Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Mantık-ut Tayr sahneye taşındı

$
0
0

Tasavvuf edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan, 12. yüzyılın ünlü İranlı şairi Feridüddin Attar’ın Mantık Al-Tayr (Kuş Dili) eserinden oyunlaştırılan “Kuşlar Meclisi”nin prömiyeri yarın Koç Üniversitesi Odeon Açık Hava Sahnesi’nde saat 20.30’da yapılacak.

Koç Üniversitesi öğrencilerinin ve öğretim üyelerinin kurduğu ‘SAHNESİZ-LER’ tarafından hayata geçirilen oyunu Peter Brook ve Jean-Claude Carriere tiyatroya uyarladı. Kuşlar Meclisi, 14 Mayıs’ta da aynı mekanda sahnelendikten sonra parklarda, tarihi mekanlarda ve meydanlarda izleyiciyle buluşacak. Çiğdem Selışık Onat’ın yönettiği oyun, insanın iç yolculuğunu metaforik bir dille anlatıyor.


İstanbul’da Kürt kültür sanat günleri

$
0
0

Geçtiğimiz perşembe sabahı, Cihangir’de bir grup basın mensubu, bu yıl ilk defa gerçekleştirilecek İstanbul Kürt Kültür Sanat Günleri’nin toplantısına katılmak üzere bir araya geldi.

Basın açıklamasının başlamasını beklerken, etraftaki hemen herkesin Kürtçe konuşuyor olmasıyla, konuşulanların bir kelimesini bile anlamamak, beraberinde büyük bir mahcubiyeti de getirdi. Yüzyıllardır Türkçeyle birlikte aynı topraklarda yaşayan bir dile bu kadar yabancı kalmak, arkadaşının, komşunun dilini bilmemek!.. Kurucuları arasında Musa Anter olarak bilinen Ape Musa ve İsmail Beşikçi gibi isimlerin bulunduğu Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM) tarafından düzenlenen festival, belki de tam bu noktada önemli bir rol üstleniyor. Kürt kültür ve sanatını 3 milyona yakın Kürt nüfusunun yaşadığı İstanbul’a taşıyor ve onu daha görünür, bilinir kılmayı hedefliyor. Bu sayede Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan 16 kurumun katılımıyla, dans, tiyatro, konser, fotoğraf sergisi ile sinema ve edebiyat söyleşisi, toplamda 33 farklı etkinlik, İstanbullularla buluşacak.

İster istemez, etkinliğin düzenleyicilerinden dansçı Serhat Kural’a bu festivalin gerçekleşmesi için toplumsal değişimin gerçekleşip gerçekleşmediğini soruyoruz. Kural durumu şöyle açıklıyor: “Keşke biz, evet, Türkiye’de bir zihniyet devrimi gerçekleşti ve bu anlamda ne olursa olsun kültürel ve sanatsal bir şeyin hiçbir zaman halklar arasında tehdit söz konusu olmayacağını anladık, diyebilseydik. Sadece dünya artık alternatif imkânlar için daha rahat kullanılabilir bir yöne doğru gidiyor ve 24 yılık MKM geleneğiyle, ödenen bedeller üzerinden dönüp baktığımızda Kürtler artık bunu yapabilme gücünü kendilerinde görebiliyorlar.” Kural, bu soruya evet demeyi çok isterdim diye de devam ediyor: “Hiçbir şiddet düşüncesini, halkları birbirine olumsuz yansıtabilecek en ufak bir şeyi istemem. Bir sanatçı olarak duygularım asla böyle bir şeye müsaade etmez. Ama değişmedi, değişmiyor.”

Kadıköy, Şişli, Beyoğlu, Bostancı gibi şehrin farklı yerlerinde düzenlenen etkinlikler 17 Mayıs’a kadar devam edecek. (www.mezopotamya.info)

Saul Bellow 100 yaşında

$
0
0

Amerikalı, Nobel’li yazar Saul Bellow (1915-2005) 100 yaşında. Amerikan edebiyatına ‘kahraman olmayan kahramanları’ kazandıran yazar olarak bilinen Bellow’un 100. doğum günü nedeniyle çeşitli etkinlikler düzenleniyor ve yazarın eserleri yeniden basılıyor. Bu aykırı yazarı anlatan yeni biyografi ise 20. yüzyılın usta yazarlarından Bellow’un dünyasına açılıyor.

Kanada doğumlu, Amerikan edebiyatının ustalarından Nobel ödüllü yazar Saul Bellow (1915-2005) Türkiyeli okurların pek ilgisini çekmese de Philip Roth onu “Amerikan edebiyatının belkemiği” J.M. Coetzee ise “20. yüzyıl Amerikan yazarları arasında devlerden biri, belki de tek devi.” diye tanımlar. Amerikan edebiyatına ‘kahraman olmayan kahramanları’ kazandıran yazar olarak bilinen Bellow’un doğumunun 100. yılı dolayısıyla çeşitli etkinlikler ve eserlerinin yeni basımları gerçekleştiriliyor. Bu aykırı yazarı anlatan yeni biyografi ise 20. yüzyılın usta yazarlarından Bellow’un dünyasına açılıyor. Yazarın arkadaşı Philip Roth’un önsöz yazdığı Bellow’un başyapıtı Herzog ise şık bir baskıyla Penguin klasikler dizisinden yayımlandı.

Bir röportajında, yazar olmaya Tom Amca’nın Kulübesi’ni okuduğunda karar verdiğini söyleyen Bellow’a, 1976’da Nobel Edebiyat Ödülü “derin bir insanlık kavrayışıyla çağdaş kültürün incelikli bir çözümlemesini eserlerinde birleştirmesine” dikkat çekmesiyle verilmişti. “Bir roman, birkaç doğru izlenim ve bundan çok daha fazla yanlış izlenim arasında dengelenmiştir, ki biz buna hayat diyoruz.” diyen Bellow’un Türkçede Humboldt’un Armağanı, Yağmur Kral, Herzog, Günü Yaşa ve Boşlukta Sallanan Adam adlı kitapları yer alıyor.

Amerikalı yazar, akademisyen Zachary Leader’ın “The Life of Saul Bellow: To Fame and Fortune, 1915-1964” adlı yeni Bellow biyografisi eleştirmenleri mutlu eden bir eser olarak raflardaki yerini aldı. Yazarın ölümünün ardından iki cilt olarak planlanan biyografinin ilk kitabı olan bu eser, zihinlerdeki Bellow portresine yeni bir bakış katıyor. Biyografinin bu ilk bölümü yazarın çocukluğu, beş evliliğinden ilk üçü ve Boşlukta Sallanan Adam ile çok satan kitabı Herzog üzerine yoğunlaşıyor.

Bellow’un yazıya olan bağlılığı

832 sayfalık bu kalınca biyografi, daha önce el değmemiş malzemelerden, yazarın akrabaları, arkadaşları ve sevgililerinden oluşan yüz elli kişi ile gerçekleştirilmiş söyleşilerden derlenen konuşmalardan oluşuyor. Kimi eleştirmenler kitabı çok detaylara boğulmuş olarak değerlendirse de genel olarak bu yeni Bellow biyografisi kabul görmüş durumda. Kitaplarından ve edebiyat kariyerinden çok ailesini düşünen bir adam olan Bellow’un biyografisi kurmacalarında görünen pek çok dokunun (özellikle Herzog’un) izlerini taşıyor. 1964’te yayımlandığında yazara büyük bir ün getirerek çok satan listelerine giren Herzog, Bellow’un başyapıtı olarak kabul ediliyor. Roman, tanıdığı tanımadığı, hayatta ya da ölü, önemli ya da önemsiz bir sürü insana, içini dökmek ve sıkışmışlığından kurtulmak maksadıyla hiç göndermeyeceği mektuplar yazmaya başlayan, bir nevi kendinden geçmiş bir adamın hikâyesini anlatır.

Hazırladığı biyografide Bellow’un mizah ve zengin olaylarla dolu hayatını okurlara sunan Leader, yazarın hangi şartlarda ve nerede olursa olsun yazıya ayırdığı o ‘kutsal’ vakti asla ihmal etmediğini dile getiriyor. Bellow’un okumayı seven fakat bunu kimsenin bilmesini istemeyen biri olduğunu da unutmayalım. Paris’te geçirdiği dönemlerin yazı hayatına olan derin etkisine değinen Leader, Bellow’un bu şehirden pek çok malzemeyle devşirdiğini aktarıyor. Leader’ın yazarın terekesine erişmekteki kolaylığı eserin kapsamlı bir çalışma olmasını kolaylaştırırken, eleştirmenler ve okurlar biyografinin ikinci cildinin yolunu şimdiden gözlemeye başladı.

2000 yılında “Bellow: A Biography” adlı pek çok eleştirilere konu olan bir başka biyografi kitabı yayımlanmıştı. Bellow, burada kötü bir koca, paraya düşkün ve biraz ayartıcı, bu arada da iyi kitaplar yazan bir adam olarak tarif ediliyordu. Bellow bu biyografi yayımlandıktan sonra onu okuma gibi bir planının olmadığını dile getirmişti. Yazarın oğlu Greg Bellow’un babası hakkındaki kendi anılarını yazdığı “Saul Bellow’s Heart” adlı kitabı da eleştirmenler tarafından topa tutulmuştu. Bellow son dönemlerinde yazı masasının başında saatlerce durarak bir şey yazamayan bir tıkanma yaşasa da kendi deyişiyle İhtiyar Denizci’ye dönmüştü. Fakat ihtiyarlığıyla yüzleşecek gücü bulmuştu kendinde. Üretmekten vazgeçmedi. 2005’te hayata veda ettiğinde, “insanı anlayan” ender yazarlardan biri olarak dünya edebiyatına adını yazdırmayı başarmıştı.

Yaşar Kemal’in anısı Bilgi’de yaşatılacak

$
0
0

İstanbul Bilgi Üniversitesi, geçtiğimiz kasım ayında “Fahri Doktor” unvanı verdiği usta kalem Yaşar Kemal’in ismini, santralistanbul Kampüsü’nde bulunan Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi binasına verdi. 11 Mayıs Pazartesi günü düzenlenen törene İstanbul Bilgi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Rifat Sarıcaoğlu, Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aydın Uğur ve Yaşar Kemal’in eşi Ayşe Semiha Baban’ın yanı sıra yakın dostları ve çok sayıda akademisyen katıldı.

Törenin açılış konuşmasını yapan Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aydın Uğur, Yaşar Kemal adıyla birlikle anılmaktan ve usta yazarın anısını santralistanbul Kampüsü’nde yaşatmaktan büyük onur duyduklarını belirtti. Uğur, “İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi olarak öğrencilerimize hep estetik olarak güzeli ve insani olarak doğruyu vermeye çalışıyoruz. Büyük usta Yaşar Kemal de edebiyatında bunlardan sadece biriyle yetinmemiş hem güzel hem de doğru ve iyi olanı eserlerinde yansıtmıştır. Bu anlamda üniversitemizde ve fakültemizde Yaşar Kemal isminin yaşatılacak olmasından dolayı onur duyuyoruz” dedi.

İstanbul Bilgi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Rifat Sarıcaoğlu, Kasım ayında adına “Onur Günü” düzenledikleri ve fahri doktor unvanı tevdi ettikleri Yaşar Kemal’in, kalemi, vicdanı ve insani duruşuyla Türkiye’nin en önemli değerlerinden biri olduğunu vurguladı. Saricaoğlu “İstanbul Bilgi Üniversitesi olarak geçtiğimiz yıldan bu yana üniversitemize katkı sağlayan isimleri ölümsüzleştiriyoruz. Bu anlamda geçtiğimiz yıl kütüphanemize kurucularımızdan Latif Mutlu’nun ismini verdik. Aynı şekilde, Prof. Dr. Toktamış Ateş’in adını Kuştepe Kampüsü’ndeki konferans salonunda yaşatıyoruz. Şimdi bu geleneği edebiyatımızın değerli isimlerinden Yaşar Kemal’in adını Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi binasına vererek sürdürüyoruz. Umarız bu gelenek, üniversitemizde Yaşar Kemal gibi değerli isimlerin yetişmesine de vesile olur” şeklinde konuştu.

Yaşar Kemal’in eşi Ayşe Semiha Baban “Yaşar Kemal için yaptığım en önemli şey, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ders vermem oldu. ‘Deha diye bir şey yoktur, sadece ve sadece çalışmak vardır’ Yaşar Kemal’in gençlere daimi olarak verdiği mesajlardan biriydi. Bilimin çok temel bir yaratıcılık alanı olduğuna inanırdı. Erozyona uğrayan değerlerin ve doğanın, bilim ve teknolojiyle kendini yenileyebileceğini söylerdi. İstanbul Bilgi Üniversitesi gibi bir üniversitede adının yaşatılacak olmasından eminim büyük mutluluk duyardı” sözleriyle teşekkürlerini sundu.

İstanbul Bilgi Üniversitesi; kurum kültürüne, akademik birikimine, Türkiye’nin sosyal ve kültürel yaşamına kıymetli katkılar sunan akademisyenlerini, fikir ve sanat insanlarını ölümsüz kılmak amacıyla başlattığı geleneği, santralistanbul’daki Latif Mutlu Kütüphanesi, Kuştepe Kampüsü’ndeki Prof. Dr. Toktamış Ateş Konferans Salonu’nun ardından santralistanbul Kampüsü’ndeki Yaşar Kemal Binası ile sürdürüyor.

Haldun Taner Öykü Ödülü Hande Gündüz'ün

$
0
0

Önceki akşam aynı saatlerde bir başka ödül, Milliyet Gazetesi Haldun Taner Öykü Ödülü de sahibini buldu.

Hande Gündüz, “Uzun Irmak Boyunca” adlı ikinci öykü kitabıyla bu ödüle değer görüldü. Semih Gümüş başkanlığında Ayfer Tunç, Demet Taner, Berna Durmaz, Prof. Handan İnci, Doğan Hızlan ve Cemil Kavukçu'dan oluşan seçici kurul, ödülün gerekçesinde, yazarın ilk öykü kitabında kurduğu öykü dilini ve evrenini genişleterek devam ettirdiğini vurguladı. Okuru boşluğa iten, yönünü bulması için ona küçük ipuçları veren ve kafasını hayli karıştıran Hande Gündüz, öykücülüğümüzde yeni ve etkili bir ses olarak görülüyor.

Picasso tablosu rekor fiyata satıldı

$
0
0

Pablo Picasso’nun ‘Cezayirli Kadınlar’ (Les femmes d’Alger, Version O) adlı tablosu rekor fiyata satıldı. New York’taki ünlü müzayede evi Christie’s’te yapılan açık artırmada Picasso’nun eseri 179 milyon 365 bin dolara (483 milyon TL) alıcı buldu. Bu fiyata Christie’s müzayede salonunun yüzde 12’yi aşan komisyonu da dahil.

140 milyon dolara satılacağı tahmin edilen Cezayirli Kadınlar tablosunu Picasso, 1954-55 yıllarında 15 eserden oluşan ve A’dan O’ya dek harflerle sıralanan bir seri olarak resmetmişti. Rekor fiyata satılan tablo, bu serinin O versiyonu. Kübik tarzda 1955 yılında yapılan yağlı boya tablo, çağdaş sanatın başyapıtlarından biri kabul ediliyor. Koleksiyonerler Victor ve Sally Ganz’den 1997 yılında 31 milyon 900 bin dolara alınan tablonun yeni sahibinin adı açıklanmadı. Daha önce bir açık artırmada dünya rekorunu kıran tablo İngiliz ressam Francis Bacon’ın “Lucian Freud’un Üç Etüdü” adlı eseriydi ve 2013’te yine Christie’s müzayede salonunda 142,4 milyon dolara satılmıştı.

Pablo Picasso

Dünyada şimdiye kadar en yüksek fiyata satılan sanat eseri ise Fransız ressam Paul Gauguin’e ait. Gauguin’in 1892 yapımı “Ne Zaman Evleneceksin?” adlı tablosu, şubat ayında yapılan özel bir satışta 300 milyon dolara alıcı bulmuştu.

Türk sineması, Kırmızı Lale ile Hollanda yolcusu

$
0
0

Dünyanın birçok ülkesinde düzenlenen ‘Türk Film Festivali’ kervanına yeni katılan Kırmızı Lale Film Festivali, üçüncü yılında kozasından çıkmaya başladı.

İlk iki yılda, Rotterdam’da seyirciyle buluşan festival, bu yıl 29 Mayıs-6 Haziran arasında Amsterdam ve Eindhoven şehirlerine yayılacak. Festival yönetimi, önümüzdeki yıllarda bu üç şehirle de yetinmeyip Benelüx (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) sınırlarına açılmayı planlıyor. Hollandalı sinemaseverleri Türk sineması ile buluşturmayı amaçlayan etkinliğe Hollanda Türkiye Kültür Vakfı önayak oldu. İki ülke arasındaki kültürel bağları sinema yoluyla güçlendirmeyi amaçlayan festivalin en büyük destekçisi ise Hollanda’nın İstanbul Başkonsolosluğu. Nitekim, dün festivalin basın toplantısına da evsahipliği yaptılar. Henüz bir yıldır Türkiye’de bulunan Başkonsolos Robert Schuddeboom mahcup bir Türkçe ile yaptığı girizgahın ardından festivalin kendi açılarından önemine değindi. Hollanda Türkiye Kültür Vakfı’nın yönetim kurulu üyeleri Gönen Orhan ve Ahmet Hızarcı, festivalin amaçlarını ve geleceğe dönük planlarını anlattı.

Festivalin ‘ustası’ ferzan özpetek

Kırmızı Lale Film Festivali’ni sinemaseverler, geçtiğimiz yıl Nuri Bilge Ceylan’ın katılımıyla hatırlayacaktır. Kış Uykusu ile Cannes’da Altın Palmiye alan usta yönetmen, ayağının tozuyla Rotterdam’a geçmiş ve festivalde bir masterclass dersi vermişti. Festivalin bu yılki ‘ustası’ Ferzan Özpetek olacak. Yönetmen 2 Haziran Salı günü Amsterdam’daki tarihi Tucinsky Sineması’nda ders verecek.

Festivalin Yaşam Boyu Onur Ödülü bu yıl Filiz Akın’a verilecek. Akın ödülünü Fatma Girik’in elinden alacak.

Festivalin yarışmalı bölümünün jüri başkanı Derviş Zaim. İlksen Başarır, Hollandalı yönetmen Kees Hin, küratör Bianca Taal ve eleştirmen Ronald Rovers da jürinin diğer üyeleri. En İyi Film, En İyi Yönetmen, Seyirci Özel Ödülü ve Sinema Yazarları ödüllerinin verileceği festivalde; Neden Tarkovski Olamıyorum (Murat Düzgünoğlu), İyi Biri (Ayhan Sonyürek), Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku (Çiğdem Vitrinel), İtirazım Var (Onur Ünlü), Kar Korsanları (Faruk Hacıhafızoğlu), Sivas (Kaan Müjdeci), Yeni Dünya (Caner Erzincan) filmleri ödül için yarışacak.

Sait Faik gibi balıkların, rüzgârın peşinde...

$
0
0

Son yıllarda öyküde yepyeni isimlerle ve çok iyi kitaplarla karşılaşıyoruz.

Yeni bir üslubun, anlatım biçiminin gelip Türk öyküsünün kapısını araladığını, hatta okurun alışkanlıklarını değiştirdiğini bile söylemek mümkün. Bu yıl art arda açıklanan ödüllerden sonuncusu 61. Sait Faik Hikâye Armağanı oldu. Doğan Hızlan’ın başkanlığındaki jüri, Bora Abdo’nun “Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü-Beni Unutma Dörtlemesi 1” isimli kitabını ödüle layık gördü. Abdo ödülünü, önceki akşam Nişantaşı’ndaki Milli Reasürans Konferans Salonu Fuayesi’nde aldı.

Bora Abdo, ödül töreninde, bir denizler insanı olan Sait Faik gibi kitabını Büyükada’da yazdığını anlattı. ‘Ada’nın anlamını, Sait Faik hikâyesiyle kendi yazdıkları arasındaki ilişkiyi sorduğumuzda, “Ada kavramını denizin ortasında yapayalnız olmaktan değil de en çok Sait Faik’in metinlerindeki insanların ve dertlerinin sahiliğinden dolayı daha çok seviyorum. Balıklarını, rüzgârını ve yosunlarını da… Hikâyelerimizdeki ilişkiye gelince, şunu söyleyebilirim ki insan sevgisi, tekmil tüm canlıları kucaklayabilme arzusu, tüm bu hümanizmaya rağmen aslında biraz da kaçma ve gitme isteği... Yine de ustamın yanında bu duyguları anlatma becerimin nasıl da ağır aksak olduğunun yüzde yüz bilincindeyim.”

Bora Abdo, ödüle aşina bir öykücü. İlk kitabı, “Öteki Kışın Kitabı” 2013 yılında Yunus Nadi Öykü Ödülü kazanmıştı. Şimdi Sait Faik Hikâye Armağanı’nı da almışken ona, ‘ustam’ dediği Sait Faik adına verilen bir ödülün sahibi olmanın, kendisine neler hissettirdiğini soruyoruz. “Ustam gibi yenilikçi bir tutumu ilke edinmiş bir yazar adayı olarak, yazında, anlatıda katmanlı ve deneysel bir çabanın ödüllendirilmesini, yeni yeni yazmaya başlayan ve yazınsal anlamda devrimci bir anlayış uğruna kalem oynatan yazarların inancını pekiştireceğini düşünüyorum.” diyor.


Pera, 10. yılını iki sergiyle kutluyor

$
0
0

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, kuruluşunun 10. yılını bugün açılan iki sergiyle kutluyor. Çağdaş sanatın sıra dışı isimlerinden Grayson Perry ile Winston Churchill’den Marilyn Monroe’ya kadar pek çok ünlü ismi fotoğraflayan Cecil Beaton’ın kareleri Türkiye’de ilk kez sergileniyor.

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, kuruluşunun 10. yılını bugün açılan iki sergiyle kutluyor. Sergilerle ilgili Pera Müzesi’nde dün bir basın toplantısı düzenlendi. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Genel Müdürü Özalp Birol, British Council Görsel Sanatlar Direktörü Emma Dexter, Sotheby İstanbul Ofisi Direktörü Oya Delahaye, Londra National Portrait Gallery Fotoğraf Danışmanı Terence Pepper’in katıldığı toplantıda, günümüz çağdaş sanatının yaşayan sıra dışı isimlerinden Grayson Perry’nin “Küçük Farklılıklar” sergisi ile ünlü portre fotoğrafçısı ve Oscar ödüllü kostüm tasarımcısı Cecil Beaton’ın “Portreler” sergisi hakkında bilgi verildi.

Pera Müzesi ve British Council işbirliğiyle düzenlenen “Küçük Farklılıklar” sergisinde Turner ve BAFTA ödüllü sanatçı Grayson Perry’nin seramik, halı ve baskı işlerinin yanı sıra British Council Koleksiyonu’ndaki 6 halıdan oluşan eser serisi “Küçük Farklılıkların Kibri” de yer alıyor. Sergi, Perry’nin, modern insanın açmazlarını anlattığı Hiçbir Yerin Haritası, Kafeste Kavga Edenlerin Secdesi, Numaralı Cennet Sokağı’ndan Kovulma, Otoparkta Istırap, Varoluşsal Boşluk gibi eserleriyle ve sanatçının yanından ayırmadığı oyuncak ayısı Alan Measles ile izleyiciyi buluşturuyor.

Sotheby’s işbirliği ile düzenlenen “Portreler” sergisi ise Terence Pepper küratörlüğünde gerçekleştiriliyor. Cecil Beaton’ın 1920’lerden 1970’lere kadar fotoğrafladığı film yıldızı, yazar, sanatçı, kraliyet mensupları ve entelektüellerin portrelerine odaklanan sergi, 100 binden fazla negatif, 9 bin vintage baskı ve 42 küpür albümü içeriyor.

Beaton, özellikle 1927-1956 tarihleri arasında Vogue dergisi için hazırladığı kapaklarıyla hatırlanıyor. Barbra Streisand, Audrey Hepburn, Frank Sinatra, Dean Martin, Marilyn Monroe fotoğrafladığı isimler arasında. II. Dünya Savaşı sırasında Winston Churchill’i ofisinde gösteren fotoğrafı ve yine aynı tarihlerde Life dergisine kapak olan, üç yaşında bombayla yaralanmış Eileen Dunne’in portresi de çalışmaları arasında yer alıyor. Sergiler 26 Tem-muz’a kadar görülebilir.

Bedia Muvahhit ödülü sahiplerini buluyor

$
0
0

İstanbul Şehir Tiyatroları ve Türk Kadınlar Birliği tarafından verilen, 21. Bedia Muvahhit Ödülü bu yıl Şehir Tiyatroları oyuncuları Berna Adıgüzel (Vişne Bahçesi’ndeki rolüyle) ve Nurdan Kalınağa’ya (Oyun’daki rolüyle) veriliyor.

Ödül töreni, Uğur Atakan’ın yönetiminde bugün saat 19.00’da Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’nde gerçekleştirilecek. Piyanist Ekrem Yanık, keman sanatçısı Prof. Dr. Cemalettin Göbelez ve Soprano M. Gül Göbelez’in yer aldığı dinleti ile başlayacak törende Bedia Muvahhit ile ilgili belgesel gösterilecek.

Ertelenen bienal başlıyor

$
0
0

Geçen yıl ekim ayında yapılacağı duyurulan ama Kobani olayları nedeniyle ertelenen 3. Mardin Bienali yarın başlıyor.

Mardin Sinema Derneği tarafından ‘Mitolojiler’ başlığı ile düzenlenen bienal 15 Haziran’a kadar sürecek. Kavramsal çerçevesi Ali Artun’a referansla oluşturulan bienalin bu yılki özelliği, herhangi bir küratörün tayin edilmemesi, bunun yerine geniş bir kadroyla Mardinlilerin de etkin rol oynayarak yapılacak olması. Bu grup içinde, aralarında Döne Otyam, Ferhat Özgür, Fırat Arapoğlu, Mehmet Baran, Sait Tunç, Mesut Alp, Fikret Atay, Hakan Irmak, Ferhat Satıcı, Hülya Özdemir, Claudia Segura Campins, Canan Budak, Can Bulgu gibi esnaf ve sanatkârlar yer alıyor. Böylece bienal, bir küratörün, pek de tanımadığı bir yerde, hem serginin ne olacağına, hem kimi nasıl sergileyeceğine tek başına hükmettiği egemen bienal modelini sorgulayan karşı bir alternatif öneriyor.

Mor Efrem Manastırı, Alman Karargahı, Keldani Kilisesi, Mardin Müzesi, Videoist, Açık Hava Sineması (Cun Cinema), Mardin Çarşısı gibi şehrin çeşitli mekanlarında gerçekleştirilecek bienalin sanatçılarından bazıları ise şöyle: Ahmet Elhan, Aikaterini Gegisian, Alban Muja, Ani Setyan, Antonio Cosentino, Aysel Alver, Babak Kazemi, Canan Budak, Claire Hooper, David Blandy, Deniz Aktaş, Dilan Bozyel, Dilara Akay, Eda Gecikmez, Elena Bajo, Erick Beltr·n, Ethem Erkan, Evrim Kavcar, Fani Zguro, Fırat Engin, Gabi Yerli, Hakan Kırdar, Halil Altındere, Haris Epaminonda, Iratxe Jaio & Klaas Van Gorkum, Işıl Eğrikavuk-Jozef Erçevik Amado, İbrahim Ayhan, Iman Issa, Isabel Rocamora, Juan Del Gado, Khaled Hafez, Krassimir Terziev, Melih Apa.

Anadolu’dan İstanbul’a tiyatro geldi

$
0
0

İstanbul Devlet Tiyatroları, Anadolu’nun dört bölgesinden yedi Devlet Tiyatrosu ekibini İstanbullu izleyicilerle buluşturuyor.

“Anadolu Buluşması” başlığıyla gerçekleşecek etkinliklerde Adana, Sivas, Konya, Trabzon, Diyarbakır, Van ve Erzurum Devlet Tiyatroları oyunlarını sahneleyecek. İstanbul’da ilk kez tertiplenen kapsamlı Anadolu buluşmasında her ilden birer oyun izleyici ile buluşacak. Anadolu Buluşması önceki gün Adana DT’nin “Leonce ile Lena” ve Erzurum DT’nin “Çıkmaz Sokak Çocukları” oyunları ile başladı. Etkinlik kapsamında Konya DT’nin “Tarla Kuşuydu Juliet” adlı oyunu Üsküdar Tekel Sahnesi’nde saat 20.00’de izlenebilir. Aynı akşam Diyarbakır DT’nin “Dikkat” adlı oyunu ise DT Küçük Sahne’de saat 20.00’de perdelerini açacak. Anadolu Buluşması oyunları mayıs ayı sonuna kadar İstanbul Devlet Tiyatroları’nın tüm sahnelerinde takip edilebilir. (0212 292 39 00)

PEN Türkiye, kınama mesajı yayınladı

$
0
0

Uluslararası edebiyat birliği PEN’in Türkiye şubesi, son günlerde kültür sanat dünyasında meydana gelen engelleme, sansür, sanatçı ihracı gibi uygulamalara dur demek için dün bir kınama mesajı yayınladı.

Başkanlığını Zeynep Oral’ın yaptığı PEN Türkiye’nin açıklamasının odak noktası, geçen hafta Edirne’de yaşanan Can oyunu ile ilgili krizdi. PEN Türkiye Yönetim Kurulu imzası ile yapılan açıklamada, “Son günlerde kültür ve sanat dünyamıza şimdiye dek görülmemiş bir açık şiddet uygulanmaktadır. Daha önce Türkiye’nin çeşitli illerinde defalarca temsil edilmiş, Can Yücel’in şiirlerinden oluşan ‘Can’ oyununun Edirne Valiliği’nce yasaklanması kabul edilmez bir baskı ve şiddet olayıdır. Yine bugüne dek sadece sanatlarıyla ve yazılarıyla varlık göstermiş, değer oluşturmuş sanatçı ve yazarların iktidar yandaşlarınca hedef gösterilip tehdit bombardımanına tutulmalarını kınıyor, tehdit ve baskıyla korkutulmaya çalışılan yazar ve sanatçıların yanında olduğumuzu bildiriyoruz.” denildi. (www.pen.org.tr)

Hece Taşları, geleneksel şiiri sürdürme derdinde

$
0
0

Tayyip Atmaca, yeni bir dergi ile çıktığı yolculukta 3. durağa geldi. Yunus Emre’nin “hece taşları” imgesini kendine ad olarak seçen dergi, sadece hece ile yazılan şiirleri ve şiir üzerine kaleme alınan yazıları yayımlıyor.

E-dergi olarak yayınlanan Hece Taşları’na ulaşmak için hecetaslaridergisi@gmail.com adresine bir e-mail atmanız yeterli. Dergi e-posta adresinize gönderiliyor. Tayyip Atmaca’ya dergiyle ile sorularımızı yönelttik.

İlk sayıda “Yola Çıkarken”de “Gelenekten beslenmeden kendi devrinin şiirini yazmaya çalışmak âmâların fili tarifine benzer.” demiştiniz. Hece Taşları gelenekten nasıl besleniyor?

Hece Taşları’nı iki manada kullanmıştık. Asıl manası Yunus Emre’nin kastettiği, diğer manası ile de geleneksel şiirimizin olmazsa olmazı olan hece şiiridir. Geleneksel şiiri bilmeden modern şiir yazılmaz. Geleneksel şiir, millet olarak Orta Asya’dan günümüze uzanan ozan âşık geleneğinin bir uzantısıdır. Türkülerin, manilerin, ninnilerin kısacası kulağımızdan ruhumuzu okşamaya giden güzel sözlerin merdiven basamaklarıdır hece şiiri. Hece şiiri her şairin mutlaka bir zamanlar yazdığı ya da yazıp bir kenara bıraktığı kötü şiirlerin iyi şiiri kovduğu bir dönemden geçiyor. Bundan dolayı da biraz mahcup, biraz çekingen durduğunu biliyordum. Yaklaşık 25 yıldır özünde hece ama yeni bir hece anlayışı ile yazmaya, yazdıklarımı yayımlatmaya çalışırken, yazdıklarını kendinde saklayanların sesi neden olmayayım deyip hece yolculuğuna çıktım. Hece Taşları bir zamanlar gelenekten beslenip yazdıklarını kendinde saklayanlarla hâlâ bu geleneği sürdürmek isteyenlerin sesi olmayı amaç edinen bir dergi.

Hece Taşları ile yolculuğa tek başına çıktığınızı söylemiştiniz. 3. sayıya geldiğinizde kervan ne durumda?

Yaklaşık beş yıldır yola çıkma planları yapıyordum. Birlikte yola çıkmayı arzuladığım arkadaşların işleri çıkınca geri dönmeyi zül saydım. Yazdıklarını antika eşya gibi kendisinde saklayan şairlerin, yazarların olduğunu biliyordum. Çok şükür kervan yolda dizilmeye başladı. Her sayı şairin/okurun e-postasına ulaştığı hafta, bir sonraki sayının son okumalarını yaparım. Şiir, yazı gelecek diye beklemem. Hece Taşları her ayın 15’inde şairin/okurun e-posta adresinde oluyor. Kervanın aralarına kaynak olmaz, yolda katılan sıraya girer ve kervan yoluna revan olur.

Hece Taşları hece okulunda öğrenci yetiştirmek için neler yapıyor, okula gelen öğrenciler var mı?

Hece Taşları, üç sayıdır ağırlığı serbest şiir yazan şairlerin, yazarların e-posta adreslerine gitti. Bu arkadaşlar haliyle garipsediler ama yapacakları da bir şey yok. Hece Taşları kendi alanında bir başka örneği olmayan bir dergidir. Dergi ile ilgili ilkelerimizi baştan belirtmiştik. İlkelerimizden de taviz vermeyeceğiz. Başta bu ilkeler garipsendi ama taşlar yerine oturmaya başladı. Aslında hece şiirini yazanlar vardı var olmasına da bu arkadaşlar Hece Taşları isimli bir okul açılınca teveccüh gösterip bizimle birlikte olmaya başladılar. İleriki zamanlarda geleneksel şiirle ilgili yazıları da yayımlamaya başlayacağız. Hece Taşları nasıl bir okul olur orasını bilemem. Ama bildiğim herkesin “modası geçmiş şiir” dediği geleneksel şiirleri yeniden yorumlayan, benim gibi serbest heceyi deneyerek geleneksel şiirden kopmadan ve şiiri imgeye boğmadan güzel şiirler yazılacağına inanıyorum. Bu okula kimler devam edecek, kimler buradan mezun olacak onu da ileride şairlerin, yazarların özgeçmişlerinde göreceğiz.

Cannes’da bu yıl sahne kadınların

$
0
0

Yıllardır kadın yönetmenlere yeterince yer vermediği için eleştirilen 68. Cannes Film Festivali, bu yıl sahneyi kadınlara bıraktı. Festival, başrolünde ünlü oyuncu Catherine Deneuve’in yer aldığı, Fransız yönetmen Emmanuelle Bercot’nun ‘La Tete Haute’ filminin gösterimiyle dün akşam başladı. Altın Palmiye için 19 filmin yarışacağı festivalde bu yıl Türkiye’den yapım yok.

Sinema dünyasının gözü Fransa’nın güney sahilindeki küçük bir kasabaya çevrildi. 68. Cannes Film Festivali, dün akşam düzenlenen açılış töreniyle başladı. Festivalde bu yıl vitrinde kadınlar var. Yıllardır kadın yönetmenlere yeterince yer vermediği için eleştirilen festival, bu yıl sahneyi kadınlara bıraktı. Açılış filmi bir kadın yönetmenin, ana yarışmada iki kadın yönetmenin filmi Altın Palmiye için yarışıyor ve festivalin Yaşamboyu Onur Ödülü bu yıl Agnes Varda’ya verilecek.

Festivalin 68 yıllık tarihinde Altın Palmiye’yi sadece bir kez kadın yönetmen kazandı; 1993’te Piyano filmiyle Jane Campion. 1987 yılından bu yana ilk kez bir kadın yönetmenin filmi ile açılış yapan fesitval, Fransız yönetmen Emmanuelle Bercot’nun “La Tete Haute” filminin gösterimiyle başladı. Amerikan sinemasının kendine has yönetmenlerinden Coen Kardeşler’in jüri başkanlığı yaptığı festival, 24 Mayıs’ta düzenlenecek kapanış ve ödül töreni ile sona erecek. Yan bölümler de dâhil olmak üzere toplamda 83 filmin yarışacağı festivalin Altın Palmiye jürisinde Fransız oyuncu Sophie Marceau, Kanadalı sinemacı Xavier Dolan, İngiliz oyuncu Sienna Miller, Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro, İspanyol oyuncu Rossy de Palma, Malili şarkıcı Rokia Traore ile Amerikalı oyuncu Jake Gyllenhaal yer alıyor.

TÜRKİYE’DEN İKİ FİLM

Altın Palmiye için yarışacak 19 film, kağıt üzerinde birbirinden iddialı yapımlar. Jacques Audiard’ın ‘Dheepan’, Matteo Garrone’nin ‘Hikâyelerin Hikâyesi/The Tale of Tales’, Hou Hsiao Hsien’in ‘Suikastçı/The Assassin’, Nanni Moretti’nin ‘Anneciğim/Mia Madre’, Paolo Sorrentino’nun ‘Gençlik/Youth’, Gus Van Sant’in ‘Ağaç Denizi/The Sea of Tree’, Denis Villeneuve’nin ‘Suikastçı/Sicario’ filmleri dikkat çekiyor. La Loi du Marché (Stéphane Brizé), Marguerite et Julien (Valérie Donzelli), Carol (Todd Haynes), Moutains May Depart (Jia Zhang-Ke), Notre Petite Soeur (Hirokazu Kore-Eda), Mach Beth (Justin Kurzel), The Lobster (Yorgos Lanthimos), Mon Roi (Maïwenn), Son of Saul (Laszlo Nemes), Louder Than Bombs (Joachim Trier) da Altın Palmiye için yarışacak diğer filmler.

Türk sineması bu yıl Altın Palmiye yarışında yok. Ancak Ziya Demirel kısa metraj dalında ‘Salı’ ile Deniz Gamze Ergüven ise “Yönetmenlerin 15 Günü” bölümünde Fransız yapımı ‘Mustang’ ile ödül arayacak. Festivalin merak edilen yapımlarından biri de Amy Winehouse belgeseli. 2011’de 27 yaşında hayatını kaybeden ünlü şarkıcıyı konu alan ‘Amy’ adlı belgesel şimdiden tartışmaların odağında. Cate Blanchett’ın oynadığı ‘Carol’ ile Marion Cottillard ile Michael Fassbinder’in başrollerini paylaştığı Shakespeare uyarlaması ‘Macbeth’ festivalin öne çıkan filmlerinden.

CANNES’DA ASAYİŞ BERKEMAL!

Her yıl sıkı güvenlik önlemlerinin alındığı festival bu yıl Fransa’da yaşanan terör saldırıları ve geçtiğimiz hafta Cannes kentinde bir kuyumcuya yönelik soygunda 17 milyon Euro değerinde mücevherle izini kaybettiren soyguncuların bulunamaması kentte terör ve soyguna karşı güvenlik tedbirleri artırıldı. Cannes Valisi Adolphe Colrat, “Terör ihbarı yok ama tedbir almalıyız. Festival teröristlerin hedef tahtası olabilir. Cannes kentine gelen on binlerce ziyaretçi, turistleri, halkın güvenliğini sağlamalıyız.” diye konuştu.


Kimseye etmem şikâyet

$
0
0

Daha önce Tess ve Jude eserleri sinemaya uyarlanan İngiliz yazar Thomas Hardy’nin Çılgın Kalabalıktan Uzak uyarlaması oyuncu kadrosu ve yönetmeniyle dikkat çekiyor.

Film, 19. yüzyıl İngiltere’sindeki yerleşik kalıplarla mücadele eden çiftlik sahibesi Bathsheba Everdene’in yaşadıklarını anlatıyor. Amcasından miras kalan çiftliği idare eden Bathsheba’ya farklı sınıftan üç erkek talip olur: Çiftçi Gabriel Oak, yakışıklı çavuş Frank Troy ve zengin bekâr William Boldwood. Bathsheba özgürlük anlayışından taviz vermeden bir seçim yapmak zorundadır.

Bitmeyen yas

$
0
0

İngiliz yazar Susan Hill’in çoksatan romanından uyarlanan Siyahlı Kadın, 2012’de beklenmedik bir başarı yakalamıştı.

Devam filmi aynı kaliteyi sürdürmekten uzak. İlk filmde Daniel Radcliffe’in oynadığı Arthur’un gitmesinin üzerinden 40 yıl geçmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında askeri psikiyatri kliniğine dönüştürülen Eel Marsh House adlı hastane, sorunlu askerlerin gelmesiyle karanlık yüzünü gösterir. Ölü ruhlar bir bir ortaya çıkınca hemşire Eve, neler olduğunu araştırması için genç bir pilotu işe alır.

Canavarın biriysem sevemez miyim?

$
0
0

Tinkerbell serisinin yeni filminde çocuklara “dış görünüşe aldanma” öğüdü veriliyor.

Kimseyi dış görünüşüne göre yargılamayan hayvan perisi Fawn, devasa ve gizemli bir canavarla arkadaş olur. Tink ve arkadaşları ise bu ‘misafirin’ Periler Adası’na gelmesine temkinli yaklaşır. Şüpheler giderek artınca izci periler canavarı yakalamaya gider. Fawn ve arkadaşları canavarı kurtarmak için seferber olur.

Savaş günlerinde ‘normalleşme’ çabası

$
0
0

Dünya ne kadar çığırından çıksa da insanın içindeki ‘insanca yaşama’ arzusu her şeye baskın geliyor.

Son yılların moda ifadesiyle ‘normalleşme’ çabası da diyebiliriz buna. İnsanlıktan çıkmanın, aklı devre dışı bırakmanın en uç noktalarından savaşta bile insanoğlunun asli duygularından olan normalleşme çabası kendini gösterir.

Ukraynalı Yahudi yazar Irene Nemirovsky’nin Fransız Suiti / Suite Française adlı romanı savaşa katılmayanların gözünden savaşı anlatırken, normalleşme çabasını da karakterlerin ikilemlerinden biri yapar. Yarım kalmış bir romandır Fransız Suiti. Nemirovsky, Nazilerin Fransa’yı işgali sırasında tutuklanır ve romanı tamamlayamadan 1942 yılında Auschwitz ölüm kampında hayatını kaybeder. Yazarın beş bölüm olarak tasarladığı fakat yarım kalan eser, âdeta bütün savaşların bitmesini bekler gibi yıllarca saklı kalır. Kızının fark etmesiyle yaklaşık 60 yıl sonra ortaya çıkan Fransız Suiti, ilk baskını 2004’te yapacaktır. Türkçe baskısı ise Pegasus Yayınları’ndan 2009’da çıkmıştı.

Düşes (2008) filmiyle Oscar’a aday olan İngiliz yönetmen Saul Dibb, Fransız Suiti’ni dramatik yolculuğuna yaraşır şekilde perdeye aktarıyor. Gerçi, dağıtımcı şirketin bulduğu isim (Aşk Uğruna) kitapla alakasız olsa da Fransız Suiti; Michelle Williams, Matthias Schoenaerts, Kristin Scott Thomas, Sam Riley ve Margot Robbie’li kadrosuyla vasatı yakalayan bir savaş draması.

1940 yılında Nazilerin Paris’i işgalinden bir gece önce başlayan film, insanların savaş şartlarına yavaş yavaş alışmasının ve bir süre sonra bu durumla yüzleşmeyi bile unutmasının öyküsü. Kocasını savaşa gönderen ve kayınvalidesinin evinde onu bekleyen genç Lucile, kayınvalidesinin baskısından bunalmıştır. Bir grup Alman askeri kasabaya gelerek evlere yerleşmeye başlar. Lucile ve kayınvalidesinin evine Teğmen Bruno ‘misafir’ olur. Savaştan önce bir müzisyen olan Bruno’ya ilk başta soğuk davranan Lucile, zamanla ona yakınlık duyar. Ama savaş şartlarında kimsenin normal bir hayat yaşama şansı yoktur...

Bir imkansız aşk öyküsünü anlatıyor Fransız Suiti. Fakat asıl derdi, savaş şartlarında insanca yaşama duygusunun ikilemini hissettirmek. Yönetmen Saul Dibb, Nemirovsky’nin romanı gibi bitmemiş hissi veren bir film çıkarıyor önümüze. Bu yarım kalmışlık, tıpkı ‘beklenmedik’ bir şekilde sona eren hayat gibi kekremsi bir tat bırakıyor. Sonuç olarak Fransız Suiti, defalarca sinemaya uyarlanan 2. Dünya Savaşı, Naziler ve savaş draması konusunda insani ve naif bir alan açabilen seyirlik bir yapım.

Çılgın ol, imkânsızı iste [Haftanın filmleri VİZYONDAKİLER'de]

$
0
0

30 yıl aradan sonra perdeye gelen Mad Max, eskisinden daha çılgın bir halde karşımıza çıkıyor. Avustralya sinemasını, punk-western’i, post-apokaliptik evreni ve Mel Gibson’ı dünya sinemasına armağan eden seri, aşırılıklarını dengelemek yerine Mad Max: Fury Road ile onlara iyice sarılıyor.

Mad Max’i (Çılgın Max) nasıl bilirdik? 30 yıllık aranın ardından hafızayı biraz tazelemek gerekiyor. İyi bir tarafı vardı, ama bildiğimiz iyi adamlardan değildi Max. Mecbur kalmadıkça başkaları için kendini tehlikeye atmazdı. Gerçekçiydi, boş hayaller peşinde koşmaz; çoğu zaman etrafındakilerin de umudunu kırardı. Adı ‘çılgın’dı ama yaşadığı dünyanın en aklıbaşında adamıydı. 2015 model Mad Max de böyle; ama biraz daha silik, kendi halinde biri olup çıkmış.

George Miller’ın yazıp yönettiği, kendi alanında bir efsane olan Mad Max (1979, 1981, 1985) serisinin yeni hali (reboot) eskisinden daha çılgın. Avustralya sinemasını, punk-western’i, post-apokaliptik evreni, Mel Gibson’ı ve George Miller’ı dünya sinemasına armağan eden seri, aşırılıklarını dengelemek yerine Mad Max: Fury Road ile onlara iyice sarılıyor.

Serinin dördüncü filminde de yollarda buluyoruz Max’i (Tom Hardy). Yine yalnız geziyor, bir gruba, topluluğa, yerleşik hayata takılmıyor. Uygar dünyanın yok olduğu, devletlerin ve kanunların ortadan kalktığı, her yerin çölleştiği, insanların su ve benzin için savaştığı post-apokaliptik (kıyamet sonrası) bir dönemde Max, geçmişin hayaletleri ile boğuşur. Hayatta kalmak için en iyi yolun yalnız yürümek olduğunu düşünen Max, Ölümsüz Joe (Hugh Keays-Byrne) tarafından yönetilen bir klanın eline düşer. Klanın savaşçılarından Furiosa (Charlize Theron), kimseye haber vermeden Joe’nun hareminde esir olarak tuttuğu kadınları da alıp Yeşil Diyar’a doğru yola çıkar. Bunun üzerine Joe ve adamları Furiosa’nın peşine düşer. Furiosa ile Max’in yolu çıkan savaşta kesişir. İkili, yanlarındaki kadınlarla birlikte Joe’ya karşı özgürlük mücadelesi verir.

ÖNCE AKSİYON SONRA FELSEFE

Mad Max: Fury Road, ilk yarısında kendi atmosferini ve aksiyon evrenini yeniden üretirken, post-apokaliptik filmlerin olmazsa olmazı felsefi bakışı ve ideal toplum tasavvurunu ikinci yarıya bırakıyor. George Miller, 80’leri ve 90’ları etkileyen ilk üç filmde ihmal ettiği felsefi boyutu 2015’te tahkim etme gayretinde. Seriyi, klasik bir intikam hikâyesinin ötesine taşıyıp ideal toplum inşasına yönelik bir bakış açısı geliştiriyor. Max’in iyilik ve kötülük arasında gidip gelen tekinsiz tavrı, Furiosa’nın gölgesinde kalan çekingen halleriyle daha da keskinleşiyor. Mad Max: Fury Road’un ana karakteri beklenmedik bir şekilde Furiosa. Charlize Theron, Tom Hardy de dâhil olmak üzere birlikte kadraja girdiği herkesten rol çalıyor.

Furiosa ve harem kadınları, filmin ikinci yarısında hikâyenin göbeğine oturunca Fury Road’un seyri de 180 derece değişiyor. Sapkın bir tarikat lideri görünümündeki Joe’nun ‘kuluçka’ olarak kullandığı seçilmiş kadınlar ile feminist bir damar bulan senaryo, Arap Baharı’nı andıran bir kalkışma ile zalim yöneticiye karşı verilen özgürlük mücadelesine kapı aralıyor.

Mad Max: Fury Road’un aksiyon boyutu ise akıllara zarar. 70 yaşındaki George Miller’ın enerjisine, adrenalin tutkusuna hayran olmamak elde değil. Serinin alametifarikası modifiye arabalar, punk kostümler, çölde araba takip ve çarpışma sahneleri, direkler üzerinde salınan adamlar, havaya uçan araçlar ve hiç durmayan müzik... Aksiyon bölümlerinde soluksuz bırakan film, müzikle birlikte sahne sona erince derin bir nefes aldırıyor. CGI efektlerine çok az yer veren yönetmen, müzik kullanımı ve keskin renk paletleriyle de enerjisini yüksek tutuyor.

Muhtemelen yeni bir üçlemeye doğru yol alan Mad Max serisi, Fury Road ile tazeleniyor. Küllerinden doğmakla kalmıyor, ait olduğu aksiyon türüne de güçlü bir soluk aldırıyor.

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live