyla daha fazla buluşturabilmeyi amaçlamıştık, bunu başardık, galerimizde de aynı enerjiyle yaz boyunca devam edeceğiz.”

Diğer koalisyonlardan...

Tem Sanat Galerisi, yaz etkinliklerine 22 Eylül'e kadar Nişantaşı'ndaki iki katlı mekanında açacağı çağdaş ustalardan genç sanatçılara uzanan karma resim, heykel ve fotoğraf sergileriyle sürdürüyor. 15 Haziran'da açılan ilk sergide Adnan Varınca, Gökşin Sipahioğlu, Ömer Kaleşi, Alecos Fassianos (Yunanistan), Nevin İşlek, Güngör İblikçi, Yuri Kuper (Rusya), Hale Sontaş, Mehmet Güler, Zeki Fındıkoğlu, Hüseyin Ertunç, Abdulkadir Öztürk, Angelos Panayiotidis (Yunanistan), Fuat Acaroğlu, Gülden Artun, Nur Özalp, Talat Enlil, Devabil Kara ve Özlem Özkan'ın eserleri yer alıyor. (www.temartgallery.com)

Mine Sanat Galerisi, Bodrum Yalıkavak'taki şubesinde çağdaş sanatın önemli isimleri Halil Akdeniz, Bedri Baykam, Bubi ve Yusuf Taktak, ‘Dört Taraf' isimli sergiyle 25 Mayıs'tan bu yana ağırlıyor. (www.minesanat.com)

Kılınçarslan, Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı (KAV), bünyesinde bulunan KAV Sanat Galerisi ve KAV Genç Sanat, bu yıl üçüncüsü düzenlenen karma sergiler 10 Haziran'da açıldı. KAV Sanat Galerisi'nde Adnan Turani, Altan Çelem, Aydın Ayan, Bünyamin Balamir, Cihat Aral, Çiğdem Buçak Telli, Devrim Erbil, Emin Öztürk, Gülten İmamoğlu, Gürol Sözen, Hanefi Yeter, Reyhan Abacıoğlu, Saim Erken, Süleyman Saim Tekcan, Tansel Türkdoğan, Tunç Tanışık ve Utku Varlık gibi farklı kuşaklardan 20'ye yakın usta sanatçının eserleri görülebilir. (www.kavvakfi.org.tr)

Mehmet Güleryüz sergisi uzatıldı

0
0

İstanbul Modern'de 8 Ocak'ta açılan “Ressam ve Resim: Mehmet Güleryüz” retrospektif sergisi 26 Temmuz'a kadar uzatıldı.

Süreli Sergiler Salonu'nda yer alan sergiye, Güleryüz'ün yeni ürettiği “Titian'a Saygı: Marsyas ve Apollon” başlıklı çalışması da eklendi. Serginin uzatılması ve yeni yapıtın sergiye eklenmesine paralel olarak Mehmet Güleryüz ve serginin küratörü Levent Çalıkoğlu, 2 Temmuz Perşembe günü saat 18.30'da bir söyleşi yapacak.

Kültür-sanat medyası tartışılacak

0
0

Mixer ArtWriting Türkiye projesinin üçüncüsü 27 Haziran Cumartesi günü Tophane'deki Mixer'de gerçekleştirilecek.

‘Sanat Medyası Laboratuvarı' adı altında düzenlenecek panelde kültür sanat haberciliği, yazarlığı tartışılacak. Panelin katılımcıları; Evrim Altuğ (Cumhuriyet Gazetesi), Canan Aydın (BirGün Gazetesi), Yasemin Bay (İstanbul Art News), Cem Erciyes (Radikal), Nazlı Pektaş (bağımsız sanat yazarı) ve Ayşegül Sönmez (Sanatatak). Türkiye'de sanat haberciliğinin güncel durumuna ışık tutmak amacıyla iki yıldır gerçekleştirilen Mixer ArtWriting Türkiye, sanat yazımı ve eleştirisi ile ilgilenen kişilerin bir araya gelip birbirlerinin tecrübelerinden faydalandıkları, konunun uzmanlarının düşünce ve deneyimlerini aktarabildiği bir platform. Proje dahilinde Türkiye'de sanat eleştirisi kitapları da yayınlanıyor.

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live