Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Orhan Kemal Roman Armağanı Hüsnü Arkan’ın

0
0

Bu yıl 44.sü verilen Orhan Kemal Roman Armağanı’na, Hüsnü Arkan’ın ‘Hırsız ve Burjuva’ (Kırmızı Kedi) isimli romanı layık görüldü.

İnci Aral, Turhan Günay, M. Nuri Gültekin, Ahmet Telli, Erendiz Atasü, Çimen Günay Erkol ve Nazım K. Öğütçü’den oluşan seçiciler kurulu ödülün gerekçesini, ‘Türkiye’nin son yıllarının bir resmini çizerken, yaşadığımız sosyal ortamın yarattığı bireyleri ve bugün gelinen noktanın 12 Eylül’ün eseri olduğunu yetkinlikle anlattığı için 2015 yılı 44.Orhan Kemal Roman Armağanı’na değer görmüştür.’ şeklinde açıkladı. Arkan’a ödülü 2 Haziran Salı günü, Beyazıt Orhan Kemal Kütüphanesi-Konferans Salonu’nda saat 10.30’da yapılacak Orhan Kemal’i anma töreninde verilecek. (www.orhankemal.org)


Karagöz’ün eleştirilerini kaldırabilecekler yönetici olmalı

0
0

Başkent, ilk defa uluslararası kukla festivaline ev sahipliği yapıyor. Karagöz ustası olarak bilinen Hayali Torun Çelebi anısına düzenlenen Ankara 1. Uluslararası Kukla Festivali önceki gün başladı.

30 yıllık geçmişe sahip Tiyatro Tempo ile Kukla, Karagöz, Gösteri ve Sahne Sanatları Derneği’nin (KUKSADER) birlikte düzenlediği festivalde Türkiye’nin yanı sıra 5 ülkeden sanatçı katılıyor. 21 Mayıs’a kadar sürecek festivalde “Kukla yalnızca çocuklar için değildir” teması vurgulanıyor. Hem çocuk hem yetişkin oyunlarının sergileneceği festivalde Rusya, Bulgaristan, İspanya, Moldova ve İtalya’dan gruplar yer alıyor. Ankara’dan Tiyatro Tempo ve İstanbul’dan Tiyatro TEM oyunlarını sahneleyecek.

KUKSADER Başkanı Haluk Yüce, kukla ve Karagöz’ün sadece çocuklar için olmadığını ifade etti. Karagöz’ün hem çocuğa hem yetişkinlere söyleyeceği bir şeyler bulunduğunu anlatan Yüce’nin bu sanatı ‘sadece çocuklara yönelik’ gibi göstermek isteyenlere itirazı var: “Karagöz’ün hem padişaha hem de başkalarına söyleyecek sözü var. Bu yok edilmeye çalışılıyor. Onun için ‘çocuklara yönelik’ deniliyor. Çocuklara da politikadan söz edemezsiniz denilerek kılıf uydurulmaya çalışılıyor. İnsan eleştiriyi kabullenebilmeli, özellikle yöneticiler kabul edebilmeli. Eleştiriyi kaldıracak kişilerin yönetici olması gerekiyor.”

Yüce, tüm sanatçıların üzerinde ciddi bir baskı olmasına rağmen toplumun bununla ilgili hiçbir şey yapmamasının çok üzücü olduğunu belirtti. Sansürün olduğu yerde özgürce sanat yapılamayacağını hatırlatan Yüce, ülke yöneticilerinin sanata müdahalesini şu sözlerle eleştirdi: “Zaten bu topraklarda sanat zor var oluyor. Makaslayarak sanat olmaz. Sanatçılık kültürün önemli bir parçasıyken şu anda çok zavallı bir halde. Özgür düşünmeyi ve özgürce sanat yapmayı yöneticilerin desteklemesi gerekiyor. Ancak o zaman toplum gelişir. Yöneticiler bazı sanatçıları kukla gibi kullanıyorlar.”

“SANATÇI POLİTİKACILARIN KUKLASI OLMAZ”

Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro bölümü öğretim üyesi ve Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği (ASSİTEJ) Türkiye Merkezi Başkanı Tülin Sağlam, kuklanın sadece çocuklar için değil, yetişkinler için de son derece zengin bir tiyatro olduğunu vurguladı.

Küçük ama istekli bir tiyatro grubunun gerçekten sanat yapma isteğiyle bu festivali gerçekleştirdiğini belirten Sağlam, “Büyük bir çalışkanlık ve özveriyle hepimizi mutlu edecek bir organizasyona imza attılar.” dedi. Sağlam, sanatın insanları zenginleştireceğini ve bir arada yaşama kültürü getireceğini ifade etti. Dünyayı politikacılardan çok sanatçıların güzelleştirdiğini söyleyen Sağlam, “Barış ancak sanat sayesinde gelebilir, politika sayesinde gelmediğini öğrendik.” ifadesini kullandı. Politikacılarla sanatçılar arasındaki gerginliğin hep var olduğunu hatırlatan Sağlam, sanatçının asli vazifesinden sapmaması gerektiğini şu sözlerle dile getirdi: “Sanatçı, bizi yönetme iddiasındaki insanların yapmayı vaat ettikleri ama yapmadıklarını görecek ve gösterecek. Sanatçıların göstermek istedikleri şeyin politikacılar tarafından sansürlenmesi kötüdür. Bir kişi gerçekten sanatçıysa politikacıların kuklası olma manipülasyonuna girmeyecektir.”

FESTİVALDE NELER VAR?

Festival kapsamında çocuklar için ‘kukla yapım atölyesi’ gerçekleştirilecek. Atölyede çocuklara kukla, mask yapım tekniği, jonglörlük ve pandomim öğretilecek. Öğretmenlere yönelik ‘sınıfta kukla kullanımı atölyesi’ yapılacak. Kurs süresi içinde üretilen kukla ve maskları canlandırmaları, kullanmaları konusunda oyunculuk çalışması gerçekleştirilecek. Gençlere yönelik ‘stop motion kukla animasyon atölyesi’ gerçekleştirilecek. İranlı sinemacı Samaneh Lashgari yönetiminde ‘stop motion’ atölyesinde gençler kısa bir kukla animasyon yaratım sürecini deneyimleyecek.

Tiyatro Tempo, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Çağdaş Drama Derneği, Arı Koleji ve Seviye Koleji’nde gerçekleşecek festivalle ilgili ayrıntılı bilgi www.kuksader.org.tr’de.

Hüznün kralı öldü

0
0

Blues’un efsane isimlerinden B.B.King, Las Vegas’taki evinde dün öldü. The Thrill is Gone, Lucille, Rock Me Baby başta olmak üzere hafızalarda yer eden onlarca eser bırakan sanatçı 90 yaşındaydı. B.B.King, ölen dostlarının cenaze törenlerinde balatlar çalardı, acaba onun arkasından bu görevi kim yapacak?

Bazı ölümler vardır, hemen her yerden yankısı duyulur… Ölen, bir Blues sanatçısıysa, bir de hüzün eklenir, dünyanın her yerinde yankı bulan bu sese. ‘Blues’un, gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri olan B.B. King’den bahsediyoruz. Avukatının yaptığı kısa açıklamadan anlıyoruz ki King, Las Vegas’ta, ‘huzurlu ve barış içerisinde öldü’.

90 yıllık hayatına, dillere pelesenk olan onlarca şarkı, beste ve albüm sığdırdı. 1900’lerin başından itibaren, Amerika’da, sadece siyahilerin dinlediği müzik olarak bilinen Blues, daha sonra, kıta geneline yayıldı. Ardından tüm dünyada karşılık buldu. Blues, ilk olarak Mississippi Deltası’nda çalışan pamuk işçilerinin ‘ilkel’ birtakım müzik aletlerinden doğdu. Kara Kıta’dan, acılarla dolu bir göç serüveni ile milyonlarca kilometre uzağa sürülen Afrikalının iç sesiydi, bu müzik. Gurbet vardı tınısında. Aşk, açlık, sefalet ve çaresizlik bir de. Binlerce kilometrekarelik bu deltada yaşanan acıları, işçi ölümlerini, vahşi kapitalizmin acımasızlığını edebiyata nasıl Jack London aktardıysa, müzik dünyasına da B.B King, Lohn Lee Hooker ve kuşağı tanıttı, sevdirdi. Kapitalist dünyada, tarıma dayalı her coğrafyada müziğin adı, ‘hüzündü’. İtalya’daki Po Ovası’nda, sabah evinden çıkıp pirinç tarlasına çalışmak için giden ve evde bıraktığı karısına ‘Ciao Bella’ (Hoşça kal güzelim) diyen de yoksul bir köylüydü, Çukurova’da, bir çiftlikte ‘tutma’ olarak çalışan, sabahtan akşama traktörün üzerinde direksiyon sallayan, bir yandan da arabesk söyleyen de… Bu yüzden ‘arabesk’ Adana’dan doğdu denilebilir.

Etnomüzikologların çoğu, ‘hüzün’ kavramı üzerinden, arabesk ile Blues arasında tarihsel bir bağlantı kurar. Peki, King’in hayat hikâyesi Blues’un neresindeydi? Neydi onu dünya çapında sevilen bir müzisyen kılan? King, 1925 yılında Mississippi’de (Berclair) doğdu. Bir dönem yakın arkadaşı olan Elvis Presley gibi o da fakir bir ailede dünyaya gelmişti. Daha 20’li yaşlarda, ismini duyurmayı başarmış, şöhret basamaklarını hızla tırmanmıştı. Bir gün gelecek, dünya üzerinde, ‘King’ lakabı taşıyan üç usta isimden biri haline gelecekti. 1948 yılında, isminin önüne, ‘Beale Caddesi Bluescu Çocuk’tan mülhem B.B. takısı eklenecekti.

King, 70 yıla yaklaşan sanat hayatında, Eric Clapton ve U2 gibi pek çok isme esin kaynağı oldu. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi gitaristlerinden biri olarak gösterilen ve daha 28 yaşında çok trajik bir sonla ölen Jimi Hendrix başta olmak üzere çok sayıda kişiyle düet yaptı. Onu dinlemeye gidenler, sahneyi, ‘bir ayin törenine’ benzetiyordu. “Hayatımda uzun süre kalan tek kadın” dediği Lucille gitarıyla sahnede adeta devleşiyordu.

Büyük usta, 1980’lerden sonra şeker hastalığına yakalandı ve buna bağlı olarak aşırı kilo aldı, ayaklarından sorunlar yaşadı. Buna rağmen, konserlerine hiç ara vermedi. Ta ki 2014’ün Ekim ayına kadar. Hastalığı, artık konser veremeyecek bir hale getirmişti bedenini. B.B.King, başta, The Thrill is Gone, Lucille, Rock me Baby olmak üzere, hafızalarda yer eden onlarca eser bıraktı. Kendisinden önce ölen dostları için cenaze törenlerinde balatlar çalardı King. Acaba onun arkasından kim bu görevi yerine getirecek?

Tüketen insanın halleri

0
0

Pera Müzesi 10. yılında önemli bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Turner ödüllü İngiliz sanatçı Grayson Perry’nin halı, seramik ve baskı çalışmalarının yer aldığı “Küçük Farklılıklar” sergisi tüketim, kimlik ve inançla ilgili konuları yeniden düşündürecek bir etkiye sahip.

Geçtiğimiz hafta ortasında Pera Müzesi’nin 10. yılı sebebiyle iki yeni sergi açıldı. Biri, efsanevi portre fotoğrafçısı Cecil Beaton’un “Portreler” sergisi. Marilyn Monroe, Audrey Hepburn, Salvador Dali, Pablo Picasso, Jean Paul Sartre, Albert Camus gibi isimlerin yanında çekildiği döneme damga vurmuş siyasilerin ve kraliyet ailesinin mensuplarının fotoğraflarının da bulunduğu bir sergi bu. Fakat bizim bugün üstünde duracağımız konu, müzenin 4. ve 5. katlarında izleyicisini bekleyen “Küçük Farklılıklar” sergisi. Linsey Young’ın küratörlüğünde gerçekleşen, Turner ödüllü Grayson Perry’nin, çağını okuyan, yorumlayan, onu çok boyutlu ele alıp eleştirilerini her yönüyle sunan bu sergisinin, ilgi alanları ne olursa olsun her türden izleyiciye söyleyecek çok şeyi var.

Günümüz dünyasını bir düşünelim. Nelerden muzdaribiz? Baktığımız her yeri, dağı, taşı, toprağı, hatta denizi ve gökyüzünü bile işgal eden, bizi bir tür boyunduruk altında tutan kapitalizm? Her yerde reklam panoları, bizi tüketen, daha çok tüketen bireyler olmaya, etiket ve markaların diliyle konuşmaya, iletişim kurmaya iten ve belki bu yönde büyüleyen bir dünyada değil miyiz artık? Dünyanın her yerinde durum bundan ibaret. Perry’nin en önemli işlerinden biri bu düzeni anlattığı 2009 yılına ait “Walthamstow Halısı”. Manzarayı biraz netleştirmek için bu büyük halının içine girelim. İnsanın doğumundan ölümüne kadar geçen sürede onun kanıyla beslenen bir şeytan figürü var bu halıda. Neşe ve eğlence içinde geçen çocukluktan itibaren insan hayatının nasıl markalarla kuşatıldığını gösteren Perry, söz gelimi “Starbucks”ı bir kilise, “Mercedes”i ise bir yarasa olarak ele almış.

Sergideki eserler halı, seramik ve baskılardan oluşuyor. Perry’nin ifadesiyle onun üç anahtar teması “sınıf ve tüketimcilik, din ve inançla ilgili fikirler ve kimlik” serginin çatısı. Eserlere biraz uzaktan bakınca kafa kurcalıyor, yakınlaşıp her detayın üstünde durdukça da, İngiltere’de üretilen bu işlerin aslında burada da çok büyük bir karşılığı olduğunu fark ediyorsunuz.

Toplumsal meselelerin ele alındığı işlerden en çarpıcısı da 2005 yılına ait “Bir Politikacı İçin Baskı” haritası. Grayson Perry bu işinde, ideolojilerin, inançların ya da tanımlama biçimlerinin insanları nasıl da bir çatışmanın içinde tuttuğunu anlatıyor. Ateistler, liberaller, Sünniler, hümanistler, Batıcılar, anarşistler, orta sınıf, çocuksuz aileler, hayvan hakları savunucuları gibi aklınıza gelebilecek her türlü ifade ya da ‘etiket’, bu insanlık savaşının bir parçası, tarafı olarak boy gösteriyor. Diğer yandan Perry bir de “Gerçekler ve İnançlar Haritası” çıkarmış. Hac fikrinden esinlenerek, merkeze ölüm sonrası hayata ait kelimeleri almış sanatçı ve etrafına, hac mekânı olarak görülen dini, seküler ve tarihi yerleri konumlandırmış. Hızlıca değinmek gerekirse Mekke, Roma, Las Vegas, Silikon Vadisi, Hollywood onlardan sadece birkaçı…

Diğer çalışmalardan da bahsedecek olursak; örneğin Perry’nin çocukluğundaki oyuncak ayısı “Alan Measles” dönüşüp baskıcı bir diktatör halini almış. Altı halıdan oluşan “Küçük Farklılıkların Kibri” serisinde Tim Rakewell’in hayat yolculuğu orta sınıf ile üst sınıf çatışmasının gölgesinde ilerliyor. Bütün bunları ve Perry’nin kişisel haritaları dahil birçok eserini 26 Temmuz’a kadar Pera Müzesi’nde görebilirsiniz.

Mehmet Akif Ersoy aile yemeğinde anıldı

0
0

Araştırmacı gazeteci yazar Fatih Bayhan'ın İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un iki torunu Selma ve Ferda Argon ile birlikte hazırladığı “Dedem Mehmet Akif” kitabı İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Beykoz Sosyal Tesisleri'nde düzenlenen yemekle kamuoyuna tanıtıldı.

Yemeğe yazar Fatih Bayhan, Mehmet Akif'in torunu Selma Argon ve Şair Yavuz Bülent Bakiler de katıldı. Yavuz Bülent Bakiler yemekten sonra yaptığı konuşmasında “Akif, tüm samimiyetimle söylüyorum, Türkiye'nin tanıtılması ve çağdaş medeniyetler seviyesine yükselmesi için takip edilmesi geren bir abide adamdır.” ifadelerini kullandı.

Araştırmacı gazeteci yazar Fatih Bayhan'ın Mehmet Akif Ersoy'un iki torunu Selma ve Ferda Argon ile yaptığı röportajlardan yola çıkarak yazdığı “Dedem Mehmet Akif” kitabı İBB Beykoz Sosyal Tesislerinde düzenlenen yemekle tanıtıldı. Röportajların yapım aşamasında vefat eden Ferda Argon da toplantıda rahmetle anıldı. Yemekten sonra yaptığı konuşmasında şair Yavuz Bülent Bakiler, 2015 yılında bile Akif'in gerçek şahsiyetiyle ortaya konulmasında zemin müsait olmadığı için zorlanıldığına vurgu yaptı. Şair Bakiler, İstiklal Şairimiz için “Akif, tüm samimiyetimle söylüyorum, Türkiye'nin tanıtılması ve çağdaş medeniyetler seviyesine yükselmesi için takip edilmesi geren bir abide adamdır. Bütün samimiyetimle inanıyorum 2 bin -3 bin yıl sonra bile Akif gerçek düşüncesiyle ve fikir dünyasıyla ortaya konulduğu zaman onun mutlaka abide bir şahsiyet olduğu kabul edilecektir. Türkiye kalkınmak ve çağdaş medeniyetler seviyesine yükselmek istiyorsa Akif'i çok iyi okumak ve çok iyi bilmek mecburiyetindedir. Ama bugün biz Türkiye'de aydınımızla ve halkımızla Mehmet Akif'i katiyyen tanımıyoruz. Halk katiyyen okumadığı için Akif'ten haberdar değil.” diye konuştu. Eserin sahibi Fatih Bayhan konuşmasında “Mehmet Akif gibi bir üstadı 250 sayfalık bir kitapta ele almak oldukça güç bir iş. Biz biraz aile içinden ve ailesinin dilinden Mehmet Akif'i anlatmaya çalıştık.” dedi. Bayhan, kitabın muhattabının gençler olduğunu söyledi. “Dedem Mehmet Akif” kitabı, Mehmet Akif'in hayat ve şiir anlayışına aile hayatına ve ailesiyle ilişkilerine ve bugüne kadar konuşulmamış, hiç dillendirilmemiş birçok noktaya ailesinin son fertlerinin gözünden bakıyor.

Karadeniz Kitap Fuarı başladı

0
0

TÜYAP ve Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile hazırlanan Karadeniz Kitap Fuarı 2015-Samsun, bugün TÜYAP Samsun Fuar ve Kongre Merkezi’nde başlıyor.

150 yayınevinin katıldığı fuara Ayşe Kulin, Can Dündar, Mustafa Armağan, Altan Öymen, Füruzan, Muzaffer İzgü, Canan Tan, Senai Demirci, Yekta Kopan, Yavuz Bahadıroğlu, Enver Aysever, Deniz Kavukçuoğlu, İlker Başbuğ, Vehbi Vakkasoğlu, Nedim Şener, Ataol Behramoğlu, Behiç Ak, Yunus Emre Özsaray, Ahmet Telli, Yüksel Pazarkaya, Sevgi Özel, Aret Vartanyan, Kahraman Tazeoğlu’nun aralarında olduğu 500 yazar katılacak. 24 Mayıs’ta sona erecek olan Karadeniz Kitap Fuarı hafta içi 10.00-20.30 saatleri arasında ziyaret edilebilir. (www.karadenizkitapfuarisamsun.com)

Memleketimden gerçek insan manzaraları

0
0

Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi ve Açık Radyo, herkesi yaşanmış hikâyelerini anlatmaya davet ediyor.

Nâzım Hikmet’in 1939-1945 yılları arasında kaleme aldığı Memleketimden İnsan Manzaraları adlı kitabının 70. yaş günü ve Açık Radyo’nun 20. kuruluş yıldönümüne özel yapılan proje kapsamında, hikâyesi olan ve anlatmak isteyen herkes, 1 Temmuz’a kadar basvuru@turkiyehikayelerinianlatiyor.com’a başvuruda bulunabilir. Konu kısıtlaması yok, katılım için tek şart, hikâyelerin kurgu değil, gerçek olması. Murat Gülsoy, Güven Güzeldere, Ömer Madra ve İlksen Mavituna’dan oluşan seçici kurul tarafından ön elemeden geçirilecek hikâyeler, Açık Radyo’da seslendirilecek, daha sonra da yayınlanacak. Hayat-ı Hakikiye Hikâyeleri adlı bir kitap haline getirilmesi planlanan kitabı yayına Deniz Altınay, Nalan Barbarosoğlu, Enis Batur, Hakan Bıçakçı, Behçet Çelik, Feride Çiçekoğlu, Berna Durmaz, Sine Ergün, Mahir Ünsal Eriş, Semih Gümüş, Hakan Günday, Meltem Gürle, Hikmet Hükümenoğlu, Melisa Kesmez, Ergun Kocabıyık, Adnan Kurt, Birgül Oğuz, Mahmut Temizyürek, Ayfer Tunç ve Murat Yalçın hazırlayacak. (www.turkiyehikayelerinianlatiyor.com)

Krizleri aşmanın biricik yolu diyalog

0
0

İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllar, insanların can derdine, bir lokma yiyecek derdine düştüğü yoksulluk zamanları...

Bu kritik dönemde Birleşik Krallık’ta ülkeler arasındaki diyaloğa katkı sunmayı, kültürel değişimin bir parçası ve öncüsü olmayı amaçlayan bir kuruluşun ilk adımları atılıyor. Ve bu kuruluşun dünya üzerindeki ilk şubelerinden biri 1940 yılında, savaşın kızgın yüzü kendini her türlü hissettirirken, Türkiye’de açılıyor. Sözünü ettiğimiz British Council, bu günlerde Türkiye’deki 75. yılını ocak ayında görev başına geçen CEO Ciar·n Devane ile kutluyor.

Geçtiğimiz hafta İngiltere Başkonsolosluğu’nun bahçesinde gerçekleşecek kutlamadan önce Devane ile bir araya geldik. Aslında merak ettiğimiz konulardan biri dünyanın pek çok yerinde gerek etnik, gerek dini gerekse ekonomik sebeplerle bir çatışma ortamının sürüp gitmesiyle alakalıydı. İşbirliği içinde olmak yerine çatışmanın tercih edildiği 21. yy’da diyaloğun ve kültürel ilişkilerin barışa katkısı ne olabilirdi?

Devane, en önemli unsurun diyalog olduğunu hatırlatarak hayatından bir örnek verdi: “İrlanda doğumluyum ve benim geldiğim ülkede uzun yıllar boyunca iki farklı topluluk birbirinden çok farklı yerlerde yaşadı, çok farklı okullara, çok farklı kiliselere gitti. Dostluk, ortak ilgi ve anlayış olmadığı için birbirlerine hep şüpheyle yaklaştılar ancak şu anda Kuzey İrlanda’da barış hâkim. Bunun çeşitli sebepleri var. Her şeyden önce siyasi iradenin çabalarının önemli bir payı var. Askeri faaliyetlerin, kolluk kuvvetinin de bu barışı tesis etmede rolü var ama ikisinden de önemlisi, aslında iki topluluk arasındaki ilişkilerin zaman içinde güçlenmesi, barışın tesis edilmesinde büyük rol oynadı. Çünkü iki topluluk arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi iki tarafın birbirini daha iyi anlamasını, farklılıklarına saygı göstermesini ve benzerliklerin, ortaklıkların farkında olmasını sağladı.”

Toplumsal krizlerde diyaloğun önemine vurgu yapan Devane’ye dünya üzerinde 100’ün üzerinde ülkede faaliyet gösterdiklerini ve Arap Baharı gibi toplumsal çatışmaların yaşandığı ülkelerde ne gibi bir strateji uyguladıklarını sorduğumuzda ise diyalogdan kastını biraz daha açıyor: “Son dönemlerde Tunus’ta genç liderler arasındaki diyaloğu geliştirmek için Ortadoğulu Arap liderleri bir araya getiren bir konferans düzenlemiştik.” diyor ve faaliyetlerin halka bakan yönlerinden de bahsediyor: “Genç insanlarla bir araya gelip onların yeteneklerini geliştirmelerine yardım ediyoruz. Mesela Mısır’da bir futbol programımız var, Tunuslu, Mısırlı kadınlar futbol yeteneklerini geliştiriyorlar, böylece liderlik özellikleri de gelişiyor, oyun kurma özellikleri de…”

Ona göre barış için doğrudan bir adım atmak o kadar kolay değil ama toplumların kültürle, sanatla ve bu şekilde sürecek diyalogla iyileşme ihtimali artıyor.


30 müze gece yarısına kadar açık

0
0

Her yıl 18-24 Mayıs tarihleri arasında kutlanan Müzeler Haftası bugün başladı. Etkinlikler kapsamında ‘10. Avrupa Müzeler Gecesi’ de bu gece gerçekleştirilecek. İstanbul, Ankara, Gaziantep, Antalya, Amasya, Niğde, Sivas’ın aralarında olduğu 30 şehirdeki müzeler gece yarısına kadar açık ve ücretsiz.

Müzeler Haftası bugün başlıyor. 24 Mayıs’a kadar devam edecek hafta boyunca pek çok müze ücretsiz gezilebilecek. Avrupa Konseyi, UNESCO ve ICOM’un işbirliği ile bu yıl Avrupa’da 11.si, Türkiye’de ise 10.su kutlanacak olan “Avrupa Müzeler Gecesi” etkinliği de bugün gerçekleştirilecek. Etkinlik kapsamında Türkiye’den 30 müze, normal kapanış saatlerinden itibaren ziyaret edilebilecek ve saat 23.00’e kadar hiçbir ücret alınmayacak. Avrupa Müzeler Gecesi etkinliğinde, saat 23.00’e kadar Türkiye’de açık olacak müzeler şöyle: Amasya Müzesi, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Ankara Etnografya Müzesi, Antalya Müzesi, Alanya Müzesi, Side Müzesi, Aydın Müzesi, Burdur Müzesi, Çorum Müzesi, Elazığ Müzesi, Eskişehir Eti Arkeoloji Müzesi, Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi, Hatay Müzesi, İstanbul Arkeoloji Müzeleri, İstanbul Ayasofya Müzesi, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi, İzmir Arkeoloji Müzesi, İzmir Atatürk Evi Müzesi, İzmir Efes Müzesi, İzmir Ödemiş Müzesi, Kahramanmaraş Müzesi, Kastamonu Müzesi, Kocaeli Müzesi, Konya Mevlânâ Müzesi, Muğla Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi, Muğla Fethiye Müzesi, Muğla Marmaris Müzesi, Niğde Müzesi, Sivas Müzesi, Sinop Müzesi.

İstanbul Balat’taki Rezan Has Müzesi bir hafta boyunca ücretsiz gezilebilecek. Müzede devam eden Rezan Has Müzesi Urartu Takı Koleksiyonu sergisi bu akşam 22.00’ye kadar görülebilir. Kadir Has Üniversitesi koleksiyonunda bin yüz kadar eserin olduğunu hatırlatalım.

Tasarım tutkunları birarada

0
0

Mimarlık ofisi Atelier187 tarafından bu yıl ilki düzenlenecek Design Scene İstanbul mobilya, moda, fotoğraf ve heykel gibi dört farklı disiplinden dört tasarımcıyı Cezayir Restoran’ın tarihi binasında buluşturuyor.

Katılımcı sanatçıların eşliğinde söyleşi ve atölye çalışmalarının da düzenleneceği etkinlik, 21-24 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek. Atelier187’in kurucusu mimar ve tasarımcı Osman Hacıoğlu, 2015 Mobilya Koleksiyonu; İspanya’dan moda tasarımcısı Susana J. Denia, 2015 Yaz Koleksiyonu; Fransa’dan fotoğraf sanatçısı Julien Aksoy, “Urban Scenes” adlı Fotoğraf Koleksiyonu ve Türkiye’den heykeltıraş Tarkan Güveli, bu buluşmaya özel tasarlayacakları işlerini ilk kez Cezayir Restoran’da sergileyecekler. (www.designscene.wix.com)

İş Sanat, sezonu Flamenko ile kapatıyor

0
0

İş Sanat, dolu dolu geçirdiği 15. sezonunu flamenkonun önemli ismi Eva Yerbabuena Flamenko Topluluğu’nun performansıyla tamamlıyor.

1997 yılında Mike Figgis’in Flamenko Kadın isimli belgeselinde de yer alan Yerbabuena ve topluluğunun Türkiye’deki ilk gösterisi 22 Mayıs saat 20.00’de İş Sanat’ta. Bugüne kadar sahnelediği sekiz ödüllü gösteriyle seyircilerine özgün ve renkli bir Flamenko deneyimi sunan topluluğun kurucusu Eva Yerbabuena, 2013’te En İyi Kadın Dansçı kategorisinde Max Ödülü ve Ulusal Ödül’e layık görüldü. Flamenko’yu dans, müzik ve şarkının büyüsüyle birleştiren bir felsefeye sahip olan topluluk, kurulduğu 1998 yılından bu yana performanslarıyla tüm dünyada geniş bir hayran kitlesine ulaştı. (0212 316 10 83)

Gülten Akın... Şiirden başka ne ki!

0
0

Türk şiirinin yaşayan en önemli isimlerinden Gülten Akın, 2013 yılında yayımlanan “Beni Sorarsan” adlı şiir kitabından sonra hiç şiir yayımlamadı.

Şair, geçen ay, Kitap-lık dergisine kendi ifadesiyle “karaladığı” bazı sözleri iletmiş. Ve eklemiş: “Şiir sayfalarına koymayın!” Şairin bu ‘sözler’i derginin mayıs-haziran sayısında yayımlandı. Kitap-lık’ın editör yazısında da söylendiği gibi, “Bu sözler şiir değilse nedir?” Bağımsız şiir parçaları, kendi başına bütün şiirler, oğul verecek dizeler... Usta bir şairin elinden çıkmış hiçbir ‘söz’ yabana atılası değildir ki, tevazusu bir yana, Akın’ın ‘karalamalar’ı birer has şiir. İşte onlardan bazıları:

Henüz başlamamıştık

Bitirmişler

*

Söz kolay

Şakımışım kuş gibi

*

Bileğin diyorum

Sol bileğin

Yüzüme sürerdin

Vedalaşırdık

Damarın damarıma

Bana bıraktığın buydu

*

Yürüyorum

Kimselere değmeden

Kokularını duymadan

Onlar insan gibi kokmuyorlar

Kokularına korkularına

tutsak olmuşlar

*

İnadın anlamı yok

Ölünüyor

Ben bilmezden geliyorum

*

Ben bu dünyanın Alevisi olmalıyım

Yana yana tükenmediğime göre

Dünyanın en hızlı kemancısı

0
0

Ünlü keman virtüözü David Garrett, Türkiye’deki ilk konserini vermek üzere İstanbul’a geliyor. “Müziğin dâhi çocuklarından biri” olarak bilinen genç virtüöz, yarın Haliç Kongre Merkezi’nde sahneye çıkacak.

IEG Live ve Piu Müzik işbirliğiyle düzenlenecek konserde Garrett, Brahms’ın “Thuner Sonate”, “Andante Tranquill” ve “Regenliedsonate” gibi klasiklerinin de yer aldığı bir resital sunacak. Konserde Garrett’e, piyanosuyla Julien Quentin eşlik edecek. Dört yaşındayken kendi kendine keman çalmayı öğrenen; 7 yaşında resital vermeye başlayan ve 13 yaşında 2. CD’sini kaydeden Garrett, 2008 yılında “Flight of the Bumblebee” şarkısını 1 dakika 6,56 saniyede (1 saniyede 13 nota basarak) çaldığı performansıyla Guinness Rekorlar Kitabı’na “dünyanın en hızlı keman çalan insanı” olarak geçti.

Ankara Öykü Günleri, Yaşar Kemal’i anıyor

0
0

Öykünün geleceğini önemseyen ve öyküyü ‘sözün geleceği’ olarak gören Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği, 14 yıl boyunca başarıyla gerçekleştirdiği Uluslararası Öykü Günleri’ni 15. kez yapmaya hazırlanıyor.

2014 yılında Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez anısına düzenlenen Uluslararası Ankara Öykü Günleri bu yıl, kısa bir süre önce aramızdan ayrılan usta yazar Yaşar Kemal anısına gerçekleştirilecek. Onur Ödülü ise yazar ‘büyülü gerçeklik’ akımının Türkiye’deki önemli ismi olarak kabul edilen Latife Tekin’e verilecek.

Çankaya Belediyesi, Ankara Üniversitesi ve Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği’nin birlikte düzenlediği 15. Uluslararası Ankara Öykü Günleri 20-24 Mayıs günleri arasında Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin yanı sıra Ankara Üniversitesi salonlarında ve Öykü Günleri Derneği’nde gerçekleştirilecek. Öykü Günleri, 20 Mayıs’ta Ankara Üniversitesi Rektörlük Yüzüncü Yıl Toplantı Salonu’nda yapılacak açılış töreniyle başlayacak. Ardından Uluslararası Ankara Öykü Günleri Onur Ödülü Töreni gerçekleştirilerek, Latife Tekin’e ödülü sunulacak ve Mine Söğüt, Pelin Özer, Oylum Yılmaz’ın katılacağı panelde Tekin’in edebiyatı tartışılacak. Dünyanın dört bir yanından öykücülerin öykü severlerle buluşacağı etkinlikte onur konukları arasında Kata Kulavkova, Cecilia Davidson, Davit Turashvili ve Kürtçenin önemli yazarı Fırat Ceweri yer alıyor.

ÖYKÜ OKUMALARI, PANELLER VE KONFERANSLAR...

Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği’nde öykü günleri boyunca her gün saat 11.00 ya da 11.30’da başlayarak, öyküler okunacak, öykü üzerine kısa konuşmalar yapılacak ve paneller düzenlenecek. Öykü Günleri’nde Davit Turashvili ve Makvala Kharebava “Gürcü Öykücülüğü”, Cecilia Davidson “İsveç Öykücülüğü”, Fırat Ceweri de “Dünden Bugüne Kürt Öykücülüğü” üzerine konuşacak. Öykü günleri boyunca gerçekleştirilecek panel konuları arasında Erendiz Atasü’nün yönlendiriciliğinde “Ankara’dan Yolu Geçen Öyküler”, Mahir Ünsal Eriş ve Doğuş Sarpkaya’nın birlikte yer alacağı “Çağdaş Türkçe Edebiyatta İstanbul Dışı”, uluslararası yazar örgütlerinde önemli bir yeri olan Kata Kulavkova’nın katılımcılarından olduğu “Kültürlerarası Bir Köprü Olarak Edebiyat”, Aysu Erden ve Çiğdem Ülker’in yönlendiriciliğinde “Edebiyat Atölyelerinden Yazar Çıkar mı?” sorusu, Melike Uzun’un konuşmacıları arasında olduğu “Edebiyatta Eril Dil”, Özcan Karabulut, Yaşar Seyman ve Aydın Çubukçu’nun da katılımcıları arasında bulunduğu “Emek ve Öykü” ve Ayşegül Tözeren’in yönlendiriciliğinde gelenekselleşen “Genç Öykücüler Konuşuyor” yer alıyor. Ahmet Say da öykü günlerinin anısına düzenlendiği Yaşar Kemal üzerine konuşacak.

Etkinliğin son günü Haldun Taner’in doğumunun 100. yılı olması nedeniyle Ankara Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Bülent Çiftçi tarafından Haldun Taner’in ‘On İkiye Bir Var’ öyküsünün bir anlatı olarak sunumu gerçekleşecek. Ardından Haldun Taner’i anmak üzere, Prof. Dr. Selçuk Erez, Demet Taner, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Prof. Dr. Ayşegül Yüksel ve Hasan Özkılıç buluşacak.

Anadolu’nun arkeolojik tarihi değişiyor mu?

0
0

“Truva'nın altında şimdiye kadar ortaya çıkarılandan 100 kat daha büyük bir kasaba ve bu kasabanın bağlı olduğu bugüne kadar bilinmeyen Luvi uygarlığı bulunuyor.”

Bu iddia, merkezi İsviçre'de bulunan ve Nisan 2014'te kurulan Luvi Araştırmaları Vakfı Başkanı jeoarkeolog Dr. Eberhard Zangger'e ait. Geçen hafta İstanbul'da bulunan Zangger'in Anadolu'nun arkeoloji tarihini değiştirecek bazı iddiaları var. Dr. Eberhard Zangger ve arkeolog Serdal Mutlu tarafından ortaklaşa hazırlanan ve Mersin Üniversitesi Kilikia Arkeolojisini Araştırma Merkezi'nin yıllık dergisi Olba'da yayınlanan akademik makale, dünyanın çok katmanlı arkeolojik sit alanlarının başında gelen Truva Antik Şehri ile ilgili bugüne kadar tespit edilmemiş bulguları ortaya çıkarıyor. Zangge, Anadolu'da Hitit dışında aslında adı Luvi olan büyük bir uygarlığın bulunduğunu, hatta Luvicenin konuşulduğu bölgenin Hititçe konuşulan bölgeden çok daha büyük olduğunu ama Avrupalı arkeologların bu bilgiyi bugüne kadar görmezden geldiğini söylüyor. Zangger'in iddiasını dayandırdığı 20 yıllık araştırmaları, 250'den fazla harita, video çekimleri ve illüstrasyonlar dünden itibaren www.luwianstudies.org'da yayınlanmaya başladı.

Zangger'in anlattığına göre, Luwian Studies Vakfı, Batı Anadolu'da MÖ 2. bin yılına tarihlendirilebilecek ve o dönemde var olan Miken veya Hitit kültürlerinin bir parçası olmayan 340 büyük yerleşim yeri tespit etmiş. Bu yerleşim yerleri, şu ana kadar varlığı henüz kabul edilmemiş olan Luvi uygarlığını oluşturan halklara ait. Yani bu şu demek oluyor: Zangger Türkiye'de yapacağı kazılarla iddiasını kanıtlarsa 200 senedir yaygın olan; bütün her şeyi Yunanlıların keşfettiğine dair inanç çökecek.

Sizi tanıyabilir miyiz, vakıf ne zaman, niye kuruldu?

Ben jeoloğum, uzmanlık alanım arkeolojik kazılar. Alman'ım. İlk kazı projemi 1982'de Yunanistan'da yaptım. Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından yayımlanan, arkeolojide alan konstrüksiyonu konusunda bir kitap hazırladım. O yıllarda Kaliforniya'da Stanford Üniversitesi'ndeydim. Sonra Cambrige Üniversitesi'ne tayin oldum. Yine Yunanistan'da bir kazıya başladık. Bronz çağına ait bir sarayın olduğu yeri kazdık. 1990'lardaki bu çalışmam da alanımızdaki en önemli metodolojileri ortaya koydu. Disiplinler arası bir çalışmaydı. Jeofizikçiler, toprak bilimciler, bitki uzmanları vardı. Farklı disiplinlerden insanlar bu projede bir arada çalıştılar ve bu araştırma sırasında, biz bir suni kap keşfettik. El yapımı bir kaptı. Nestua sarayı buradaydı. Troya Savaşı'nda savaşmış krallardan birinin sarayıdır. Bölgede bir liman havzası keşfettik. Bugün tamamen doldurulmuş burası, yeşil alan… Şunu demek istiyorum. 18 sene boyunca Yunanistan'da çalıştım ve şunu anladım; benzer keşifler Türkiye'de de yapılmalı. Özellikle de Troya'da. Çünkü Yunanistan'daki liman havzası kalıntılarının benzerlerini Troya'da görmüştüm.

Bu haritayı onun için mi çizdiniz?

Biz Troya'nın böyle gözüktüğünü hayal ediyoruz. Bugüne kadar kazılar sadece sarayın olduğu yerde gerçekleşti. Ama orada keşfedilenden 100 kat daha büyük bir kasaba var. Ben bunun çok büyük keşif olduğunu düşünmüştüm. Ama kariyerimde ilerlememe engel olan bir çalışma oldu. Stanford ve Cambrigde kariyerimin zirvesindeydim. Ne zaman ki Türkiye ile ilgili çalışmaya odaklandım birdenbire düştüm. O günden beri insanlar çılgın olduğumu düşünüyor.

Araştırmanızın arkasındaki tez, iddia nedir tam olarak?

Benim bu haritayı yapmamım sebebi; şu anda kazı yapan Türk arkeologlarına bu alanı düşünmeye teşvik etmek. Şehrin asıl kalıntıları 5 metre altta gömülü. Ege'deki Bronz çağı ile ilgili birkaç kitap basılmıştır. Bunların hepsi bin sayfalık kitaplardır. Ama hiçbiri buradaki diğer medeniyetlerden bahsetmez. Biz bu bölgeyi inceledik. Troya savaşından kalan arkeoloji bölgelerini çıkardık. Bunlar zaten halihazırda yayınlara girmiş olan alanlardı. 340 alan olduğunu gördük. Bunların var olduğu biliniyor, ama haritasını ilk biz hazırladık. Yani bizim teorimize göre haritanın böyle gözükmesi gerekiyor. Araştırmalarımız gösteriyor ki, Luviler bugüne kadar tanınmayan bir medeniyetmiş.

Bahsettiğiniz kazıları yapmak bugüne kadar başka kimsenin aklına gelmemiş mi?

Türk arkeologların yaptığı birtakım kazılar var, Türkiye'nin batısında, Bronz Çağı kazıların sayısı 22'dir… Ama şöyle bir sorun var, arkeologlar genellikle çok dar bir döneme odaklanıyor. Mesela höyükler en yukardan başlanıyor kazılmaya, temele kadar iniliyor. 1080 yılında Bizans Manastırı'na denk gelince duruyorlar. Hemen manastır koruma altına alınıyor, kimse araştırmaya devam etmek için duvarları sökmek istemiyor. Halbuki onun altında 15 metre daha var. Yani bütün dönemleri kapsayacak şekilde dikey kazı yapılmıyor. Bizim yapmak istediğimiz bu yerlerden beşini seçmek ve beşe beş metre kazıya başlamak. Ama en altına kadar inmek.

O beş yer neresi?

340 alan var demiştim, 20 tane en favori bölge belirledim. Çandarlı, Kadıkalesi, orada zaten Bizans Manastırı var. Ben onun altına inmek istiyorum. Bir de daha içeride Beyköy var. Uzmanlık alanım tam olarak bu bölgelerde kaç metreye kadar inilmesi gerektiğini iyi bilmem.

Kaç metre?

Kadıkalesi 15 metre inilmesi gerekiyor. Ama bölgeden bölgeye değişir. Yunanistan'daki araştırmalarda bu mesafelere inildi, ama Anadolu'da yapılmadı. Nesilden nesle bütün Yunan arkeologlar, dikey kazıyı yapabilmek için eğitildiler.

Türklerin dışında Avrupalı arkeologlar ilgilenmemiş mi sizin gibi konuyla?

Aslında bu sistem 1920 senesinde kuruldu. Bu sistemi kuran kişi de Arthur Evens, Girit'te Minos kazısını yapan kişi. 1920 senesinde Yunanistan ile Türkiye savaş halindeydi. O zaman burada çalışan akademisyenler Yunan âşığı akademisyenlerdi. Avrupalılardı. Ve o insanlar, bir şekilde diğer insanların Anadolu medeniyetlerine odaklanmasını istemediler. Troya 1870'te keşfedilen ilk alan. Ama orada başka bir uygarlık olduğu kayıtlara geçmedi. Yunanlılar buradaki bu bilgileri ders kitaplarına sokmuyorlar. Fakat dilbilimciler Luvi diliyle ilgili çok araştırmalar yapmışlar, kitaplar yazmışlar. Kazılar söz konusu olunca karşımıza çıkan resim bu. Zaten dilbilimciler, kendilerinin arkeologlardan hep daha ileride olduğunu söylüyorlar ve arkeologlardan artık şu haritayı oluşturmasını istiyorlardı. Bizim sektörümüzde herkes bilir; ne zaman Türkiye'ye yüzünüzü dönseniz aynen eski arkeologların başına gelen sizin de başınıza gelir, tıpkı benim başıma geldiği gibi.

Eski arkeologlar kim, ne geldi başlarına?

Anadolu arkeologlarının öncüsü olan isimlerden bahsediyorum. Heinrich Schliemann 1870'te Troya'yı keşfetti. Hugo Winckler, 1906'da Hattuşaş'ın ilk kazılarını yaptı. Emil Forrer, Hattuşaş belgelerine bakarak bölgede 8 dil konuşulduğunu keşfetti. Helmuth Bossert, Luvi dilini keşfetti. James Mellaart da Çatalhöyük'ü buldu. Ve bütün bu arkeologların ortak yönü, Türkiye üzerinde çalışmaya başladıklarında arkeoloji camiasında dışlandılar. İş izinleri iptal edildi. Hititler'in ilk kazılarını Hugo Winckler yapmıştı, çok zor bir hayatı oldu. Hiçbir zaman iş bulamadı. 49 yaşında da öldü zaten. Hitit kazıları resmi kazı olarak bile kabul edilmedi. Emil Forrer da Winckler'in belgeleri üzerinde çalıştı, o da hiçbir zaman Almanya'da iş bulamadı. 40 yaşındayken Güney Amerika'ya taşındı. James Mellaart neolitik çağ ile ilgili çalıştı, onun da iş izni iptal edildi. Bizim vakıf, buradaki boşluğu doldurmak üzere kuruldu. Bugünden itibaren web sitemizde tüm araştırmalarımızı kamuoyuna açıyoruz.

Sizin başınıza ne geldi?

Ben 1999'da artık kariyerim daha ilerleyemediği için bir iletişim ajansı kurdum. Bilim ile ilgili iletişim konularında çalışıyoruz. İletişimde kazandığım becerileri, daha önce yaptığım çalışmaları yaymak üzere kullanıyorum. Çünkü anladım ki, aslında bilimde bir şeyler keşfetmek daha kolay, ama bunu başarılı bir şekilde duyurmak olağanüstü zor.

Avrupalı arkeologları eleştiriyorsunuz, siz de bir Avrupalısınız. Sizin onlardan farkınız nedir?

Ben daha farklı bir zihniyetle yetiştirildim. Liseye gitmedim, pratik bir işte çalıştım. Konservatör olarak. Ondan sonra diplomamı aldım ve üniversiteye gittim. Klasik bir eğitimim olmadı. Arkeolog değil de jeolog olduğum için, Avrupalı arkeologların yaşadığı şekilde benim beynim yıkanmadı.

Peki eleştirdiğiniz Avrupalı arkeologlar araştırmalarınızdan haberdar mı?

Evet biliyorlar, çünkü zaten ben bunların bir kısmını 1990'larda yayınlamıştım, deli olduğumu düşünüyorlar. 1999'da Troya'da helikopterle jeofizik araştırması yapmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı'na başvurdum. Şehrin üzerinde uçuş yapacak ve sistematik bir şekilde x-ray ile toprağı inceleyecektim. Fakat Bakanlık izin vermedi.

Neden vermedi?

Çünkü o zamanın Troya kazısının başında olan Manfred Korffman buna karşıydı. Şimdiki bakanla iki sene evvel görüştük. Bakan diyor ki müsteşar ile görüşün. Müsteşar diyor ki, antik çağ müdürlüğü ile görüşün, o da benim yardımcım ile görüşsün…

Nihayetinde tezinizi kanıtlarsanız ne olacak?

200 senedir yaygın inanç nedir? Bütün her şeyi Yunanlıların keşfettiği, işte o inanç çökecek.

Türklerle Yunanlılar her şey için kavga ediyor, bir kavga sebebi daha mı çıkacak?

20 sene Yunanistan'da çalıştım, orada tanıdığım arkeologlar var. Deneyimlerime göre Yunanlılar bu bilgileri, daha kolay kabul edecek, bu konuda çok daha açık görüşlüler. Çünkü onlar kanıtlara o kadar yakınlar ki, bütün bunları içgüdüsel olarak zaten biliyorlar. İddiaları daha ziyade Avrupalı diğer arkeologlar açısından sorun teşkil edecek.


Küçük Prens, Lazcaya çevrildi

0
0

Dünya edebiyatının önde gelen eserlerinden Antoine de Saint Exupery'nin 'Küçük Prens' romanı Melek Özlem Durmaz tarafından Lazcaya çevrildi.

Çok eski bir dil olan Lazca, sözlü gelenekten geldiği için kaybolmaya başlamış bir dil. 2007 yılında, UNESCO tarafından unutulmaya yüz tutmuş diller kategorisinde Dünya Kültür Mirası'na alınmıştı. Küçük Prens'in birçok farklı lehçesi olan Lazcaya çevrilmesi bu anlamda önem taşıyor. Melek Özlem Durmaz, 16 Mayıs'ta Ankara Tayfa Kitabevi'nde başlayan, Küçük Prens romanının Türkiye'deki koleksiyonerlerinin açtığı ‘Dünya Dillerinde Küçük Prens Kitapları' sergisi kapsamında 23 Mayıs Cumartesi günü gerçekleştirilecek söyleşiye konuk olarak katılacak. Küçük Prens, Lazcaya daha önce de çevrilmişti. Yeni çeviri Ardeşen lehçesi ile yapıldı, Hopa lehçesi yapılan ilk çeviri, Lazika Yayın Kolektifi tarafından 2011'de ‘Çita Mapaskiri' adıyla yayımlanmış ve baskısı kısa sürede tükenmişti.

Selçuk Baran Öykü Ödülü sahibine verildi

0
0

Galapera Sanat’ın, Selçuk Baran adına bu yıl üçüncüsünü düzenlediği Selçuk Baran Öykü Ödülü, 16 Mayıs’ta Tiyatro Kara Kutu’da gerçekleştirilen törenle İsahag Uygar Eskiciyan’a sunuldu.

Nursel Duruel, Sezer Ateş Ayvaz, Nemika Tuğcu, Berat Alanyalı, Turhan Günay, yazarın yayıncısı Suat Duman ve edebiyatçı dostlarının katıldığı törende, ödül, İsahag Uygar Eskiciyan adına Nemika Tuğcu tarafından yakın dostu Çiğdem Şahin’e verildi. Geçtiğimiz yıl Eskiciyan’ın ‘Pause Anıtı’ adlı öykü kitabını yayımlayan Alakarga Yayınları, Metropol Ninnisi’ni de 2015 Eylül ayında kitaplaştıracak.

100. yılında Dönüşüm’ün ilk cümlesi hâlâ tartışılıyor

0
0

Franz Kafka'nın Dönüşüm adlı eserinin yayımlanışının 100. yılı. Edebiyat tarihinin en önemli başlangıç cümlelerinden birine sahip olan bu öykü, Türkçede, ilk 1955'te yayımlanışının ardından, farklı çevirmenlerin elinde çeşitli değişikliklere uğradı. Pek çok ülkede, bu önemli giriş cümlesinin nasıl çevrildiği ve en iyi çevirinin hangisi olduğu tartışılmakta.

Edebiyat tarihinin trajik yazarlarından Franz Kafka'nın (1883-1924), Dönüşüm (1915) adlı eseri şöyle başlar: “Als Gregor Samsa eines Morgens aus unruhigen Träumen erwachte, fand er sich in seinem Bett zu einem ungeheueren Ungeziefer verwandelt”. Edebiyat tarihinin en önemli başlangıç cümlelerinden biri olan bu giriş, her dilde farklı bir çevirmenin eliyle çeşitli dönüşüyor. Dönüşüm'ün yayımlanışının 100. yılı dolayısıyla pek çok ülkede, bu önemli giriş cümlesinin nasıl çevrildiği ve en iyi çevirinin hangisi olduğu tartışılıyor.

Her çeviri uğraşının yeniden bir üretim olduğu gerçeğini hatırlatırsak, bu süreçte çevirmenin metne bağlılığı önem taşır. Akşit Göktürk'ün deyişiyle “Çeviri yalnızca anlamın yabancı bir dilden bir dile aktarımı değildir… Başka dillerin tanımladığı başka dünyaların tanıtılmasıdır.”

Kafka'nın Türkçeye “Dönüşüm” ve “Değişim” adıyla çevrilmiş “Die Verwandlung” adlı öyküsü ilk olarak 1955'te Vedat Günyol tarafından ikinci bir dilden çevrilir. Yeni Ufuklar Yayınları'ndan çıkan öykünün ilk cümlesi şöyle başlar: “Gregor Samsa, bir sabah, korkulu bir rüyadan uyanınca yatağının içinde kendini korkunç bir hamam böceği olarak buldu.” Günyol'un kitabı çevirme macerasına kulak verelim: “Dünyaca ünlü beş romancının yapıtlarını konu alan, 1952 yılında katıldığım bir derste Kafka'yı tanıdım. Yurda dönünce okuyup sevdiğim Değişim öyküsünü Fransızca ve İngilizce çevirilerinden yararlanarak Türkçeye aktardım… Uzunca bir süre yasaklı yazarlar listesinde yer alan Kafka ilk kez benim çevirilerimle okuyucular önüne çıkıyordu.”

Kafka'nın Türkçeye “Dönüşüm” ve “Değişim” adıyla çevrilmiş “Die Verwandlung” adlı öyküsü ilk olarak 1955'te Vedat Günyol tarafından ikinci bir dilden çevrilir.

YENİ BİR ÇEVİRİ TUTKUSU

Türkiye'de okurlar Vedat Günyol, Arif Gelen ve Kamuran Şipal'in çevirisinin ardından Ahmet Cemal'in 1986'daki tercümesiyle karşılaşır. Cemal, Dönüşüm çevirisine yazdığı önsözde ‘neden yeni bir çeviri' sorusuna ‘tutku' diye cevap verir. Aynı giriş yazısında yeni bir Dönüşüm çevirisine önceki çevirileri beğenmediği veya onları yeterli görmediği için girişmediğini dile getiren Cemal devam eder: “Yabancı dilde okuduğu bir yazara ve yaratısına bir kez vurulmayagörsün, ondan sonra o yazarı -daha önce başkaları tarafından kaç kez çevrilmiş olursa olsun- bir de kendi anlatmak, o çevirmen için bir tutkuya dönüşür. Bu tutku hiçbir zaman kendi yapacağı çevirinin öncekilerden üstün olacağı inancından kaynaklanmaz- belki kaynaklanmamalıdır da. Önemli olan nokta, o çevirmende kendi yorumunu ve söyleşini aktarma tutkusunun doğmuş olmasıdır. Bu tutku bir kez yerleşti mi çevirmenin içine, artık yapıt daha önce çevrilmiş veya çevrilmemiş, fark etmez.”

Kafka'nın sarsıcı bir cümleyle açılan kitabı seneler içinde yeni çevirilerle dönüşüme uğrayacak ve Tezer Özlü'nün deyişiyle “Kafka ile yaşamak acınacak güncelliğimizin en büyük umudu” olacaktır.

O ilk cümlenin Türkçedeki serüveni

Türkçede kırka yakın Dönüşüm çevirisi var. Piyasadaki bu bollukta okura iyi bir çeviriyi bulmak düşüyor. Türkçede yer alan Dönüşüm’ün ilk cümlelerinden oluşan aşağıdaki seçki okura, çevirinin nasıl değiştiği ve ustalığı konusunda yol gösterebilir.

*“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” (Çev: Ahmet Cemal, Can)

*“Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında devasa bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” (Çev: Semra Özenli, Alakarga Sanat)

*“Gregor Samsa günün birinde huzursuz rüyalardan uyandığında, kendisini yatağında dehşet verici dev bir böcek olarak buldu.” (Çev: Elif Zengin, Palto)

*“Gregor Samsa bir sabah yatağında huzursuz düşlerden uyandığında kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” (Çev: İlknur İgan, Kolektif)

*“Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerden uyandığında kendini yatağında kocaman bir böceğe dönüşmüş buldu.” (Çev: Gülperi Sert, İş Kültür)

*“Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerden uyandığında kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” (Çev: Vedat Çorlu, İthaki)

*“Bir sabah tedirgin düşlerden uyanan Gregor Samsa, yatağında devasa bir böceğe dönüşmüş buldu kendini.” (Çev: Tolga Eraslan, Sis)

*“Gregor Samsa, bir sabah kötü bir rüyadan uyandığında, kendini yatağında korkunç bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” (Çev: Çiğdem Özmen, Antik)

*“Gregor Samsa bir sabah tedirgin düşlerden uyandığında, kendini yatağında devasa bir böceğe dönüşmüş buldu.” (Çev: Nafer Ermiş, İmge)

Gelmemeniz önemle rica olunur!

0
0

Önümüzdeki hafta sonu Beyoğlu’nda sadece iki gün sürecek bir sergi açılıyor. Davetiyesinde ‘Gelmemeniz önemle rica olunur!’ yazan sergiyi görmek isteyen ama güvenlik nedeniyle göremeyecek olan siz okurlarımızdan şimdiden özür dileriz!

İstiklal Caddesi Deva Çıkmazı’ndaki ‘Casa Garibaldi’ binası bugünlerde çok hareketli. Bina, bir yandan restore ediliyor, diğer tarafta birileri resim asacak uygun duvar arıyor, İstanbul Arkeoloji Müzeleri de en altta kazı çalışmaları yürütüyor. 1863 yılında inşa edilen bina, tarihinde böyle bir telaş görmemiştir. Sadede gelirsek, İtalyan Birliği’nin kurulmasını sağlayan Giuseppe Garibaldi’ye kadar uzanan bir tarihi bulunan İtalyan İşçi Derneği​‘nin merkez binası, İtalya Başkonsolosluğu’nun da teşvikiyle 1 Mart 2012’de restorasyona girmişti. Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği’nin (TÜRSAB) desteğiyle yapılan ve bu yıl sonunda tamamlanması planlanan çalışmalardan sonra Beyoğlu, yeni bir kültür merkezi kazanacak. Önümüzdeki hafta sonu yani 22-23 Mayıs’ta ise tarihi binada sadece iki gün sürecek bir sergi açılıyor. Evet, tam restorasyonun, kazının ortasında bir sergi!.. Şantiyede uyulması gereken güvenlik kuralları nedeniyle sergi ziyarete açılamıyor ve süresi iki günle sınırlı tutuluyor. Sadece bazı basın mensuplarının gezmesine izin veriliyor.

‘Dünyanın ilk ziyaretçisiz sergisi’ unvanını kapan “Giovanni Paola Pannini’nin İzinde”, geçmişin unutulmuşluğunu protesto edecek. Serginin küratörlüğünü, Galeri Diani’nin sahibi ve yöneticisi Telga Mendi Südor ile Casa Garibaldi’nin restorasyon çalışmalarının koordinasyonunu yürüten sanat tarihçisi Dr. Sedat Bornovalı yapıyor. Türkiye ile İtalya arasında kültürel bir köprü vazifesi de görecek olan sergide, her iki ülkede sergiler açan Gülseren ve Teoman Südor ile Giancarlo Caneva’nın eserlerinin yanı sıra Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun hiç bilinmeyen ve yeni restore edilen iki tablosu ile birlikte Eren Eyüboğlu, Gülseren Hale Sontaş, Yusuf Katipoğlu, Ursula Katipoğlu, Aydın Ayan, Francesco Borzani, Feyza Alasya ve Kaan Kayımoğlu’nun eserleri sergilenecek. Sergi alanı, 17. yüzyılda mekân resimleri yapan ve sergiye adını veren Giovanni Paolo Pannini’nin resimlerindeki sergileme tekniğinden yola çıkılarak düzenlenecek.

Davetiyesinde “Gelmemeniz önemle rica olunur!” yazan sergiyi görmek isteyen ama güvenlik nedeniyle göremeyecek olan siz okurlarımızdan, bu teknik hata için şimdiden özür dileriz!

DR. SEDAT BORNOVALI

‘Beyoğlu yeni bir kültür merkezi kazanıyor’

Casa Garibaldi'nin inşaatını Eriş İnşaat yürütüyor. Restorasyon müellifi İsmail Büyükseçgin, tasarımda ise Protoype Mimarlık'tan Hakan Aldoğan ve Burcu Gülmen, iç mimar Jale Kulin'le birlikte çalışıyor. Pınar Günay, Ömer Arslan ve İlhan Hot'tan oluşan çekirdek ekibi ile projeyi hayata geçiren Dr. Sedat Bornovalı, “Binanın restorasyon projesi 1 Mart 2012'de başladı ama uzun süre belgeleme ve planlama çalışmaları sürdü. Restorasyon fiilen bir senedir sürüyor. Çalışmaların yıl sonundan önce bitmesini umuyoruz. Casa Garibaldi'nin, resmi olarak müze olmasa da hem etkinliklerin düzenleneceği hem de etkinlik olmadığı zamanlarda bile keyifle gezilecek ve incelenecek bir kültür merkezi olmasını istiyoruz. İçeride sergilenecek tarihi koleksiyonlarla da mekânın ilgi çekmesini planlıyoruz. Beyoğlu yeni bir kültür merkezi kazanıyor.” diyor.

Gerçeklik üzerine diyaloglar

0
0

Bu yıl, “Sanat ve Kültürde Gerçekçilik Üzerine Diyaloglar” temasının ele alınacağı İstanbul Uluslararası Sanat ve Kültür Festivali yarın başlıyor.

Beşincisi düzenlenen festivalde, gerçekçiliğin; edebiyata, sinemaya, tiyatroya, müziğe; sanatın pek çok dalından, tasarım ve moda tasarımına kadar uzanan etkilerine geniş bir perspektifte yer verilecek. İstanbul’74 kurucu ortakları Demet Müftüoğlu Eşeli, Alphan Eşeli ve W Magazine Genel Yayın Yönetmeni Stefano Tonchi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilecek festival, 24 Mayıs’ta sona erecek. (www.istfestival.com)

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live