Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Koleksiyonerlerin gözdeleri

$
0
0

Fransız yazar Antoine de Saint-Exupéry’nin ‘Küçük Prens’ kitabının Türkiye’deki 48 koleksiyoneri geçen hafta Ankara’da bir araya gelip kitaplarını sergiledi. Kitap koleksiyonerliğinde Küçük Prens’ten sonra ilk üç sırayı Robinson Cruose, Tenten ve Don Kişot alıyor. Onları Peter Pan, Martı, Pinokyo takip ediyor.

Kitap koleksiyonerliği, tarihi hayli eskilere dayanan bir tutku. Her çağda ve her ülkede dünyanın en iyi kitaplarını ve koleksiyonlarını elde etmek için diyar diyar dolaşan, servet harcayan iflah olmaz kitap düşkünleri var. Bunlardan kimi belli konulardaki kitapları biriktirir, kimi aynı kitabın onlarca farklı baskısını. Ancak bazı eserler var ki dünyada milyonlarca insan için biriktirilmeye, uğruna ülke ülke gezmeye, bir tanesi için yüz milyonlar ödemeye değer. Bunlardan biri de geçen hafta Ankara’da sergisi düzenlenen Küçük Prens... Bir süredir farklı kentlerde düzenlenen sergi, dünyanın her yerinde yayımlanmış versiyonları toplayan 48 koleksiyonerin katkılarıyla oluşturulmuş. Bu sergiden yola çıkarak Küçük Prens gibi küresel anlamda meraklıları olan başka kitaplara, onlarla igili yapılanlara kulak kabarttık. Görüştüğümüz sahaflara ve alanın uzmanlarına göre bu türden sayılabilecek birçok eser var. Ancak ilk üçte hangi kitapların yer aldığını sorduğumuzda Robinson Cruose, Tenten ve Don Kişot hepsinin ortak sıralaması. Yüzlerce koleksiyoneri olan kitaplar arasında sayılan diğer kitaplar ise Peter Pan, Martı, Pinokyo geliyor. “Türkiye’de Kitap Koleksiyonerleri ve Sahaflar” kitabının yazarı Rıfat N. Bali’ye göre bir kitabın çok farklı dillere çevrilmiş olması koleksiyonerlerin ilgisini çekmek için önemli bir sebep. Zira hem Küçük Prens’in hem de saydığımız diğer eserlerin ortak özelliği basıldıkları tarihten bu yana yerel diller de dahil, yüzlerce farklı dile tercüme edilmiş olmaları.

Robinson Cruose:Dünyada en çok dile çevrilen ve koleksiyonerleri olan kitap denilince, en başta Robinson Cruose akla geliyor. Gezegen Sahaf’tan Sedat Yardımcı, kitabın Karamanlıca dâhil birçok yerel dile çevrildiğini söylüyor. Yardımcı, Türkçenin Ortodoks Hıristiyanlar tarafından konuşulan ağzı olarak bilinen Karamanlıcayı, “Yunanca harflerle yazılmış Türkçe.” şeklinde tanımlıyor. Eserin ilk baskılarından çeşitli dillerdeki tercümelerine kadar onlarca farklı halini toplayan koleksiyonerleri var. Daniel Defoe’nun 1719 yılında yazdığı ve ‘kült kitaplar’ arasında sayılan eser aynı zamanda ilk İngilizce roman. Daha sonra aradan geçen 300 yıl boyunca, yüzlerce farklı dile çevrildi. İngiltere’de yaşayan Alman asıllı orta sınıf bir ailenin oğlunun dünyayı gezme serüvenini anlatan roman, bugün koleksiyonerlerin müdavimi olduğu online antika kitap satış sitelerinde en çok arananlar arasında. Sedat Yardımcı, kitabın bazı baskılarının milyonlarca dolara satıldığını söylüyor. Indiana Üniversitesi kütüphanesinin web sitesinde ise adeta küçük bir Robinson Cruose koleksiyonu oluşturulmuş. Burada kitabın onlarca farklı baskısı meraklılarına tanıtılıyor.

Tenten:Kitap koleksiyonerlerinin vazgeçilmezlerinden biri de Tenten, orijinal ismiyle Tintin. Dünyanın her tarafından Tenten severlerin buluştuğu Tintinologist adlı bir site bile var. Sitede iki yüzü aşkın kişi kendi elindeki Tenten’in çeşitli dillerdeki çevirilerini, ilk baskılara ait fotoğraf ve bilgi gibi içerikleri diğer meraklılarla paylaşmış. Belçikalı çizer Herge’nin 1929 yılında kaleme aldığı çizgi roman, zamanla çocuklardan çok, büyüklerin müdavimi olduğu bir eser haline geldi. Farklı ülkelerden yüzlerce koleksiyoneri olan Tenten için Türkiye’de akla gelen ilk isim, Çağrı Çalışır. Çocuklukta başlayan ilgisi ileriki yaşlarda profesyonel arşivciliğe dönüşen Çalışır, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da önemli Tenten koleksiyonerleri arasında. Çalışır, elinde Türkiye’de basılmış ilk Tenten kitaplarından, son basılana kadar birçok eser bulunduğunu söylüyor.

Don Kişot: Yazar Rıfat Bali, en çok dile çevrilen kitaplar arasında yer alan Don Kişot’un da ciddi sayıda koleksiyonerinin olabileceği fikrinde. Türkiye özelinde araştırdığımızda ise karşımıza Kadıköy’deki Babil Sahaf’ın sahibi Lütfü Bayer çıkıyor. Verdiği bir röportajda Don Kişot kitapları koleksiyonundan bahseden Bayer, kitapların arasında İspanyolca, Osmanlıca, Türkçe ve diğer dillerde çevirilerin olduğunu söylüyor. İspanyol romancı Miguel de Cervantes Saavedra’nın 1605 ve 1615’te iki bölüm halinde kaleme aldığı eser yüzyıllardır farklı milletten okurlar için baştacı olmayı sürdürüyor. Öyle ki dünyanın bir ucundan haberdar olduğu bir baskısı için milyon liralar vermeye hazır koleksiyonerler var. Kitabın meraklıları, oluşturdukları forumlarda birbirlerinin elindeki farklı Don Kişot versiyonları hakkında bilgi topluyor. Antika kitapların satıldığı online alışveriş sitesinde 1864’teki baskısı yaklaşık 300 dolara satılan kitabın daha eski ve farklı dillerdeki baskıları kat kat fazla fiyatlara çıkıyor.


Kırkından sonra yazarlık zor mu?

$
0
0

İngiliz yazar Joanna Walsh, geçtiğimiz aralık ayında “İyi yeni yazar listeleri neden hep 40 yaşın altında?” sorusunu gündeme getirmiş, bu listelerin ‘saçmalık' olduğunu vurgulamıştı.

Edebiyat dünyasında 40 yaş sendromunun varlığını tartışmaya açan bu sözler, epey konuşulmuştu. Bu listelerin sadece 40 yaşın altına odaklanmasını eleştiren Walsh, edebiyatın bir spor müsabakası, bir güzellik yarışması gibi çeşitli yaş gruplarına göre sınıflandırılamayacağını dile getirmişti. Walsh haksız da değildi, zira pek çok yayın mecrasında karşımıza çıkan bu listeleri anlamak epey güç. Bu kırk yaş tartışmasına yeni bir yazar daha eklendi. Çağdaş İngiliz edebiyatının, birçok ödüllere sahip taşlama yazarı David Lodge, geçtiğimiz pazar günü BBC 4 Radyosu'nda, yazarların kırk yaşına kadar en verimli dönemlerini geçirdiklerini, sonrasında ise üretkenliklerinin azaldığını dile getirdi.

Türkiyeli okurların da Yazar, Yazar, Kurgu Sanatı, Dünya Küçük ve Yerleri Değiştirelim gibi kitaplarla tanıdığı 80 yaşındaki Lodge, yeni bir roman yazamayabileceğini belirterek, içine sineceği bir kurguyu bulmakta zorlandığını aktardı. Bir yazar olarak üretkenliğin yaş ilerledikçe zorlu bir sürece girip tıkandığını dile getiren Lodge, özellikle kurmaca eserlerde bu süreçte çok yorulduğunu belirtti. Lodge'un edebiyatta 40 yaş sendromu tartışmasına yeni bir katkıda bulunduğu kesin fakat öte tarafta, kırkından sonra kitap çıkaran yazarlara yardımcı olan oluşumları da hatırlatmak lazım. 2011'de Amerika merkezli Bloom adlı edebi hareket, 40 yaşından sonra ilk kitabını yayımlayan yazarlara destek olmak için bir çalışma başlatmış ve onlara her türlü desteği veren bir platform oluşturmuştu. Edebi üretimin tıpkı yazının kendisi gibi biricik bir uğraş olduğu kesin, bunu yaş ile sınırlandırmak biraz tartışmalı bir hal alsa da her yazar için bu İlhan Berk'in deyişiyle bu cehennemin hararetinin ne zaman sonlanacağını kestirmek zor. Charles Bukowski'nin 49, Henry Miller'in 40; Raymond Chandler'in 51 ve George Eliot'ın 50 yaşında ilk kitaplarını yayımladıklarını da bir kenara yazalım.

Baykal Saran Tiyatro Ödülü verildi

$
0
0

Türk tiyatrosunun unutulmaz ismi Baykal Saran anısına, bu yıl dokuzuncusu verilen Baykal Saran Yılın Tiyatro Sanatçısı Ödülü'nün sahibi dün Ankara Akün Sahnesi'nde düzenlenen toplantıyla açıklandı.

Lemi Bilgin, Atila Sav, Rüştü Asyalı, Selçuk Yöntem ve Erkal Saran'dan oluşan seçici kurul, 2014-2015 Baykal Saran Yılın Tiyatro Sanatçısı Ödülü'ne “Tesadüfen Kadın Elizabeth” oyunundaki yorumuyla Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçısı Fulya Koçak'ı layık gördü. Baykal Saran Yılın Tiyatro Sanatçısı Ödülü, 28 Temmuz 2006 tarihinde vefat eden Devlet Tiyatroları sanatçı ve rejisörü Baykal Saran adına 2006-2007 tiyatro sezonunda verilmeye başlandı. Daha önce Benian Dönmez, Durukan Ordu, Erdal Beşikçioğlu, Servet Pandur, Tolga Tekin, Gülin Ersoy, Sükun Işıtan ve Dilek Bozkurt'un layık görüldüğü ödülün 9. sahibi, Dario Fo'nun yazdığı, Ferdi Değirmencioğlu'nun yönettiği Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahnelenen “Tesadüfen Kadın Elizabeth” oyunundaki performansıyla Fulya Koçak oldu.

Fransız seyircisine Türkiye'den üç oyun

$
0
0

İstanbul Tiyatro Festivali, Fransa'nın önemli sanat kurumlarından biri olan Théâtre de la Ville tarafından düzenlenen Chantiers d'Europe festivalinin destekçilerinden biri oldu. Bugün başlayan Chantiers d'Europe festivalinde bu yıl İstanbul Tiyatro Festivali'nin desteğiyle Türkiye'den ‘İstenmeyen', ‘Aalst' ve ‘Büyülü Ağaç' sahnelenecek.

Yeni sanatçıların keşfedilmesini amaçlayan Chantiers d'Europe, Théâtre de la Ville tarafından Paris'te düzenleniyor. Her yıl yeni bir ülkeyi programına katan festivalde bu sene Türkiye'den de gösteriler yer alıyor. Chantiers d'Europe'ta, prömiyerini 19. İstanbul Tiyatro Festivali'nde yapan ve Ceren Ercan'ın yönettiği İstenmeyen (27 Haziran), 2014 yılında prömiyerini Salon İKSV'de yapan Polonya-Türkiye ortak yapımı Aalst (13-14 Haziran) ile festivalin çocuk ve gençlik oyunları bölümünde yer alacak Cengiz Özek'in Büyülü Ağaç (20-21 Haziran) gösterileri sahnelenecek.

18. ve 19. yüzyıl oyunlarından yola çıkarak hazırlanan Büyülü Ağaç'ta, bir Karagöz oyununda görülebilecek her ayrıntı var. Fakat söz bu kez en az seviyede. Karagöz'ün otantik çalgıları nareke ve def, oyunun örgüsü içinde dramatik gerilimi sağlamak üzere etkin bir biçimde yer alıyor. Ayrıca oyunun çevre kirliliğini konu alan iskeleti, güncel sorunlara değinmesinden dolayı seyirci ile sessiz bir iletişim kuruyor ve bu iletişim oyunun dünya sahnelerinde sık sık yer almasını sağlıyor. Büyülü Ağaç'ın 10 yılda 500'den fazla gösteri yaptığını da belirtelim.

Chantiers d'Europe 28 Haziran'a kadar Paris'te birçok farklı mekânda gerçekleştirilecek. Festivalde Türki-ye'nin yanı sıra İtalya, Polonya, Portekiz ve Yunanistan'dan müzik, dans, tiyatro ve performans alanında çeşitli yapımlar da yer alacak. (tiyatro.iksv.org)(www.theatredelaville-paris.com)

Şiirin ölümü üzerine

$
0
0

‘Şiir öldü mü?' Bu soru, öteden beri sorulur. Hangi gerekçeyle sorulduğunu merak edersiniz elbet. Genellikle, şiir kitaplarının satılmayışından söz edilir ve artık insanların şiir kitabı almadıkları gerekçe olarak öne sürülür.

Başka gerekçeler var mı, bilmiyorum ama şiir kitaplarının ‘çok satan kitaplar' listesinde yer almayışı ile şiirin ölümü arasında hiçbir ilişki kurulamaz. Türkiye'de ‘roman'ın bir yazınsal tür olarak öne çıktığı, şiirinse, görece olarak çok daha geriye itildiği söylenebilir ve bu da anlaşılır bir şeydir. Gelgelelim, Türkiye'de şiir okurunun sayısında bir azalma olmamıştır ki! Roman türü yapıtları satın alanların sayısı artınca, şiir okurlarının sayısı, oran olarak düşmüştür elbet, ama şiir kitaplarının satışında bir azalma yoktur. Bundan yirmi yıl önce de, bugün de, nitelikli okur tarafından satın alınan şiir kitaplarının sayısı 1000-2500 arasındadır. Bir kez daha yineliyeyim: Oran düşmüştür, ama sayı düşmemiştir.

‘Nitelikli okur' dedim, bu çok önemli: Bu tip okurlardan oluşan bir yazınsal izlerçevre vardır ve bu izlerçevre, edebiyat kamuoyunun çok önemli bir kesimini oluşturur. Bir de bu izlerçevrenin dışında şiirle ilgilenenler vardır. Bundan birkaç yıl önce, bir gazetenin okurlardan gelen şiirleri yayımlamak için açtığı sütuna, belleğim beni yanıltmıyorsa, 75.000 şiir geldiği açıklandı idi. Bu durumda akla gelen soru, Türkiye'de 75.000 şair varsa, şiir kitaplarının 1000-2500 satıyor olmasının bir çelişki oluşturup oluşturmadığı sorusudur.

Hayır, bu bir çelişki oluşturmaz. Gazeteye bir haftada 75.000 şiir gönderenler, edebî; izlerçevreyi oluşturan nitelikli okurlar değildir. Bu kişilerin çoğunluğu, dünü ve bugünü ile Türk şiiri konusunda ne yazık ki, hiçbir bilgiye sahip olmadan şiir yazılabileceğini sanmakta olanlardır. Ne örneğin Yahya Kemal'den haberleri vardır, ne Ahmet Muhip Dıranas'tan, ne Behçet Necatigil'den ne de Edip Cansever'den… Duygularını en sıradan biçimiyle dile getirmenin ‘şiir' olduğunu sanmak gafleti!

Öteden beri vulgar Marksist bir poetikanın dayatmasıyla, şiirle hayat arasında zorunlu bir bağ olması gerektiği düşünüldü; somut ve maddî; hayatın doğrudan dahil edilmediği ya da yansıtılmadığı bir şiirden söz edilebilmesine olanak tanınmadı. Bugün bile hâlâ böyle düşünenler var…

Şiirle hayat arasındaki ilişki, bir yansıtma değil, bir dolayım ilişkisidir: Somut ve maddi hayat, şiire, doğrudan değil, dolayımlı olarak (mediated) girer. Daha önce de yazmıştım, yineleyeyim: Adorno, ‘On Lyric Poetry and Society' (‘Lirik Şiir ve Toplum Üzerine') adlı yazısında, lirik şiirin Dünya'nın, Kapitalizm dolayımında ‘şeyleşme'sine (‘reification') ve burjuva ideolojisinin bu ‘şeyleşme'yi gizleyip örtbas etmesine karşı, ‘kendine özgü bir muhalefet'i dile getirdiğini bildirir. ‘[Lirik şiirin] yüceliği, ideolojinin gizleyip örtbas ettiklerini açığa çıkarmasındadır' der. Adorno'nun, bu bağlamda tipik örnek olarak Rilke'nin ‘Dinggedichte'sini (‘Şey Şiirleri') gösterdiğini biliyoruz. Adorno, ‘Dinggedichte'de Rilke'nin ‘şeyleri kültleştirerek Dünya'nın şeyleşmesine ve metaların insan varlığına hâkim olmasına karşı bir tür kendine özgü muhalefeti gerçekleştirdiğini' bildirir.

Paul de Man, ‘Lyric and Modernity' adlı makalesinde, bir Alman eleştirmenin, Hans Robert Jauss'un bu konudaki görüşlerini aktarır. Paul de Man'ın belirttiğine göre, ‘[l]irik şiir alanında Baudelaire'in ismi modern alegorik üslubu ortaya çıkaran kimse olarak geç[mektedir] ve Jauss ‘alegorik üslub'u, ‘işareti olabilecek bir dış gerçekliğine bir referansın olmayışı' olarak nitelendirir. Kısaca, dış gerçekliğe gönderme yapmayan ya da hayatı şiire doğrudan dahil etmeyen bir şiir! Bu şiirde, elbette, (dış gerçekliğe gönderme yapmadığına göre), ‘nesnenin gözden yitmesi', ‘ana tema' olacaktır.

Görülüyor: Kapitalizmin lirik şiirle ilişkisi, ister şeylerin kültleştirilmesi bağlamında, ister (sözcüklerin dış gerçekliğe atıfta bulunmaktan kurtulmaları dolayımıyla) şeylerin gözden yitmesi bağlamında olsun, birbirine karşıt yollardan da olsa, ideolojinin gizleyip örtbas ettiğini açığa çıkarma anlamına geliyor.

Öte yandan hayat, gerçeklik'e indirgense bile, sanatın ve özelde de şiirin gerçeklikle birebir mütekabiliyet ilişkisi içinde bulunması söz konusu olamaz. Hegel'in Estetik'inde sözünü ettiği antik Yunan ressamı Zeuxis'in, gerçeğine tıpatıp benzeyen üzüm salkımları resmetmesi, nasıl ki, Lévi-Strauss'un deyişiyle, bir Sanat eseri olmak şöyle dursun, Doğa'ya bir salkım üzüm daha eklemekten öte bir anlam taşımıyorsa, hayatı birebir yansıtan bir şiir de sanat eseri olamaz. Sanatın amacı, gerçekliğin taklidi ya da yansıtılması değil, gerçeklik duygusu (vraisemblable) uyandırmaktır.

Bunun anlamı şudur: Bir şiirde, somut ve maddî; hayatın şiire doğrudan dahil edilmediğine bakarak, o şiirin hayatla ilişkisi olmadığını sanmak yanıltıcı olabilir. Zira, hayatın asıl dahil olduğu şiirler, çoklukla, hayatı doğrudan dahil etmeyen şiirlerdir. h.yavuz@zaman.com.tr

Katı olan her şey buharlaşır mı?

$
0
0

İstanbul Modern'in The Museum of Modern Art (MoMA) ve MoMA PS1 işbirliğiyle gerçekleştirdiği YAP İstanbul Modern: Yeni Mimarlık Programı'nın ikinci geçici yapısı “Katı Olan Her Şey” ve uluslararası “YAP 2014-2015 Finalistleri” sergisi 9 Haziran'da ziyarete açıldı.

PATTU (Cem Kozar, Işıl Ünal) tarafından tasarlanan, mühendislik ve yapım desteğini Metal Yapı'nın üstlendiği projenin bölgede inşa edilmiş önceki binaların geometrilerini birbirleriyle çarpıştırarak kaotik bir biçime sokan “Katı Olan Her Şey” alanı, 15 Kasım'a kadar aynı zamanda müzenin özellikle gençlere yönelik düzenleyeceği paralel etkinlikler için kullanılacak. Projede finale kalan beş mimarlık oluşumunun önerileri arasından seçilen “Katı Olan Her Şey” adlı proje, İstanbul Modern'in üzerinde bulunduğu bölgenin endüstriyel tarihinden beslenirken, hem geçmişe dair bir hatırlatma yapıyor hem de geleceğe daha eleştirel bakmayı öneriyor. Kozar ve Ünal tarafından tasarlanan bu yapı, 1800'lerden bu yana İstanbul Modern'in bulunduğu alandaki kaybolan yapılara atıfta bulunuyor; güneş ışığında kapanıp, gölgede açılan duvarlara sahip bu yapı ömrünü tamamlayıp yok olan binaların cephelerini çağrıştırıyor. Program koordinatörleri Çelenk Bafra ve Pelin Derviş'in küratörlüğünde 2014 ve 2015 yıllarında Türkiye'de ve diğer uluslararası ortaklar tarafından programa davet edilen finalistlerin projeleri maket, görsel ve videolardan oluşan bir sergiyle İstanbul Modern'in kısa süreli sergi alanında 2 Ağustos'a dek görülebilecek.

Genç Osman'dan Şıkıdım'a, Rus Kızıl Ordu Korosu

$
0
0

Dünyanın en büyük ordu korolarından biri olan Rus Kızıl Ordu Korosu, IEG Live ve Sa Organizasyon işbirliğiyle Türkiye'ye geliyor.

Rusya ile Türkiye'nin diplomatik ilişkilerinin 95. yılı çerçevesinde şarkılarını söyleyecek ekip 13 Haziran'da İstanbul Zorlu PSM'de, 15 Haziran'da ise Ankara Congresium'da sahneye çıkacak. Konserin açılışını İstiklâl Marşı ile gerçekleştirecek Rus Kızıl Ordu'su, konserde Tarkan'dan ‘Şıkıdım', Barış Manço'dan ‘Genç Osman', Pharrell Williams'tan ‘Happy', Daft Punk'tan ‘Get Lucky'ye kadar yerli ve yabancı birçok şarkıyı yorumlayacak. Rus halk şarkılarını, Mozart ve Verdi gibi sanatçıların da opera ve aryalarını söyleyen ekibin, en sevilen şarkıları arasında ‘Katyuşa', ‘Kalinka', ‘Kernina' ve ‘Ave Maria' gibi eserler yer alıyor. 1939 yılında, askerlere ve halka moral vermek amacıyla gösterilerine başlayan Kızıl Ordu Korosu, bugüne kadar 50'den fazla ülkede konser verdi, 20 milyon seyirciye ulaştı. Yaklaşık 120 sanatçıdan oluşan koronun çalıştığı ünlü müzisyenler arasında David Foster, Roger Waters, Jean-Jacques Goldman ve Steve Barakatt gibi isimler yer alıyor. (biletix.com)

Bilge Karasu Notos'ta

$
0
0

İki aylık edebiyat dergisi Notos, haziran-temmuz sayısında çağdaş Türk edebiyatının önemli yazarlarından Bilge Karasu'yu kapağına taşıdı.

Ani Ceylan Öner, Mustafa Arslantunalı, Murat Yalçın, Jale Özata Dirlikyapan, Bahri Vardarlılar ve Semih Gümüş'ün yazılarından oluşan dosyaya Tuncer Erdem de Karasu'nun “Derinde Kör Balık Mavisi” adlı şiirine yaptığı desenlerle katkıda bulunuyor. Bu sayının ilk söyleşi konuğu, Ağlayan Dağ Susan Nehir romanı ile 2008 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı kazanan ve son romanı Ara Tonlar'ı yayımlayan Ayşegül Devecioğlu. Derginin ikinci söyleşisi ise Tom McCarthy ile yapılmış. McCarthy, yarı-kurmaca bir avangart sanatçılar ağı olan International Necronautical Society'nin (INS) genel sekreteri sıfatıyla yazdığı manifestolarla tanınıyor. Dergide ayrıca, “Bir Yazarın Seçtikleri” bölümünde yazar Müge İplikçi, okurların ve yeni yazarların okuması elzem kitapları; Nermin Yıldırım da en çok etkilendiği yazarı; Nilüfer Altunkaya, Kadire Bozkurt ve Gülce Başer kısa sorulara kısa cevaplarla yazarlık serüvenlerini anlatıyor. Dergide Reşat Nuri Güntekin'in “Bayram Efendi'nin Günahı” ve “Geçim Meselesi” adlı yayımlanmamış iki hikâyesi de okuru bekleyen sürprizlerden. (www.notoskitap.com)


Cemil Meriç 99 yaşında

$
0
0

Mütefekkir-yazar Cemil Meriç, doğumunun 99. yılında yarın Eyüp'te anılıyor.

“Hayatı, Düşüncesi, Eserleri, Tanıklıklar ve Değerlendirmeler” başlıklı programın moderatörü Mustafa Çalışan, katılımcılar ise Cemil Meriç'in kızı Prof. Dr. Ümit Meriç, yakın talebesi ve katibi Haluk İmamoğlu. Eyüp Sertarıkzade Tekkesi Kültür Merkezi'ndeki anma programı 19.30'da başlayacak.

Karagöz'ün Moldovalı çırağı

$
0
0

Türkiye'nin dünyaca meşhur gölge tiyatrosu Karagöz'ün günümüzde az sayıda ustası kaldı.

Şimdilerde kimsenin pek ilgi göstermediği Karagöz çıraklığına ise Moldova'dan talipli var. Moldovalı Marina Yüce, Karagöz ustası Haluk Yüce'nin hem eşi hem de 10 yıldır çırağı. Birçok tiyatro oyununda başrol oynayan Marina, Karagöz'ü, erkek bir ustanın seslendirmesi gerekliliği sebebiyle ömür boyu çırak kalacak. Bu durumu asla sorun etmeyen Yüce'yi asıl üzen Türkiye'nin Karagöz'e gerektiği gibi sahip çıkmaması. Uyumlu bir usta çırak olduklarını belirten Marina Yüce, “Evde küsmüş olsak bile oyundan önce mutlaka barışırız.” diyor.

Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans yapmak için 2000 yılında Türkiye'ye gelen Marina Yüce, Karagöz ustası Haluk Yüce ile tanışıp evlenmiş. Karagöz'ü ilk defa Haluk ustanın oyununda seyredip çok etkilenmiş. Marina, 10 yılı aşkın süredir Tiyatro Tempo'da Karagöz-Hacivat oyununda Haluk ustanın çıraklığını yapıyor. Karagöz'ün el becerisi ve çok emek gerektiren bir oyun olduğunu dile getiren Marina Yüce, Karagöz ustasının gelenek icabı hep erkek olması sebebiyle ömür boyu çırak kalacağını ifade ediyor: “Haluk Bey iyi bir usta. Onunla çalışmak ayrıcalık. Hiçbir zaman Karagöz ustası olamamak kötü bir duygu değil. Çünkü; Karagöz böyle bir oyun. Karagöz'ün karısıyla ilgili bir oyun yaparsak o zaman rol alabilirim, seslendiririm. Karagöz sesi çıkarmayı hiç denemedim.”

“Türkiye, Karagöz'e sahip çıkmıyor”

Türkiye'de Karagöz ve onu yaşatmaya çalışanların çok ciddi bir küçükseme ile karşı karşıya kaldığını ifade eden Yüce ailesini festival dolayısıyla gittikleri ülkelerde Karagöz'ün gördüğü ilgi memnun etmiş. Özellikle Uzakdoğu'da gölge tiyatrosunun desteklendiğini hatırlatan Yüce, Türkiye'nin ise Karagöz'e sahip çıkmadığını vurguluyor ve ekliyor: “Ben de bu ülkenin vatandaşı olarak Karagöz'e yeterli değerin verilmemesine üzülüyorum. Karagöz'ün daha iyi yerlerde olmasını istiyorum. Gençler bu işin kolay olduğunu sanıyor. Çok kısa sürede öğrenip yapabileceklerini varsayıyorlar. Halbuki iyi bir usta olmak için uzun yıllar çok ciddi emek sarf etmek gerekiyor. Türkiye Karagöz'ün kıymetini yeterince bilmiyor. Ciddi bir Karagöz müzesi bulunmaması, sahiplenilmediğinin göstergesi. Karagöz tasvirleri tamamen elle yapılan emek ürünleri. Türkiye'den kimse satın almadığı için yurtdışından alıcı bulan bu tasvirler Türkiye'de değil Almanya'daki müzelerde sergilenecek. Bunlar çok üzücü.”

Çok ortaklı romanlar

$
0
0

Yazma eylemi yazar için ‘kendine ait bir oda'da tek başına bir uğraş olmaktan çıkıyor. Yazarların birleşerek ortak bir edebiyat eseri üretmeleri gittikçe yaygınlaşırken, Amerikalı Robinson ve Kovite, Irak işgalini konu alan ortak romanlarıyla bu halkaya eklendi.

Jorge Luis Borges, Arjantinli öykü yazarı Adolfo Bioy Casares ile akşam yemeklerini Casares'in evinde yiyip ardından birlikte yazmaya başladıklarını anlatır. İki yazarın bir masaya oturup aynı metin üzerine çalışması oldukça garip gelebilir fakat onlar, bundan büyük bir keyif alırlar. Ortak metinlerine H.Bustos Domecq diye imza atan iki yazarın deneyimini Borges şöyle anlatır: “Beraber yazdığımızda öyküler kalemden nasıl dökülürse öyle bırakıyoruz, bazen iyi işler çıkıyor, neden olmasın? Her şey bir yana, şu anda çoğul konuşuyorum, öyle değil mi? Yazdıklarımız başarılıysa, öyküler ne tam Casares'ın ne de tam benim tarzım oluyor hatta espriler bile farklı oluyor. Sanki ikimizden üçüncü bir şahıs türettik. Bir şekilde bizden oldukça farklı başka bir şahıs çıkarttık ortaya.”

Yazma eylemi yazar için ‘kendine ait bir oda'da tek başına bir uğraş olmaktan çıkıyor. Yazarların birleşerek ortak eser üretmeleri gittikçe yaygınlaşırken, ortak roman yazma devri pek çok yazar için cazip ve eğlenceli bir hale dönüşmüş durumda.

Amerikalı yazarlar Christopher Robinson ve Gavin Kovite ortak kurmaca yazan yazarlar halkasına katıldı. Irak işgalini anlattıkları “War of the Encyclopaedists” adlı roman, eleştirmenlerin beğenisini kazandı. Her iki yazar, böyle bir işe girişmelerini uzun dostluklarına bağlıyor ve kişilikleri benzeştiği için böyle ortak bir metnin kolayca çıktığını dile getiriyor. Edebiyatta uzun bir geçmişi olan bu ortaklık yeniden gündeme gelirken, dünya edebiyatında pek çok ünlü yazarların ortak metinler yazdığını görmek mümkün. Edebiyatın aykırı sesi Beat Kuşağı'nın iki önemli temsilcisi Jack Kerouac ve William S.Burroughs bunlar arasında. İki yazar 1944'te, Ve Hipopotamlar Tanklarında Haşlandılar'ı kaleme alır. 2001'de ise Jeffery Deaver, Kathy Reichs ve Faye Kellerman'ın aralarında bulunduğu 26 İngiliz polisiye yazarı, “No Rest for the Dead” adlı bir roman yayımlamıştı.

Dostluğun getirdiği kolaylık

Türk edebiyatı da bu ortak yazarlı metinlere aşina. Mesele, Melih Cevdet Anday ve Arif Damar, 1959'da bir araya gelip Yağmurlu Sokak adlı bir roman yazmışlardı. Tercüman gazetesinde yaklaşık 100 gün tefrika edilen roman, 1995'te iki yazarın ortak imzasıyla yayımlanır. Yine 2004'te Murathan Mungan, Elif Şafak, Pınar Kür, Faruk Ulay ve Celil Oker bir araya gelip “Beşpeşe” adlı bir romana imza atmışlardı.

Ortak metinlerin ortaya çıkışı her yazara göre farklı. İki yazar kimi zaman aynı masanın başında kalem oynatırken kimi zaman da farklı ülkelerde birbirlerine yazdıklarını e-posta aracılığıyla paylaşıyor. Kendi imzalarıyla kitaplar yayımlamanın yanı sıra ortak imzalarla işler de üretiyorlar. Farklı yazma ritüellerini (biri sabah biri gece yazıyorsa), uzun telefon görüşmeleri takip ediyor. Genellikle ortak kurmacaya girişen yazarların çoğu birbirini uzun süredir tanıyan dostlar. Bu yakınlık, birlikte metin yazmayı kolaylaştırıyor çünkü her iki taraf da birbirinin eğilimlerini çok iyi biliyor. Fakat nihayetinde süreç iki yazarın çalışma metoduna göre şekil kazanıyor.

Ortak bir romana ve öyküye girişmek her zaman hem okur hem de yazar açısından çok da tatmin edici sonuçlar doğurmayabilir. O ‘üçüncü şahsın' sesi cazip gözükse de Borges'in “Bazen iyi işler çıkıyor ancak bazen de iki taraf birbirini rakip gibi görmeye başlıyor.” uyarısını hatırlatalım… Fakat bu eğlenceli uğraşın temelinde, işe koyulan yazarların dostluğunun yattığı kesin.

Haziranda ölmek zor

$
0
0

Gazeteci Gürkan Hacır'ın yönettiği Haziran Yangını, Gezi eylemlerinde hayatını kaybeden Ethem Sarısülük'ün hikâyesini ve dava sürecini ele alıyor.

2013 Mayıs'ında Taksim Gezi Parkı'nda başlayan eylemlerdeki polis şiddetinin ardından sokaklara dökülen insanlar, ülke genelinde başlayacak protestoların ilk adımını atar. Ankara'daki protestolar sırasında Ethem Sarısülük Kızılay Meydanı'nda başına aldığı polis kurşunu sonrasında 13 günlük hayat mücadelesini kaybeder. Ailesi ise oğullarının kaybının ardından hukuk mücadelesine başlar.

Orman bizi ayırana dek

$
0
0

Issız bir eve ya da kampa gidip seri katillere yem olma klişesi üzerine kurulu Ölüm Ormanı, bu formülü elden geldiğince değiştirmeye çalışıyor.

Buradan, çiftler arası güven bunalımına kapı aralan filmde Jenn, Alex'in ısrarları üzerine Kanada'daki ıssız bir ormanda kamp yapmaya gider. Ormandaki ilk gecelerinde şüpheli bir misafir, kapılarını çalar. Ertesi gün ikili, Blackfoot bölgesi için yola koyulur. Alex yolu hatırladığını iddia etse de ormanda kaybolurlar. Açlık, susuzluk ve doğaya karşı verdikleri yaşam savaşı, çiftin kırılgan olan ilişkilerini daha da zedeleyecektir.

Zoraki ajan

$
0
0

Hollywood'un gözde komedi oyuncularından Melissa McCarthy, Ajan'daki performansıyla yerini sağlamlaştırıyor.

CIA'de analist olarak çalışan Susan Cooper, kritik görevlerdeki rolüne rağmen adı gizli kalan bir kahramandır. Ortağı Bradley Fine ile iyi bir ikili olmuşlardır ancak son görevlerinde Bradley ile kurumun bir başka gözde ajanı Rick Ford'un kimlikleri açığa çıkar. Bunun üzerine, silah ticareti yapan bir şebekeye sızma görevi Susan Cooper'ın olur. Cooper masabaşından ilk kez sahaya adım atacağı bu görevde, içindeki tüm potansiyeli açığa çıkaracaktır.

Bahçıvanın kaos planı!

$
0
0

Yaklaşık bir yıldır Türkiye'de hararetle tartışılan konulardan biri ‘saray'. Mahkeme kararına aykırı imar planıyla başlayan tartışmalar, sarayın maliyeti ile devam etti. Konunun uzmanları, genel seçimi bile etkilediğinden bahsediyor birkaç gündür.

Küçük Bir Karmaşa / A Little Chaos, çok enteresan bir şekilde saray tartışmalarının 1600'lerin Fransa'sında da yaşandığını gösteriyor. Bakın burası çok ilginç: Kral 14. Louis, Paris'in dışındaki Versailles kasabasında yeni bir saray yaptırmak ister. Eski sarayda ‘karafatma'ların fink atıp atmadığını bilmiyoruz. Film bize bu konuda bir şey söylemiyor. Tek bildiğimiz kralın şehir merkezinde canı sıkıldığı ve taşranın sakinliğinde yaşamak istediği. Babasının av köşkü olarak kullandığı araziye görkemli bir saray inşa eder ‘Güneş Kral'. Versailles Sarayı'nın yapımında tuvalet ve banyo düşünülmediğinden (sarayın ilk tuvaletleri yaklaşık yüz yıl sonra yapılır), tuvaletlerin altın kaplama olup olmadığı bilgisine sahip değiliz.

İtibarına çok önem veren dönemin kralı, sarayın bahçesine ayrı bir özen gösterir. Ünlü peyzaj mimarı Andre Le Notre'yi mükemmel bir bahçe tasarlaması için görevlendirir. Le Notre, müteahhitler arasında bir proje yarışması (ihale) düzenler. Le Notre'nin ya da kralın ihale bedelinden yüzde alıp almadığı konusunda film bizi bilgilendirmiyor. Gördüğünüz gibi, filmde cevapsız birçok soru var. Neyse ki Türkiye'de yaşayan sinemaseverler bu boşlukları dolduracak bilgi birikimine sahip. Bu arada, ihaleyi Sabine de Barra adında bir kadın kazanır.

Kralın ve ülkenin itibarının artmasını hazmedemeyen bir kısım çevreler sarayın yapımına karşı çıkar. Bazı iç ve dış mihraklar bahçeye gelen kanalın suyunu açmak suretiyle darbe girişiminde bile bulunur. Fakat kral ve adamları sağlam iradeleriyle olayların üstesinden gelir. Bütün itirazlara ve yüksek maliyetine rağmen saray tamamlanır. Açılışta, herkes tören kostümüyle bahçede ve merdivenlerdeki yerini almıştır. Küçük Bir Karmaşa, fena bir film değil. Hassas seyirciyi rahatsız edecek birkaç sahne dışında geçmişi sorunlu üç kırılgan karakterin birbirini tedavi etmesinin öyküsünü anlatıyor. Kate Winslet'ın uzun süredir üzerinde taşıdığı, hayatın sillesini yemiş, endişeli ve kırılgan kadın portresinden sıkılmadıysanız keyif bile alabilirsiniz. İçerik yönüyle Türkiyeli sinemasever için yeni bir şey yok. Bir süredir izleyip durduğumuz saray hikâyesinin düşük yoğunluklu bir temsili.


Dinozorlaştıramadıklarımızdan mısınız? [VİZYONDAKİLER]

$
0
0

Steven Spielberg'ün 1993'te sinemaya kazandırdığı Jurassic Park'ın yeni versiyonu Jurassic World'de bayrağı Colin Trevorrow devralıyor. Aile bağları, Amerikan muhafazakârlığı gibi blockbuster şablonlarını adım adım takip eden yönetmen, seriye ya da türe yenilik getirme gibi riskli çabalara hiç girmeden ilk filmi referans alıyor.

Hollywood'u devasa bir insan vücudu gibi düşünürsek, 11 Eylül saldırılarına verilen ilk tepki istem dışı panik halleriydi. Bir süre sonra bilinç düzeyine kayan bu tepkiler “yıkılmadık, ayaktayız” mesajlarıyla sürdü. Şimdilerde ise kana karışmış zehir gibi bünyeye yerleşti. Bağımlılık yaptığı için, her yıl belli bir doz alınması gerekiyor. Vietnam'ı 35 yıldır unutamayan, Soğuk Savaş'ın bilinçaltı yansımalarını yeni sürüm fantastik filmlerde su yüzüne çıkaran Hollywood, anlaşılan o ki 11 Eylül travmasını daha uzun yıllar atlatamayacak.

Steven Spielberg'ün 1993'te sinemaya kazandırdığı Jurassic Park'ın yeni versiyonu Jurassic World baştan sona bir 11 Eylül alegorisi olarak izlenebilir. Dinozorların yeniden sinemaya döndüğü film, klasik bir Frankenstein uyarlaması. Serinin ilk filminin etrafında dönen yapım; ırkçılık, cinsiyetçilik ve Amerikan muhafazakârlığı tuzaklarına düşerken 11 Eylül'e de kanca atıyor. Önce hikâye…

Jurassic Park'a ev sahipliği yapan Kosta Rika yakınlarındaki Nublar adası, günümüzde tematik bir eğlence parkı olmuştur. John Hammond'dan parkı devralan Hindu işadamı Simon Masrani (Irrfan Khan), azalan ziyaretçi sayısını artırmak için tehlikeli bir yol seçer. Masrani'nin sahibi olduğu şirket, parktaki dinozorların genlerinden, laboratuvar ortamında yeni bir dinozor üretir. Indominus Rex adı verilen dinozor, kafesinden kurtulunca günde 20 binden fazla insanın ziyaret ettiği adada dehşet saçmaya başlar.

ADA SAHİLLERİNDE BEKLİYORUM

Jurassic Park (1993), sadece dinozorları değil, uzun bir aradan sonra blockbuster'ları da canlandıran bir filmdi. Spielberg'ün Jaws'tan (1975) sonra, Hollywood endüstrisini ve seyirciyi ateşlediği ikinci yapım. Jurassic World'de bayrağı devralan Colin Trevorrow'u bağımsız bilim-kurgu Zaman Yolcuları/Safety Not Guaranteed (2012) filminden tanıyoruz. Trevorrow, gişe sinemasına geçerken ‘garanti' adımlar atıyor. Aile bağları, Amerikan muhafazakârlığı gibi blockbuster şablonlarını adım adım takip eden yönetmen, seriye ya da türe yenilik getirme gibi riskli çabalara hiç girmeden 1993 tarihli ilk filmi referans alarak aynı hikâyeyi yeniden anlatıyor. Belki de bu tercihte yapımcı koltuğundaki Spielberg'ün çizdiği çerçeve etkilidir, bilemiyoruz. Fakat yeni film, kimi görsel hamlelerine rağmen tam bir hayal kırıklığı.

Jurassic Park'ın bilim insanlarının Tanrı'nın ve doğanın çizdiği sınırları ihlal etmesi, kapitalist açgözlülük gibi dertleri yeni filmde ya tamamen rafa kalkıyor ya da geçiştiriliyor. Konu müsait olmasına rağmen -laboratuvar ortamında üretilen dinozorlarla dolu tematik bir eğlence parkı- ABD'deki ‘entertainment' (eğlence) kültürüne dokundurma bile yok. Aksine, bol miktarda ırkçılık ve cinsiyetçilik var. Açgözlü işadamı, yeni zengin sınıflardan bir Hintli; etik tanımaz ‘laboratuvar faresi' ise Uzakdoğulu. Dolayısıyla, adadaki sorunların kaynağına dair adrese teslim karakterizasyonlar.

Filmin esas alegorisi ise 11 Eylül'de vücut buluyor. Jurassic World, zorlama tevillere ihtiyaç bırakmadan, Üsame bin Ladin'i ölümcül bir dinozor olarak resmediyor. Laboratuvar ortamında üretilen tehlikeli yaratık Indominus Rex'in (anlamı hayli ironik: Ehlileştirilemeyen/Efendisiz Kral) kafesinden kaçışı ve bir nevi ABD'yi temsil eden adada dehşet saçması hiç de fena bir buluş değil. Zaten film bir süre sonra Üsame bin Ladin'in yakalanma hikâyesine dönüyor (Zero Dark Thirthy'yi hatırlayalım). Jurassic World'ün bir başka uğrak noktası da Guillermo del Toro'nun Pacific Rim'de öykündüğü ‘Kaiju' türü.

11 Eylül alegorisini tamamlayan darbe ise sona saklanmış. Tıpkı Bin Ladin'in yakalanma süreci gibi Indominus Rex'in yakalanması da ABD'nin ‘ehlileştirdiği' müttefiklerin yardımıyla mümkün oluyor. Düşünün, yılların T-Rex'i bile bir Sam Amca edasıyla adayı (ABD'yi) düşmanlardan temizliyor. Bu tür felaket filmlerinin finalinde alışageldiğimiz muzaffer ABD bayrağı sahnesinin yerini bu kez T-Rex'in adaya hakim bir yere çıkıp ‘cennet vatana' bakarak dosta güven, düşmana korku salan kükremesi alıyor. Böylece, filmin can alıcı sorusu seyircinin kucağına bırakılıyor: Yoksa siz hâlâ dinozorlaştıramadıklarımızdan mısınız?

ŞT'den çocuklara karne hediyesi

$
0
0

İstanbul Şehir Tiyatroları “Çocuk Tiyatrosu'nun 80. Yılı” dolayısıyla öğrencilere karne hediyesi veriyor.

Robert Louis Stevenson'ın eserinden Molcom Morgan'ın uyarladığı, Cem Karakaya'nın yönettiği Define Adası oyunu, yarın saat 14.00'te Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde 7 yaş ve üzeri çocuklar için ücretsiz sahnelenecek.

Akbank Kısa Film Festivali'ne başvurular başladı

$
0
0

Bu yıl 12. yaşını kutlayan Akbank Kısa Film Festivali'ne başvurular başladı.

Ulusal Yarışma ve Uluslararası Yarışma olmak üzere iki ana bölümden oluşan festivale son başvuru tarihi 30 Kasım 2015. 7-17 Mart 2016 tarihleri arasında, Festival Kısaları, Dünyadan Kısalar, Perspektif, Kısadan Uzuna, Belgesel Sinema, Özel Gösterim, Deneyimler, Atölye ve Söyleşi bölümleriyle gerçekleştirilecek Akbank Kısa Film Festivali'nde en iyi filmler 5 bin dolar ile ödüllendirilecek. Yarışmaya başvuru formları, Akbank Sanat'tan ya da www.akbankkisafilmfestivali.com ve www.akbanksanat.com adreslerinden temin edilebilir.

Şerif Mardin'le bir edebiyat dersi

$
0
0

Sosyal bilimler alanına yaptığı ulusal ve uluslararası düzeydeki katkılarıyla anılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şerif Mardin, öğrencileriyle bir edebiyat sohbeti gerçekleştiriyor.

İngiliz romancısı Daniel Defoe ve Endülüslü filozof İbn Tufeyl'in ıssız kahramanları Robinson Crusoe ve Hay b.Yakzan'ı öğrencileriyle tartışacak olan Mardin, bu ilginç iki karakterin temsil ettiği ahlaki ve siyasi birikimlerin günümüzdeki yansımasına ışık tutacak. Faydacı düşüncelerin temsili Robinson ile erdemlere ve kucaklayıcı ufuklara erişmeye hayatını adamış Yakzan'ın, demokrasi, hukuk düzeni, güncel kaygılar ve kısa vadeli hesaplar gibi sorunlara referans niteliğindeki hikâyesinin karşılaştırılacağı program, 15 Haziran Pazartesi günü üniversitenin Doğu Kampüsü'nde saat 13.30'da gerçekleştirilecek. Söyleşide, Mardin'e İstanbul Şehir Üniversitesi İşletme Bölümü Öğretim Üyesi Mustafa Özel eşlik edecek.

Hep geriden gelmenin acısı

$
0
0

Döneminin en güçlü gazetelerinde, dergilerinde çalıştı. Edebiyatın hemen her türünde 100'ün üstünde esere imza attı. Fakat daha çok mizahıyla tanındı, iktidar sahiplerini rahatsız etti ve her zaman tartışılan bir isim oldu. 1995 yılında ölen Aziz Nesin'in 100. doğum günü dolayısıyla açılan “Ömrüne Sığmayan Adam: Aziz Nesin” sergisi, yazarın hayat serüvenini özetliyor.

Tütün Deposu'nun birinci katına çıktığınızda kulağınıza daktilo sesleri geliyor. Bu, hayatını yazıyla geçirmiş Aziz Nesin'i anlatan en isabetli ses belki de. Sesin geldiği tarafa yöneldiğinizde Ara Güler'in 30 yıl arayla çektiği fotoğraflar, Nesin'in yazı masası, tıpkı fotoğraflarda durduğu gibi üstüne yerleştirilmiş gözlük, gözlük kılıfı, masa saati, aydınlatması, telefonu, büyüteci, daktilosu duruyor. Yazarın hayat hikâyesi ise kendi ağzından veriliyor. Asıl adı Mehmet Nusret. Mehmet, çünkü dedesinin ismi, Nusret (başarı, üstünlük anlamında) çünkü ailesi Çanakkale Savaşı'nın kazanılmasını istiyor. Galip Amcası sayesinde okuma-yazma, hat, Arapça öğreniyor ve daha sekizinde hafız oluyor. 7 yaşında 3-5 sayfalık ilk oyununu yazıyor; ilk romanını ise annesini kaybettiği 12 yaşında… Fotoğraf çektirmek günah sayıldığından annesine ait bir fotoğraf bile kalmıyor geriye.

YAZI VE HAPİS DÖNGÜSÜNDE GEÇEN YILLAR

1934 yılında gelen kanunla, ‘Nesin' soyadını alışının hikâyesini kendisinden dinleyelim: “Her türlü yağmada sona kaldığım için, güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime ‘Nesin' soyadını aldım. Herkes ‘Nesin?' diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim, istedim.” 1942 yılında üsteğmenlik yaptığı yıllarda, babasının ismi olan Aziz'le dergilere yazılar göndermeye başlıyor yazar; böylece Mehmet Nusret, oluyor Aziz Nesin. Hikâyenin bundan sonraki kısmında Aziz Nesin'in yazdığı gazeteler, çıkardığı dergiler ve dönem dönem girdiği hapishaneler var. 1944-45 yıllarında Tan Gazetesi'nin köşe yazarlığını yapar, 46'da bu gazete komünist olduğu gerekçesiyle yıkılır. Hiçbir yerde iş bulamayan yazar, Sait Faik ve Rıfat Ilgaz'ın desteğiyle ‘Cumartesi' dergisini çıkarır. Ardından Sabahattin Ali'nin verdiği sermayeyle birlikte ‘Marko Paşa' isimli bir gülmece gazetesi çıkarırlar. Yazdığı yazıdan dolayı bir yıl sonra 10 ay sürecek bir hapis ve sürgün cezasına çarptırılır. Aziz Nesin'in bundan sonraki 48 yılı bu döngüde devam eder. Yazdığı gazeteler, dergiler, çıkardığı yayınlar ve dönüp dolaşıp girdiği hapishaneler...

Erkek Sabahat, Zübük, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Şimdiki Çocuklar Harika gibi 100'ün üzerinde eser veren Nesin, ilk kitabını ancak 40 yaşında yayımlayabilir. Arkadaşları Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Sait Faik, Yaşar Kemal çoktan ünlenmiş ama o, bir anlamda geride kalmıştır. Onlara yetişme telaşı hayatının son yıllarına kadar peşini bırakmaz. Notlar birikir, dosyalar dolar taşar ve Aziz Nesin, kendine sürekli bunu hatırlatır: Vakit daralıyor! 1986 yılında yazdığı notta, dinmeyen yazma açlığını dile getiriyor: “Zamanın kalmadı Aziz, kalmadı. Daha sekiz cilt Böyle Gelmiş'ler yazılacak. ‘Enaz' yazılacak, notları hazır 20 oyun var, çocuk romanları var, pek çok roman, birçok öykü… Dayan Aziz, dayan Aziz!”

Aziz Nesin, mizahi öyküleri, masalları ve oyunlarıyla bir ün kazanırken, iktidarları hep rahatsız etti. Sivri diliyle yağmacılığı, sömürüyü, ikiyüzlü politikacıları kıyasıya eleştirdi. Siyasetçilerin ve köşe dönmecilerin din sömürüsüne karşı çıktı. Fakat öykü ve romanlarındaki din adamı tiplemeleri dindar çevrelerin tepkisini çekti. Yazıp söyledikleri dindarları incitti. Salman Rushdie'nin “Şeytan Ayetleri” romanını Türkiye'de yayımlayacağını duyurunca adeta kıyamet koptu. Aziz Nesin, 6 Temmuz 1995'te öldü fakat Sivas katliamı öncesinde halkı kışkırttığı iddiaları ve Salman Rusdie olayı onu hep takip etti, hatta eserlerinin bile önüne geçti.

“Ömrüne Sığmayan Adam: Aziz Nesin” sergisi, edebiyatımızın bu en çok tartışılan isimlerinden birine daha soğukkanlı bir gözle bakmak için fırsat. İyisi ve kötüsüyle Aziz Nesin... Sergi mekânının üst katında yazarın haber ve yazı dosyaları sergileniyor. Selde hasara uğrayan piyanosu, onunla ve hakkında yapılmış videolar, söyleşiler, kitaplarının ilk ve son baskıları ve aynı zamanda minderli bir okuma alanı da var. Aziz Nesin'i bir de kendi ağzından dinlemek isteyenler, 16 Temmuz'a kadar Tophane'deki Tütün Deposu'na uğrayabilir.

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live