Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

İstanbul Müzik Festivali ‘Şehidin Türküsü’yle başlıyor

0
0

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Borusan Holding sponsorluğunda düzenlenen 43. İstanbul Müzik Festivali, 31 Mayıs Pazar akşamı başlıyor. “Kültürel Manzaralar” temasıyla 29 Haziran tarihine kadar devam edecek festivalde, aralarında Yuri Bashmet, Fazıl Say, Gidon Kremer, Yuja Wang, Magdalena Kožen·, Emmanuelle Haïm ve festivalin bu yılki yerleşik konuk orkestrası Deutsche Kammerphilharmonie Bremen’in de bulunduğu 600’e yakın yerli ve yabancı sanatçı katılacak.

43. İstanbul Müzik Festivali, 31 Mayıs Pazar akşamı saat 20.00’de Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda yapılacak törenle başlayacak. Törende, çok sesli Batı müziğinin gelişip yaygınlaşmasına yönelik çalışmalarıyla Türkiye’nin kültür-sanat hayatına kattığı değer ve 50 yılı aşan eğitimci ile değerli emekleri nedeniyle Prof. Filiz Ali’ye İstanbul Müzik Festivali’nin Onur Ödülü takdim edilecek. Prof. Filiz Ali’nin kurucusu olduğu Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi Festival Orkestrası (AIMA) da festival kapsamında 6 Haziran Cumartesi akşamı 20.30’da Sent Antuan Kilisesi’nde bir konser verecek. Törenin ardından İstanbul Müzik Festivali, Hasan Niyazi Tura’nın festival tarafından sipariş edilen yeni eserinin dünya prömiyeriyle açılacak. Hasan Niyazi Tura’nın Çanakkale Savaşı’nın 100. yılına ithafen, Çanakkale gazisi dedesi anısına yazdığı Şehidin Türküsü adlı eserini şef Sascha Goetzel yönetimindeki Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası (BİFO) ve tenor Serkan Bodur birlikte seslendirecek. Ayrıntılı bilgi için: muzik.iksv.org


Türkiye’nin en büyük müzesi Şanlıurfa’da açıldı

0
0

Şanlıurfa’da Balıklıgöl yakınında 200 dönümlük alana inşa edilen Haleplibahçe Müze Kompleksi önceki gün açıldı.

Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi, Arkeopark ve Edessa Mozaik Müzesi’nden oluşan kompleks, 34 bin metrekare kapalı alanıyla Türkiye’nin en büyük müzesi olma özelliğini taşıyor. Sadece Neolitik Dönem’e ait 500 eserin teşhirde olduğu müzenin tamamı gezildiğinde 4,5 kilometre mesafe kat edilmiş oluyor. Müzede Paleolitik Çağ’dan İslamiyet dönemine kadar yaklaşık 10 bin eserin yanı sıra Göbeklitepe’deki kazılardan çıkan buluntular, insan boyutlarındaki en eski heykel ile canlandırmalar da bulunuyor. Müslüm Ercan’ın müdürlüğünü yaptığı Haleplibahçe Müze Kompleksi’nin yapımına 2012 Ağustos ayında başlanmıştı. Bir yıl boyunca giriş ücretinin 5 TL olacağı müze, yazın 08.00 ile 19.00, kışın ise 08.00 ile 17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir.

‘Belgeseli görmemiş olmasına üzülüyorum’

0
0

Birçok festivalden ‘En İyi Belgesel' ödülüyle dönen Tepecik Hayal Okulu, geçtiğimiz hafta gösterime girdi. Yönetmen Güliz Sağlam ile 2009'da kaybettiğimiz sıra dışı yönetmen Ahmet Uluçay'ın hayatını anlattığı belgeselini konuştuk.

Ahmet Uluçay ile ne zaman, nasıl tanıştınız; belgesel süreci nasıl gelişti?

Doksanların sonuna doğruydu, yönetmen yardımcılığı yapıyordum. Ahmet Uluçay ile İlker Berke aracılığıyla tanıştım. Berke, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminde Uluçay’ın görüntü yönetmeniydi. Aynı zamanda belgeselimizin de yapımcılığını üstlendi. Ahmet henüz Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ı çekmemişti. Kısa filmlerini izlemiş ve çok beğenmiştim. Öyle ki o zamanlar çalıştığım Almanya’dan gelen bir ekibe Ahmet’ten, yeteneklerinden, elindeki uzun metraj senaryolarından ve buna rağmen yapımcı bulamadığından bahsettim. Aslında ilgilenmişlerdi ama arkası gelmedi. Sonra bir karar aldık. Ahmet’i Avrupa’ya tanıtabileceğimiz bir belgesel hazırlayacaktık. Tam elimize kamerayı aldık, bu sefer de onun beyin ameliyatı gündeme geldi. Bu süreç kaçınılmazdı çünkü ameliyat olması gerekiyordu. Bir taraftan da arkadaşları olduğumuz için hastane sürecinin daima içindeydik. İlk çekimlerimiz, hastaneler arasında gidip gelirken başlamış oldu. Amacımız hastalığına yönelik bir çekim yapmak değildi.

TEPECİK HAYAL OKULU

O çekimlerde hastalık sürecinin meşakkatli geçeceğini hissetmiş miydiniz?

Aslında hiç hissetmedik, tam tersine biz şimdi başlayalım sonra devam ederiz diye düşünmüştük. Farklı bir kurgu vardı kafamızda. Hastane çekimleri belgeselin başlangıcıydı. Ama karıştırılıyor ve o anlar son görüntüleri zannediliyor. Oysaki elimizde ona ait Bozkırda Deniz Kabuğu’nun kamera arkası görüntüleri de vardı. Uluçay’ın son görüntüleriydi. Fakat bir tercih olarak belgeselde onları kullanmak istemedim.

Bir konuşmanızda hastane çekimlerini gizli yaptığınızdan bahsetmiştiniz.

Aslında hepsi gizliydi ancak şu vardı, zaten biz hiçbir şekilde resmi başvuru yapmamıştık. Elimizdeki kamera turistik, mini bir kameraydı. Çok fazla dikkat çekmiyordu. Ahmet’le beklerken konuşuyorduk; kimi zaman biz kimi zaman da o çekiyordu. Böylece o kasvetli havayı da bir yandan kırıyorduk.

Peki, neden bir başka isimin değil de Ahmet Uluçay’ın belgeselini çekmek istediniz?

Onu tanıdığımızda tek isteğimiz fikirlerini hayata geçirebilmesiydi. Küçük bir şey yapalım ve adı duyulsun istedik. Birçok yere başvurmamıza rağmen belgesel hep yarım kaldı. Tamamlayamadık. Sonuçta bizim de hayatımızı idame ettirmemiz gerekiyordu. Ben tekrar yönetmen yardımcılığına devam ettim. Sonra araya başka belgeseller girdi ama içimde hep bir ukde kaldı. Tamamlamak istiyordum. Bir süre sonra Uluçay’ı kaybettik ve durum daha çok önem kazandı. Görüntülerin gün yüzüne çıkması gerekiyordu. Eğer ben bu belgesele başlamasaydım sonrasında hiç çekemezdim. İyi ki çekmişiz.

Ahmet Uluçay, belgesel hakkında ne düşünüyordu?

Yapılmasını çok istemişti. Hep bir beklentisi vardı; insanlarla ilişkiler kurulsun, tanışıklıklar olsun. Bu belgeselin de buna vesile olacağına inanıyordu. Üzüldüğüm şey ise belgeseli görememiş olması.

Ahmet Uluçay’ın baskın karakterinden dolayı zorlandığınız zamanlar olmuş. Bu durum işinizi zorlaştırdı mı?

Zor biriydi ve tabii bununla baş etmek de zordu. Eşi Ayşe Uluçay ile görüşmek istediğimde buna karşı çıktı örneğin. Oysa belgeselde eşinin de yer almasını arzu ediyordum. O da “Hayır, Ayşe ile görüşme.” dedi. Ben de “Ayşe olmazsa bu film olmaz.” dedim. Eşi onun hayatında ve kariyerinde çok önemli bir yere sahipti. Filmlerin oluşum sürecinde hep Ayşe var. Bu benim hevesimi kaçırmıştı. O olmaz, bu olmaz, onunla konuşma yahut buna şunu sor gibi müdahaleleri oluyordu. Sinema üzerine çok hoş sohbetlerimiz olsa da konu kadın erkek eşitliği meselelerine geldiğinde ‘ben hallederim’le kapatırdı. Son tamamladığım kurguda ben bu bakış açımı yansıtabildiğimi düşünüyorum.

Süreç boyunca görüntülerde herhangi bir değişim ya da fiziksel hasar oluştu mu?

Görüntülerin yüzde 80’i o döneme ait. Geri kalanlar vefatından sonra yapılan çekimlerden oluşuyor. Şanslıyız aslında görüntüler çok eskimişti ama hayati kayıplar yoktu. Sadece ses ve görüntü teknik olarak bizi biraz uğraştırdı.

Bundan sonra Ahmet Uluçay ile ilgili devam çalışmalarınız olur mu?

Hayır, olamaz çünkü bizim dünyalarımız çok başka. Bu soru bana sıkça soruluyor. Ama yarım kalan filmi için konuşursak, bir film sırf bitirilsin diye çekilmez. Ahmet’in bir derdi vardı. Onun anısı başka türlü yaşatılabilir. Torunu yapabilir belki çünkü sinemayla ilgileniyor ve çizimleri gayet iyi.

Bu soruyu almanızın sebebi, insanların ona dair bir şeyleri hâlâ görmek istemeleri olabilir mi?

O vakit benim kafamda da şu soru işareti oluşuyor. Evet, onu sevdiğini söyleyen çok fazla insan var ama belgesel, festival gösterimlerinde bile çok az kişi tarafından izleniyor. Ben bunu anlayamıyorum. O zaman belgeselin de çok izlenmesi gerekmez mi?

Baksı’nın çocukları hayallerine yürüyor

0
0

Sanatçı ve akademisyen Prof. Hüsamettin Koçan’ın Bayburt’un Bayraktar köyünde kurduğu Baksı Müzesi, 10’uncu yılını bir dizi etkinlikle kutluyor. Baksı, hafta sonunda bu yılın ilk etkinliği olan Bayburt 3’üncü Öğrenci Sanat Şenliği’ne ev sahipliği yaptı.

Resim yarışması, çocuk sanat atölyeleri gibi çeşitli etkinliklerle Bayburt’taki ilk, ortaokul ve lise öğrencilerini 3 yıldır sanatla buluşturan şenlikte çocuklar, renklerle, boyalarla ve çeşitli materyallerle kendilerini ifade edip, hayallerini anlattılar. SOCAR ve Petkim’in sponsor olduğu şenlik haftasonu düzenlenen törenle sona erdi. Bayburt Valisi Yusuf Odabaş, Bayburt Milletvekili Bünyamin Özbek ve Bayburt Üniversitesi Rektörü Prof. Selçuk Coşkun’un da katıldığı törende, başarılı öğrenciler bursla ödüllendirildiler, sertifikalarını aldılar.

Baksı Müzesi’ndeki törende bir konuşma yapan Prof. Hüsamettin Koçan, müzenin Bayburt’a ve bölgeye adanmış, kar amacı gütmeyen bir proje olduğunu söyledi. “Bölgemiz göç veriyor, sosyal ve kültürel erozyon yaşıyor” diyen Koçan, müzenin var oluş amacını şöyle anlattı:

“Baksı Müzesi, göçün öne geçebilmek için bir öneridir, çabadır, samimiyettir, iyi niyettir. Kültürel geleneklerimizin yok olmasına karşı bir direnç oluşturma meselesidir. Baksı Müzesi’nin taşıdığı bu samimi içerik tüm dünya tarafından büyük bir ilgiyle izleniyor. Ve büyük bir takdirle karşılanıyor. Bu nedenle bize Avrupa Konseyi, yılın müzesi ödülünü verdi. Benim tespitim şu, tüm dünya müzelerinin Baksı’ya büyük bir sempatisi var. Bu sempati de bence bizim taşıdığımız samimiyetten ve içerikten geliyor.”

Gelecek hayallerimiz olmalı

Çıktıkları yolda önemli sorumlulukları olduğunu belirten Prof. Koçan, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bizim için gelenek çok önemli, geleneğimizi korumamız lazım ve geleneğimizden bir gelecek üretmemiz lazım. Gelenekle gelecek arasında bir bağlantı kurmak zorundayız. Bizim gelecek hayallerimizin olması lazım. Bu konuda en büyük umudumuz çocuklar. Geleneklerini hatırlayacakları ve kendileri için gelecek tasarlayacakları bir moral içinde olsunlar istiyoruz. Onlarla bir gelecek tasarlamayı düşünüyoruz. Bu çocuk şenliği nedeniyle Türkiye ve dünya 15-20 yıl sonra bu bölgeden çıkmış sanatçılar, mimarlar, tasarımcılar görecek ve onlarla gurur duyacak.”

SOCAR ve Petkim’den geleceğin sanatçılarına destek

Şenliğin sponsoru SOCAR Türkiye Başkanı ve Petkim Yönetim Kurulu üyesi Kenan Yavuz temel felsefelerinin, kültür ve sanatı ticari kaygı gütmeden desteklemek olduğunu söyledi. Türkiye’de dev enerji projelerine imza atan SOCAR’ın, kültür ve sanata koşulsuz katkı sağlamak gibi bir misyon da üstlendiğini belirten Yavuz, şöyle konuştu:

“SOCAR olarak başarımızı, sadece ekonomiye kattığımız değerlerle değil, kültür, sanat ve spor alanlarındaki performansımızla da ölçüyoruz. Çünkü geleceğe bırakacağımız miraslarda izimiz olsun istiyoruz. Kültür ve sanat etkinlikleri, bu çabalarımızda hep ön planda. Memleketim Bayburt’ta, uluslararası sanat dünyasının hayranlıkla izlediği Baksı Müzesi gibi bir projeyi görmekten gurur duyuyorum. Bayburt’un, Baksı’nın çocuklarına destek olmak öncelikli görevimiz. Onlar usta ellerde yetişsinler ki, hayallerine ve Türkiye’nin geleceğine emin adımlarla yürüsünler. SOCAR ve Petkim olarak, sanata-sanatçıya destek sunarak ilerlemekten vazgeçmeyeceğiz.”

2015 Yılının eğitim bursu kazanan öğrencileri belli oldu

Bayburt 3. Öğrenci Sanat Şenliği’nin final programında daha sonra Prof. Hüsamettin Koçan, Petkim Yönetim Kurulu Üyesi ve SOCAR Türkiye Başkanı Kenan Yavuz, Prof. Mehmet Kavukçu, heykeltraş Seyhun Topuz, ressam Mürteza Fidan, modacı Özlem Süer ve öğretim üyesi Elvan Ekren’den oluşan jürinin, ‘Düşlerimdeki Bayburt’ konulu resim yarışmasına katılanlar arasından seçtiği 30 başarılı öğrenciye sertifikaları verildi. 2 bine yakın öğrenci arasından seçilen 15 başarılı çocuk, Baksı Kültür Sanat Vakfı’nın bir yıllık eğitim bursu ile ödüllendirildi.

Murathan Mungan, Boğaziçi’nde

0
0

Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin düzenlediği “Yazar &Şair Buluşmaları’’nın bugünkü konuğu Murathan Mungan.

Moderatörlüğünü Nüket Esen’in yapacağı söyleşi 15.00-17.00 saatleri arasında Boğaziçi Üniversitesi Demir Demirgil Salonu’nda gerçekleşecek.

‘Ellerin Büyüsü’nün son durağı İstanbul

0
0

İlk kez Berlin Üniversitesi’nde hocalık yaparken ünlü sanatçıların ellerle ilgili orijinal eserlerini biriktirmeye başlayan Prof. Dr. Hans Zilch’in 30 yılda oluşturduğu koleksiyonu İzmir, Ankara ve Antalya’dan sonra İstanbul’da sergilenecek.

Her ülkede aynı isimle sergilenen Zilch’in ‘Ellerin Büyüsü’ adlı koleksiyonda Pablo Picasso, Auguste Rodin, Salvador Dali, Eugène Delacroix, Le Corbusier, Man Ray, Joseph Beuys, Georg Baselitz gibi sanatçıların eserlerinin yanı sıra Abidin Dino, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve İbrahim Balaban gibi ünlü Türk sanatçıların eserleri de yer alıyor. İbrahim Karaoğlu küratörlüğünde 3 Haziran’da İstanbul Odeabank O’Art Sanat Galerisi’nde açılacak sergi, 28 Haziran’a kadar görülebilir. Emeklilik yaşamını elin sanata yansıması konulu eserlere ayıran Zilch’in koleksiyonu Mönchehaus-Museum (Kesisevi Müzesi), Goslar Şehir Müzesi ve Hameln Sanatevi’nde sergilendi. Koleksiyon içinden seçilen bazı eserler Berlin ve Davos’ta da yer aldı. “Ellerin Büyüsü’ İstanbul’dan sonra Hamburg’da sergilenecek.

Tahsin Yücel’e saygı

0
0

Türkiye’deki göstergebilim çalışmalarının öncüsü, yazar, eleştirmen ve bilim adamı Tahsin Yücel, 80. yaş gününde yayınlanan “Söylem, Söylen Yazın / Tahsin Yücel’e Armağan” (Can Yayınları) kitabı vesilesiyle anılıyor.

29 Mayıs Cuma günü Fransız Kültür Merkezi’nde yapılacak toplantıya Prof. Dr. Nedret Öztokat, Ahmet Soysal ve Turgay Fişekçi konuşmacı olarak katılacak. Nedret Tanyolaç Öztokat öncülüğünde yayına hazırlanan kitapta, Tahsin Yücel’in çalışmalarının, yazar kimliğinin ve bir hoca olarak kişiliğinin anlatıldığı yazılar ve Yücel’in eserleri üzerine incelemeler yer alıyor. Kitaba katkıda bulunan; Nuran Kutlu, Nilüfer Kuruyazıcı, Turgay Fişekçi, Osman Senemoğlu, Bahadır Gülmez, Sündüz Öztürk Kasar, Emel Ergun, Feridun Andaç, Kubilay Aktulum, Hanife Nâlân Genç, Ali Tilbe, Buket Altınbüken, Selin Gürses Şanbay da toplantıda olacak.

‘Yusuf ile Züleyha’ yeniden opera sahnesinde

0
0

Türk operasının usta sanatçısı Okan Demiriş’in bestelediği ‘Yusuf ile Züleyha’ operası, 6. Uluslararası İstanbul Opera Festivali kapsamında 11 ve 12 Haziran tarihlerinde İstanbul Süreyya Operası’nda sahnelenecek.

Prömiyeri 1990 yılında yapılan eser, Okan Demiriş yönetiminde ve Cüneyt Gökçer rejisiyle Atatürk Kültür Merkezi’nde sahnelenmişti. İlk başrollerinde Leyla Demiriş ve Ende Arman’ın yer aldığı Yusuf ile Züleyha, 25 yıl boyunca Ankara, İzmir ve Mersin’de izleyici karşısına çıktı. (www.biletiva.com) 0 216 346 15 31


Bizde sadece hamasi Osmanlıcılık var

0
0

‘Osmanlılarda Sahaflık ve Sahaflar’, ‘Osmanlı Kültür Tarihinin Bilinmeyenleri’ kitaplarıyla tanıdığımız Prof. Dr. İsmail Erünsal, 30 yılı aşan emeğin ürünü olan “Osmanlılarda Kütüphaneler ve Kütüphanecilik” (Timaş) kitabının yeni basımını yayımladı. Bu vesileyle Erünsal’ı İSAM’da ziyaret ettik. Osmanlı kütüphaneciliğini, günümüzdeki Osmanlı algısını ve kitapları konuştuk.

Kitabı konuşmaya şuradan başlayalım isterseniz, ‘Osmanlı’da kütüphanecilik’ deyince ne anlamalıyız?

İlk dönemlerden İstanbul’un fethine kadar, kütüphaneler medreselerin ya da camilerin bir köşesindeki raflardı. 50, 100 bazen 150 kitap medrese talebelerine hizmet ederdi. Fatih’le birlikte tabii, eğitim sistemi gelişiyor. Daha sonra Kanuni döneminde medreselere bağlı kütüphane hâkimiyeti başlıyor. 17. asrın sonlarına doğru Köprülü Kütüphanesi’yle birlikte müstakil kütüphane binaları çıkıyor. Sonra medrese kütüphaneleriyle şahsi kütüphaneler baş başa gidiyor. Kütüphaneciliğin zirveye çıktığı dönem ise Birinci Mahmut dönemi. İstanbul’da 4-5 kütüphane kuruluyor. Sınır boylarında bile kütüphaneler var. Abdülhamit döneminde eğitimin çok fazla teşvik edilmesi, yayılmasıyla on bin mektep açıldığı söyleniyor. Her medrese içine bir kütüphane kuruyorlar. Cumhuriyet’e kadar böyle devam ediyor.

Günümüz kütüphanelerine baktığımızda nasıl bir tablo var?

Türkiye’de kütüphanecilik son derecede ihmal edildi. Son zamanlarda önem verilmeye başlandı gerçi. Kütüphaneciliğin en büyük sorunu mekânların artık yetmemesi, mezarlıklar gibi… Senede 60-70 bin kitap basılıyor Türkiye’de, dünyada 4-5 milyon. Bunları alıp da bir yere koymak mümkün değil. Şunu düşünemezsiniz, ben güzel bir kütüphane binası yapayım, içine de 100 bin kitap koyayım. 100 bin kitap ne ki! Amerika’daki mütevazı bir üniversite kütüphanesinin kitabı birkaç milyon. Biz şimdi bu çaptaki kütüphanelere birdenbire yetişemeyiz.

Biraz da okurlardan bahsedelim. Osmanlı’da kütüphanelerden faydalanan insanlar kimlerdi?

Kütüphane okuyucusu bizde ulema sınıfı, medrese talebeleri, bir de bürokratlar. Onun dışında halkın pek kütüphaneyle ilgisi yok. Örnekleri fazla değil ama 15. ve 16. asırlarda halkın gidebileceği mahalle kütüphaneleri var, ben 3-5 tane görebildim. Mesela Cihangir’de bir camide, Perameçler Kethüdası, bir kütüphane kurmuş, 40-50 kitap var içinde. Leyla ve Mecnun, Tahir ile Zühre, Kesik Baş Hikâyesi, bütün halk hikâyeleri ve dini hikâyelerin hepsi var. Tabii bu kütüphaneler zamanla kayboluyor. Muhakkak daha fazlası vardır. Halktan da giden oluyor mudur, mutlaka oluyordur ama bunlar potansiyel okuyucu değil.

Peki, halkın okuryazarlık oranı?

Düşük. Tabii Abdülhamit döneminde büyük bir yükselme var, herkes okuma yazma öğreniyor. Eski sahaflar hemen yayıncı oluyor. Birer matbaa temin ediyorlar ve yüzlerce kitap çıkarıyorlar. Bu dönemde basılan kitaplara baktığınızda şaşırır kalırsınız. Dünyada en bilmediğiniz, adını duymadığınız yerlere yapılan seyahatlerle ilgili çevrilmiş kitaplar var. Ve millet okuyor… Ondan önce böyle bir şey yok. Dünyada da okuryazarlık oranı düşük ama eski dönemlerde. Hatta Batı’da işçi sınıfının kitap okuması tehlike olarak görülüyor. Osmanlı’da ise kitap hiçbir zaman tehlike olarak görülmüyor.

TABELADAKİ OSMANLICA İSİMLER AVAMİ BİR ŞEY

Her yıl binlerce yeni kitap yayınlanıyor. Bunca yayına rağmen okumaya ilginin azalmasını neye bağlıyorsunuz?

Bu çok önemli bir sorun. Eskilerin fıkra gibi anlattığı bir şey vardı. Yurtdışına gittiğinizde bir Türk’le karşılaşmak istiyorsanız, metroda kitap okumayan biri varsa Türk’tür derlerdi. Bu alışkanlığı veremedik, anaokulundan başlamak lazım. Bizim zamanımızda ilkokullar iyiydi. Teşvik ederlerdi. Şimdikilerde böyle bir şey yok. Büyük bir proje yapılması lazım, biz bu millete nasıl kitap okumayı sevdiririz, nasıl okuturuz? Tabii en büyük düşman tablet, telefon gibi aletler. Herkesin elinde. Adam kitap okumaya ihtiyaç hissetmiyor, boş vakti yok!

Osmanlı’nın ilim, irfan gibi asıl ilgilenmemiz gereken değerleri yerine günümüzde içi boş bir Osmanlı anlayışı yükseliyor. Osmanlı’ya bakışta ne gibi sıkıntılar var?

Osmanlı’yı bilmiyoruz ki… Osmanlı’ya bakışta çok büyük sıkıntı var. Bizde yapılan şeyler özenme. Tabelalara bile bir dönem İslami isimler verildi, şimdi de Osmanlı’yı çağrıştıran isimler veriliyor. Avam bir şey tabii bu. Osmanlı’yı bilmiyoruz. Nasıl çalıştığını, nasıl işlediğini… O dönemdeki hayatı bilemiyoruz. İnsanlar nasıldı, nasıl yaşıyordu? İnsanlar ne yapıyordu? Sadece hamasi Osmanlıcılık var bizde. Ecdadımızla sadece övünmek bir, ikincisi de aleyhte bir şey söyleyememek. Peygamber devri değil ki! Onun dışında her dönemi tartışabilmeliyiz.

İstanbul kitap fırını

Yangında yok olan kütüphaneler var mı?

Çok var. Ali Emirî;, İstanbul için kitap fırını diyor. Çok kitap yanmıştır İstanbul'da. Ahşap ve birbirine bitişik evler olduğu için, bir yangın başladığı zaman bir ucundan bir ucuna giderdi. Bütün camilerin, külliyelerin etrafı ise boştu. Medreseler taş binalarda ve mahalleden uzak olduğu için kütüphaneler fazla zarar görmemiş. Yangında yanan büyük kütüphaneye rastlamadım ama yanan çok şahıs kütüphanesi var. Bunların içinde 2-3 bin kitabı olan şahsi kütüphaneler bile var.

‘Kardeşimin Türküsü’nü söyleyecekler

0
0

Yedirenk Sanat Vakfı, bir kardeşlik etkinliğini daha sanatseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor.

4 Haziran’da gerçekleşecek ‘Kardeşimin Türküsü’ konseri Anadolu’nun kâdim mirasını ve ortak ezgilerini sahneye taşıyor. Konserde yer alacak sanatçılar da bu mirası ve çeşitliliği yansıtıyor. Metin Özülkü’nün orkestrasıyla birlikte katılacağı konserde Emel Taşçıoğlu, Fuat Saka, Hüsnü Şenlendirici, Ömer Faruk Tekbilek, Rojin, Sabahat Akkiraz, Suzan Kardeş ve Destans Halk Dansları Topluluğu müzikseverlerle buluşacak. 4 Haziran Perşembe günü Harbiye’deki İstanbul Kongre Merkezi, Harbiye Auditorium salonunda gerçekleşecek konser, saat 19.30’da başlayacak. (0212 244 77 77)

Kitap kasabasında edebiyat festivali

0
0

Yazarların ve okurların çizmeleriyle çamurlara bata çıka geldiği, ki hava güzelse toza dumana bulandığı, kimseciklerin de bundan şikâyetçi olmadığı bir edebiyat festivali pek çok şehrin hayali olmalı.

Seneler önce bir mutfak masasının başında kararlaştırılan Hay Festivali, 1988’den bu yana Galler’de Wye nehrine yakın bir mekânda gerçekleşiyor. Festivalin sırtını dayadığı tepelerde koyunlar gezinirken, hemen aşağıda dünyanın dört bir yerinden pek çok yazarın katıldığı festival güne erken başlıyor ve akşam geç saatlere kadar devam ediyor. 21 Mayıs’ta başlayan festival, 31 Mayıs’a kadar devam edecek.

Dünyanın ilk kitap kasabası olarak anılan Hay on Wye, Borges’in düşlediği cennetin yeryüzündeki görüntülerinden biri olarak tanımlanabilir. Adım başı karşınıza çıkan kitapçılar, köşe bucak kitap tezgâhları ve raflar bunun en büyük alameti. 1.500 kişinin yaşadığı bu kasabada sayısı otuza yaklaşan kitabevi edebiyatseverleri ağırlarken, gün boyunca onlarca etkinlik ve kitabevleri arasında mekik dokuyan yüzlerce insan var. Nobel ödüllü yazarların yanı sıra dünyanın dört bir yanından isimlerin katıldığı festival, önemli edebiyat duraklarından biri. Festivalin ülkenin ve dünyanın edebiyat gündeminin nabzını tuttuğunu söyleyebiliriz.

Festival boyunca kasabanın nüfusu on binlere katlanıyor. Her yıl yaklaşık 250 bine yakın etkinlik bileti satılırken, festivalde kurulan kitap çadırında etkinliğe katılan yazarların kitapları satışa çıkıyor. Etkinlik sonrasında yazarlar eserlerini imzalıyor. Geçtiğimiz yıl 80 bine yakın kitap festivalde alıcı bulmuştu. Kasabanın biraz dışında iç içe geçmiş çadırlar arasına kurulan festival alanı, okurların ve yazarların şezlonglarına kurulup güneşlendiği, ellerinden kitapların bir an bile düşmediği, edebiyatın ve kitapların konuşulduğu bir mekân. Günler öncesinden tükenen etkinlik biletleri bir yana, bizim kitap festivallerinde düzenlenen konuşmalardaki azlığın aksine, salonlar dolup taşıyor. Gösterişten uzak bu mütevazı festivalin geçtiğimiz yıllarda bir de komşusu oldu. Hay ile aynı zamanda düzenlenen müzik ve felsefe festivali ‘How the Light Gets In’ adını Leonard Cohen şarkısından alıyor. Kasabaya yolunu düşürenler, her iki festivalin de takipçisi.

SPONSORLAR DESTEK İÇİN YARIŞIYOR

Festival alanı ile kasaba merkezi arasındaki evlerin sakinleri de bu kalabalığı fırsat bilip rengarenk çiçekli bahçelerinde kurdukları küçük tezgâhlarda kitaplar satıyor, ziyaretçilerle sohbet ediyor. Bir hırdavatçının veya bir bakkalın bile dükkânın önünde veya duvarlarına yaptırdığı raflardan kitap satın almak mümkün. Kasaba ve festivalin alanı arasında belli aralıklarla işleyen otobüsler dolup taşarken kimi zaman aracınızı park edecek bir yer bulmanız güçleşiyor. Kitap dolu sepetlerle kasabada sokak sokak dolaşan satıcıların yanında, evlerinin önüne kurdukları tezgâhlardan satın aldığınız kitabın parasını dürüstlük kutularına bırakıp kitap keşfine devam ediyorsunuz. Kasabada sahafların yanı sıra sadece şiir ve polisiye satan kitapçıların da varlığını özellikle belirtmeliyim. Kitabevlerinde satın aldıkları kitapların parasını ödemek için uzun kuyruklar oluşturan insanların varlığı ise edebiyat adına umut verici bir manzara.

27. yıla giren Hay Festivali, büyük bir başarı sağladıktan sonra Meksika, Lübnan, Hindistan, Nijerya ve Macaristan gibi dünyanın dört bir yanında bir nevi şube festivaller düzenlemeye başladı. Peter Florence’in annesinin mutfak masasında doğan ve ağını seneler içinde genişleten Hay, birçok sponsorun destek olmak için yarıştığı bir festivale dönüşmüş durumda. Pek çok şehrin bir Hay Festivali’ni düşlediğini söylemek ise zor değil, zira bu büyük etkinliğin kasabaya getirisi azımsanmayacak türden. Festivale önceki yıllarda Türkiye’den Orhan Pamuk ve Elif Şafak katılmıştı. Şafak, geçtiğimiz pazar günü, festivalde son romanı “Ustam ve Ben” üzerine konuştu. Hay on Wye, pek çok kentin kıskanacağı bir etkinliğe sahip. Eşsiz doğa manzarasının yanı sıra onlarca kitabevinin bulunduğu ve yazarların okurlarıyla buluştuğu bu mekâna her yıl daha fazla ziyaretçinin gelmesi hiç de şaşırtıcı değil.

Eskişehir’de şiirli günler başlıyor

0
0

Eskişehir Tepebaşı Belediyesi tarafından bu yıl 5. kez dezenlenen Uluslararası Eskişehir Şiir Buluşması, bugün başlıyor.

31 Mayıs’a kadar devam edecek festivalde daha önce Özdemir İnce, Enis Batur, Cevat Çapan ve Ataol Behramoğlu gibi şairler onur konuğu olmuştu, şiir buluşmasının bu yılki onur konuğu ise şair-çevirmen Eray Canberk. Direktörlüğünü şair Haydar Ergülen’in yaptığı 5. Uluslararası Eskişehir Şiir Buluşması’na ülkemizden ve Danimarka, Fransa, İskoçya, Lüksemburg, Macaristan’dan şairler katılacak. Mahmut Temizyürek, Mehmet Said Aydın, Mustafa Ruhi Şirin gibi isimlerin de aralarında bulunduğu çok sayıda şairin katılacağı festivalin açılışı, bugün Özdilek Sanat Merkezi’nde saat 18.00’de gerçekleştirilecek.

Şiir Buluşması’nda, bu yıl öyküleri ve romanları kadar şiirleriyle de bilinen Aziz Nesin, 100. doğum yıldönümü vesilesiyle ve Türk şiirinin ustalarından Melih Cevdet Anday da doğumunun 100. yılı olması nedeniyle anılacak. Şiir Buluşması’nın onur konuğu Eray Canberk’in şiiri de ayrı bir oturumda ele alınırken, Danimarka’dan katılacak şairler “Kuzeyden Güney’e Şiirin Dili” konulu bir oturumda konuşacak. Her yıl olduğu gibi, bir ilkokulda ‘Çocuk Şiiri’ etkinliği düzenlenecek.

Şiir gibi camlar

0
0

Geçen yıl İzmir’de açılan ve büyük ilgi gören ‘Camın Şairleri’ sergisi İstanbul’a geldi. Fransız Art Nouveau akımının cam sanatındaki üç temsilcisini izleyiciyle buluşturan sergide, camın şiire nasıl dönüştüğüne tanık olacaksınız.

Geçtiğimiz yıl ocak ayında İzmir Arkas Sanat Galerisi’nde açılan “Gallé Daum Lalique... Camın Şairleri” sergisi İstanbul’a geldi. Fransız cam sanatının öncülerinden …mile Gallé, Daum Kardeşler ve René Lalique’nin elinden çıkan şiir gibi sürahiler, lambalar ve vazolar 26 Temmuz’a kadar Maçka Antik Palace’ta sergilenecek. Önceki akşam açılan sergide Arkas Holding Yönetim Kurulu Başkanı Lucian Arkas’ın koleksiyonunda yer alan 172 parça eser yer alıyor. Sergi İzmir’de büyük ilgi görmüş, beraberinde hazırlanan katalog da Türkiye’de bu konuda yayımlanmış ilk kapsamlı kitap olarak literatürdeki yerini almıştı.

Dekoratif süslemelerin ön planda olduğu, bitki desenlerinin sıklıkla kullanıldığı cam objelerden oluşan sergiyi gezerken kendinizi botanik bahçesinde, rengarenk, çeşit çeşit çiçeklerin arasında gibi hissediyorsunuz. Çoğu …mile Gallé imzalı bu vazoların, sürahilerin isimlerine bir bakın: Kahverengi göl manzaralı kase, çiftsarmaşığı desenli, orman gülü motifli vazo, küpeçiçekli, manolyalı, zakkumlu, kasımpatılı, çam kozalaklı, yaban asmalı, mor salkımlı, kuşburnulu, mavi kantaronlu, frenk üzümlü, gelincik süslemeli... İsimler, uzayıp gidiyor. Yusufçuk masa lambası, peygamberdevesi ve kınkanatlı böcek vazo, sazan balığı vazo, martılı tabak, denizyıldızı ve yengeç tabak ayrıca ilgiyi hak ediyor. Bazı çiçeklerin adını duymamış bile olabilirsiniz. Mesela çiçek açan gül çalısı ile kaplan zambağı... Paulownia çiçekleri ve yapraklarıyla bezenmiş sarı yeşil tonlardaki vazoyu ise anlatmak mümkün olmayacak.

Kendisini “mutluluğun emekçisi” olarak tanımlayan …mile Gallé (1846-1904) felsefe, edebiyat ve botanik eğitimi almış. O yıllarda cam sanatı ve mobilya tasarımı alanında çalışmalar yapan sanatçı, zamanla çeşitli cam süsleme tekniklerini araştırmış ve yeni dönem cam sanatına liderlik yapmış. Gallé, Daum ve Lalique’nin camı şiir gibi işledikleri eserleri, dönemin zevkini yansıtması bakımından önem taşıyor.

“Gallé Daum Lalique... Camın Şairleri”, izleyiciyi 20. yüzyılın başlarında Fransa’da filizlenen Art Nouveau akımının cam sanatındaki en önemli üç temsilcisiyle buluşturuyor. Art Nouveau akımı ile tanışmadıysanız bu sergiyi gidin görün.

Los Angeles yolcusu kalmasın

0
0

Dünya sinemasının lokomotifi Hollywood’un merkezinde yapılmasına rağmen Türkiye’nin sinema gündeminde de kendine yer bulan Los Angeles Türk Film Festivali’ne başvurular sona ermek üzere.

Kısa filmlerin yarıştığı ve dereceye girenlerin Hollywood’a ödül almaya gittiği festivale başvurular 1 Haziran’da sona eriyor. ABD’nin ünlü film merkezi Hollywood’da 18-22 Kasım 2015 tarihlerinde dördüncüsü düzenlenecek Los Angeles Türk Film Festivali’nde uzun metrajlı Türk filmleri gösterilecek ve kısa filmler yarışacak. Yarışmaya katılacak filmlerin Türkiye’de çekilmiş ya da yönetmeni, senaristi veya yapımcısından en az birinin Türk vatandaşı olması gerekiyor. Festivale başvuran filmler arasından seçilen 10 kısa film, eylül ayında açıklanacak jüri üyeleri tarafından Altın Yumurta En İyi Film Ödülü için yarışacak. Süresi 20 dakikayı aşmayan filmlerin katılabileceği yarışmaya, 1 Ocak 2013 tarihinden sonra tamamlanmış filmler katılabiliyor. (www.latff.org)

Annenin şifası

0
0

2009 yapımı Acı Süt ile Berlin’de Altın Ayı ödülünü kazanan Perulu yönetmen Claudia Llosa, yeni filminde fırtınalı bir anne-oğul ilişkisine odaklanıyor.

Paramparça, çocuklarına bakmak için çırpınan Nana Kunning’in dünyaca ünlü bir şifacıya dönüşmesinin hikâyesi. Nana’nın oğlu Ivan’ı terk etmesinin üzerinden 20 yıl geçmişken, genç bir gazeteci Ivan’ın izini bulur, anne oğulu buluşturmak için dünyanın öteki ucuna gitmeyi kafasına koyar. Bu yolculuk onları engellere rağmen hayatı hakkıyla yaşamaları için teşvik edecektir.


Özgürlüğe giden yol

0
0

Kan Kardeş / Son of a Gun, ‘Dünyanın dibi’nden bu haftanın vizyonunda yer bulan bir başka film.

Julius Avery’nin ilk uzun metrajı olan bu Avustralya yapımı, hapishane filmleri gibi başlayıp klasik bir soygun filmine dönüşüyor. Ewan McGregor ile son dönemin çıkış yapan iki genç oyuncusu Brenton Thwaites ve Alicia Vikander’ın rol aldığı filmde, hapisten çıktıktan sonra yeniden suç dünyasının içine düşen 19 yaşındaki JR’ın yaşadıkları anlatılıyor. Hapishanede genç JR’ı tehlikelerden koruyan Brendan, JR hapisten çıkınca ondan bir iyilik ister.

Dişe diş, kana kan

0
0

Bir Yeni Zelanda yapımı olan Savaşçı / The Dead Lands, James Cameron ve Peter Jackson gibi iki usta yönetmenin reklam cümleleriyle pazarlanıyor.

Ancak bu cümlelerin karşılığını verecek bir yapım değil. Mel Gibson’ın Apokalipto filminin vasat bir versiyonu olan film, tarih öncesi dönemde geçiyor ve bölgenin yerlileri Maoriler arasında yaşanan bir intikam öyküsünü anlatıyor. Babası ve tüm kabilesi öldürülen genç bir savaşçı, intikam yemini eder ve rakip kabilenin peşine düşer. Genç savaşçı, kimsenin girmediği yasaklı topraklardan geçecektir.

Yalandan kim ölmüş!

0
0

Fransız yönetmen Philippe Falardeau’nun yönettiği İyi Bir Yalan / The Good Lie, gerçek bir olaydan uyarlama.

Sudan’da 1988’de yaşanan iç savaş sırasında yüzlerce kilometre yol yürüyerek Kenya’daki mülteci kampına ulaşan ‘Sudan’ın Kayıp Çocukları’nın öyküsünü izliyoruz. Bu çocuklardan bazıları, 11 Eylül öncesine kadar ABD’ye gönderilir, daha sonrasında vatandaşlığa geçerler. Film ‘Kayıp Çocuklar’dan dördünün yaşadıklarını anlatıyor. Evini ve ailesini kaybeden Theo, birkaç arkadaşı ve kız kardeşi Abital’i de alarak Kenya’daki mülteci kampına ulaşır. 13 yıl bu kampta yaşayan gençlere Amerika’ya yerleşme fırsatı verilir. Kansas’a vardıklarında iş kaynakları ajansından Carrie onlara iş bulmak için görevlendirilir....

Oscar’lı Reese Witherspoon’un oynadığı İyi Bir Yalan, adını Mark Twain’in ünlü eseri Huckleberry Finn’in Maceraları’ndan alıyor. Film, içine düştüğü durumlardan kurtulmak için zaman zaman yalana başvuran Twain karakteri Huck’ın ‘iyi yalan’lar söyleyerek etrafındakilere yardım etmesini referans gösteriyor. Ülkemizde 2012’de gösterime giren Canım Öğretmenim / Monsieur Lazhar filminin Fransız yönetmeni Philippe Falardeau, ‘Kayıp Çocuklar’ın öyküsünü iki bölümde anlatıyor. Sudan’da geçen dramatik çocukluk bölümü ve ABD’de ‘modern hayata, medeniyete’ alışma bölümü...

Teknik açıdan vasatın bir hayli altında seyreden İyi Bir Yalan, ritim duygusundan yoksun, karakter gelişimi sorunlu, senaryosundaki boşluklardan mustarip olmasının yanı sıra ele aldığı trajik hayat öyküsünü Hollywood formüllerine kurban ediyor. Meselesine yaklaşımı ise insani ve vicdani olmaktan uzak; gerçeğin bir bölümünü saklayıp ambalajın görünen yüzüne ‘Amerikan yardımseverliğini’ yerleştirme gayretinde. Sudan’daki iç savaşın sebeplerini “din ve su kaynakları” olarak özet geçip İncil’e yaptığı referanslar ile tarafını belli ederken (hoş, diğer tarafta da Darfur katliamlarının sorumlusu gösterilen Sudan Devlet Başkanı Ömer El-Beşir’e destek çıkan hükümetimiz var), kapitalizmin suyu çıkmış başarı öykülerine ve daha kötüsü, artık bir kâbusa dönüşen Amerikan rüyasına bel bağlaması ise yönetmenin zihin dünyasını ele veriyor.

Film, hikâyesindeki bazı ayrıntılar ile Huckleberry Finn’in Maceraları’nı referans gösterse de büyük bir çelişki içinde. Twain’in kitabın girişinde yaptığı şu ‘uyarı’yı hatırlayalım: “Bu hikâyede amaç aramaya kalkışanlar hakkında dava açılacak, ahlak dersi çıkarmaya çalışanlar sürülecek, planlı bir olay örgüsü bulanlar kurşuna dizilecektir”. Bu eseri referans verip onun tam tersi, romantik bir ahlakçı kesilmek ve anaakımın izlerini takip edip Hollywood formüllerine tutulmak ne yaman çelişkidir...

Felaketim olurdu, ağlamazdım [İşte haftanın filmleri]

0
0

San Andreas Fayı / San Andreas, Hollywood’un bıkmadan usanmadan perdeye getirdiği felaket filmlerinin son halkası. İlk değil, son da olmayacak muhtemelen. Görselliğiyle sınıfı geçen film, diğer alanlarda bilinen formülleri tekrar ediyor.

Hollywood sağ olsun, bize ezberletti; nerede bir felaket olsa biliriz ki bir Amerikalı kahraman çıkar ve insanları kurtarır. Doğal ya da değil, örgütlü yahut örgütsüz; uzaydan, yerin altından fark etmez, ister havadan ister karadan isterse denizden gelsin, düşman muhakkak yenilecektir. Bunun için ne fedakarlık gerekirse yapılacak, ama taviz verilmeyecek. Şehirler, hatta bütün bir ülke yıkılsa dert değil; hiç olmadı “ülke yeniden inşa edilir”. Ya da Gurbet Kuşları’nda (1964) Bakırcıoğlu Tahir Efendi’nin (Mümtaz Ener) evlatlarına dediği gibi “Sırt sırta verdik mi, kolay. Dağları bedesten ederiz!”

Orhan Kemal’in de Halit Refiğ’in de ruhu şad olsun... Hepsi birbirine benzeyen Hollywood felaket filmlerinin böylesi çocuksu bir yanı var. Yeşilçam’ın köyden kente göçü işleyen filmlerinde gördüğümüz yeldeğirmeni şövalyeliği. Anadolu’daki köyünden çıkıp Haydarpaşa Garı’na gelen ve “Şah olacağız İstanbul’a şah!” diyen Bakırcıoğlu Tahir Efendi’ye benzer şekilde Hollywood’un da dünyaya, tabiata ve dahası kainata aynı şekilde meydan okumasını özgüvenle açıklamak zor; olsa olsa narsisizm denebilir buna. Yalnız bir fark var, Yeşilçam’da her şeye rağmen çocuksu bir umut yeşerirken; Hollywood’da yıllar içinde giderek büyüyen bir kibirle birlikte, “Herkes bize düşman, ama biz hepsine yeteriz. Gerekirse tabiatı da dize getiririz” anlayışı kök saldı.

BÜYÜK DEPREM NE ZAMAN?

San Andreas Fayı / San Andreas Hollywood’un bıkmadan usanmadan perdeye getirdiği felaket filmlerinin son halkası. İlk değil, son da olmayacak muhtemelen. Görselliğiyle sınıfı geçen film, diğer alanlarda bilinen formülleri tekrar ediyor. Şişirilmiş kaslarıyla Dwayne Johnson’ın ‘kurtarıcı’ aile babası rolünde olduğu film, dünyanın en bilinen fay hatlarından, Kaliforniya’daki San Andreas fay hattında yaşanan büyük bir depremi ve sonrasında Los Angeles ile San Francisco gibi iki büyük şehirdeki dehşet anlarını konu ediniyor. Bir arama kurtarma pilotu olan Ray (Dwayne Johnson), deprem olduğunda önce eşi Emma’yı (Carla Gugino) ardından da kızı Blake’i (Alexandra Daddario) kurtarmak için mücadele eder. Ancak daha büyük bir deprem ve tsunami tehlikesi kapıdadır.

Kediler ve Köpekler (2010) ile Gizemli Adaya Yolculuk (2011) filmlerinin yönetmeni Brad Peyton’un kamera arkasında olduğu San Andreas, Roland Emmerich’in benzer filmi 2012’den biraz hallice. Preyton, çerçeveyi daha dar tuttuğu ve felaketin boyutlarında fizik limitlerini çok zorlamadığı için komik duruma düşmüyor en azından! Fakat iki yapım da Kıyamet Günü / The Impossible’nin (2012) yanında müsamere gibi kalır.

San Andreas, görselliğiyle sınıfı geçse de felaket filmi klişelerini tekrarlıyor. Aile bağlarına yaslanan senaryosu, kurtarıcı baba figürü, bilim insanı dokunuşu, vatanseverlik, ABD’nin yıkılmayan gücü gibi bilinen mesajları üzerimize boca ediyor. Kaslı Dwayne Johnson etkisini, Blake karakteriyle kadınlara daha fazla sorumluluk yükleyerek dengelemeye çalışması ve ‘zenginse ruhsuzdur’ yaklaşımını da ucuz senaryo hamleleri olarak görebiliriz.

Kuzey Anadolu fay hattına benzerliğiyle bilinen Kaliforniya’daki San Andreas fay hattında yıllardır beklenen ‘büyük deprem’i konu alan San Andreas, Türkiye’deki sinema seyircisinin de kayıtsız kalamayacağı bir yapım.

Meriç Soylu Ödülü Ferhat Can’a

0
0

Üç yıl önce hayata veda eden İş Sanat’ın başarılı sanat yönetmeni Meriç Soylu adına düzenlenen Parlayan Yıldızlar Konser serisinin bu sezonki yolculuğu, Soylu aile tarafından verilen Meriç Soylu Ödülü ile sona erdi.

Önceki akşam Milli Reasürans Konser Salonu’nda düzenlenen törende birbirinden yetenekli genç sanatçılar Mozart’tan Adnan Saygun’a, İlhan Baran’dan Bach, Brahms ve Rachmaninov gibi ustaların eserlerini icra ettiler. Elfida Su Turan ve Utku Asan mansiyon, Poyraz Baltacıgil ve Oğulcan Yılmaz üçüncülük, Hande Küden ikincilik ve gelecekte adını sık duyacağımızın sinyallerini kısa icrasında da hissettiren Ferhat Can Büyük birincilik ödülü aldı.

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live