Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Merhum Mehmet Serhan Tayşi için anma günü

$
0
0

27 Nisan’da vefat eden Millet Kütüphanesi eski müdürü ve kitabiyat âlimi merhum Mehmet Serhan Tayşi için Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) bir anma programı düzenliyor.

Bâbıâli Sohbetleri kapsamında gerçekleşecek program, Timaş Kitapkahve’de bugün saat 18.00’de başlayacak. 1983’ten 2003’e kadar Millet Kütüphanesi’ni yöneten Tayşi’nin kütüphanecilik, kütüphaneler, kitaplar, kültür ve tarih konulu birçok makalesi gazete ve dergilerde yayımlandı. Ayrıca Mecmuâ-yi Tekâyâ, Lemezât-ı Hulviyye, Kıyâfetu’l-İnsâniye gibi klasik Osmanlı eserlerini günümüz Türkçesine kazandırdı. Hakkında, kendisiyle gerçekleştirilmiş uzun soluklu bir söyleşiye dayanarak hazırlanmış Ali Emirî;’nin İzinde adlı bir eser de bulunuyor. (0212 511 23 23)


Bu cumartesi ‘Kim’ geliyor!

$
0
0

Dünyanın en iyi piyanistlerinden biri olmaya aday gösterilen Güney Koreli Sunwoo Kim, İstanbul Resitalleri kapsamında 9 Mayıs Cumartesi akşamı Sakıp Sabancı Müzesi ‘the Seed’de konser verecek.

Bach, Scriabin ve Schubert’in eserlerini çalacak olan Kim’in konseri saat 20.00’de başlayacak. Piyanoya üç yaşında başlayan sanatçı, 2006’da LEEDS Uluslararası Piyano Yarışması’nda 48 ülkeden katılan 235 piyanist arasından birinci oldu. 2004’te Almanya Uluslararası Ettlingen ile 2005’te İsviçre Uluslararası Clara Haskil piyano yarışmalarında yine birincilik kazandı. Kim’in 2013’teki ilk albümü, klasik müzik dünyasında referans niteliği taşıyan Deutsche Grammophon adlı müzik yapım şirketi tarafından yayınlanmıştı. (www.istanbulresitalleri.com)

Samsun’da kitap fuarı açılıyor

$
0
0

TÜYAP ve Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile hazırlanan Karadeniz Kitap Fuarı 2015, 18 Mayıs’ta Samsun Fuar ve Kongre Merkezi’nde açılıyor.

24 Mayıs Pazar akşamı sona erecek fuara 150 yayınevinin yanı sıra Ayşe Kulin, Can Dündar, Altan Öymen, Füruzan, Muzaffer İzgü, Canan Tan, Yekta Kopan, Enver Aysever, Deniz Kavukçuoğlu, İlker Başbuğ, Nedim Şener, Ataol Behramoğlu, Behiç Ak, Ahmet Telli, Yüksel Pazarkaya, Sevgi Özel, Aret Vartanyan gibi isimler katılacak. Melih Cevdet Anday, doğumunun 100. yılında fuarda düzenlenecek etkinliklerle anılacak. Garip akımı öncülerinden şair, denemeci ve oyun yazarı Anday’ın yaşamı ve eserleri TÜYAP, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Alfa Yayınları tarafından düzenlenecek panel ve söyleşilerde ele alınacak. Girişin ücretsiz olduğu Karadeniz Kitap Fuarı 2015-Samsun, 18-23 Mayıs tarihleri arasında 10.00-20.30, kapanış günü olan 24 Mayıs’ta ise 10.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir.

Yazarlar, dilin ve edebiyatın sınırlarını tartışıyor

$
0
0

2 Mayıs Cumartesi günü başlayan İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali (İTEF), dünyanın farklı ülkelerinden çok sayıda yazar ve şairi ağırlıyor.

“Şehir ve Sınırlar” temalı festivalin bugünkü oturumları şöyle: İBB Atatürk Kitaplığı- Ersa Festival Alanı’nda Sedat Demir’in moderatörlüğünde “Edebiyat Dergiciliği Laboratuvarı” başlığıyla saat 19.00’da bir söyleşi düzenlenecek. altZine.net, İtibarDergisi, PostÖykü, YalnızlarMektebi dergilerinin yöneticileriyle gerçekleştirilecek etkinlikte son dönemde edebiyat dergisi ortamındaki hareketlenme ve sosyal medyadaki dergi ile okur arasındaki ilişkinin dönüşümü gibi konular ele alınacak.

Sismanoglio Megaro’da ise ilki saat 18.00’de başlayarak art arda üç etkinlik gerçekleşecek. İlk etkinlik Ahmet Ergenç’in moderatörlüğünde “Yoksullaşma Öyküleri: Ekonomik Kriz Edebiyatı Nasıl Etkiledi?” başlıklı söyleşi. Bu etkinliğin konuşmacıları Behçet Çelik, Vassilis Danellis, Wytske Versteeg. Hemen ardından “Adam Öldürmenin Yalın Sanatı: Suç Yazını” başlığını taşıyan oturumda Algan Sezgintüredi, Sean Moncrieff, Vassilis Danellis bir araya geliyor. Saat 21.00’deki son etkinlik ise Tuna Kiremitçi ve Ahmet Mümtaz Taylan’ın katılımıyla Doğu ile Batı arasındaki sınırın nerede başladığı ve edebiyatta bu sınırları aşmanın imkânı “Oryantalizm Bildiğiniz Gibi Değil” başlıklı söyleşide tartışılacak.

Aynı saatlerde KargArt’ta da dilin sınırları konuşulacak. 19.30’da “Haw” romanıyla “Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü”nün sahibi Kemal Varol, “Spinoza’nın Günlüğü” kitabıyla dikkat çeken Şener Özmen ve ikinci şiir kitabı “Sokağın Zoru”nu okuyucuyla buluşturan Mehmet Said Aydın “Dilin Sınırlarına Çetin Bir Seyahat”te bulunacaklar. Cuma günü sona erecek festivalin yarınki etkinliklerine www.itef.com.tr’den ulaşabilirsiniz.

Türkiye’nin hazır olduğu mektuplar

$
0
0

İş Sanat Kibele Galerisi’nde geçtiğimiz günlerde açılan “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar Biz Mektup Yazardık” sergisinde kimlerin mektubu yok ki; Ahmet Hamdi Tanpınar, Âşık Veysel, Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek… Ama bir o kadar mektup da yok sergide. Çünkü onları okumaya Türkiye henüz, özellikle de şu günlerde hiç hazır değil.

Onlar mektup yazıyormuş, biz e-mail atıyoruz! İş Sanat Kibele Galerisi’ndeki Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar “Biz Mektup Yazardık” sergisini gezince arada hiçbir fark olmadığını anlıyorsunuz. Ama geçmiş, içinde biraz edebiyat ve resim varsa, hep güzeldir. Hele ki kelime ve renkler Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yanı sıra Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Muallâ, Âşık Veysel, Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek, Abidin Dino, Reşat Nuri Güntekin, Nazım Hikmet ve nicelerinin kaleminden çıkmışsa...

Mektuplardan oluşan bir sergi, mükemmelen tasarlansa da, gezilmeye çok müsait değil aslında. Mektup okunmak istiyor, sergi bakılmak. Ama Bedri Rahmi ve çevresi hem yazar hem çizer hem de ‘boyar’ olduğundan kâğıtlar ve zarflar adeta birer karnaval. Mektupların kimileri eski Türkçe. Latin harfleriyle yazılanların da çoğu daktilo değil, el yazısıyla. Dolayısıyla asıllarıyla orada öylece dursalar ve büyütülmüş olsalar da okunmaları zor. Ama yine de kimi mavi, kimi pembe, kimi sararmış eski kâğıtlar, hayatlar, anılar… Her biri ayrı bir heyecan. İçlerinde toprak damlı evlerden uçuşan martılara, narlardan dutlara, parasızlıktan borçlara, özlemlerden öfkelere, inişlerden çıkışlara… Hayatlarımızda ne varsa, var.

Bedri Rahmi kimlerle mektuplaşmamış ki… Eş dost bir yana, en çok eşi ressam Eren Eyüboğlu ile… Sonra da karadutu Mari Gerekmezyan ile ki onlar küçük bir odada Bennu Yıldırımlar’ın sesinden dinlenebiliyor. Karşılık olarak da Bedri Rahmi’nin kendi sesinden şiirleri… Sergide ortaya dökülmeyen bir sürü mektup daha varmış aslında. Bedri Rahmi’nin bir çocukluk arkadaşıyla yazışmalarının yanı sıra 1961 Anayasası’nı yazan Bahri Savcı’nın bir bavul dolusu mektubu mesela. Ama ne yazık ki onlar; çok güzel ve çok başka olmalarına rağmen; ortaya dökülmemişler çünkü çok duyduğumuz bir sebep var: “Türkiye henüz hazır değil.”

Mektuplaşılan isimlerin Bedri Rahmi tarafından yapılmış portrelerinin de dâhil edildiği sergiye, sanatçının gelini Hughette Eyüboğlu’nun hazırladığı, Rûken Kızıler’in editörlüğünü yaptığı bir kitap eşlik ediyor: “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar “Biz Mektup Yazardık”. İkilinin hazırladığı sergi, 20 Haziran’a kadar İş Sanat Kibele Galerisi’nde görülebilir; kitapsa her zaman temin edilebilir. İkisini de yapamayacaklar için de mektuplardan tadımlıklar yanda.

Âşık Veysel’den

“Sayın Bedri Bey, Parayı aldım. Mektup yazamadığımın sebebi elimden gelmeyişidir. Filmciler köyden kırgın ayrılmışlar diye yazıyorsunuz. Ben elimden geleni yaptım. … Sebahattin Bey İsviçre’den geldi mi? Geldiyse selamlarımı söyleyin. Yaşar Kemâl bahr-i muhite mi karıştı? Eğer meydana sağ olarak çıkmış ise selamlarımı söyleyin. Beybabamın ve annemin ellerinden öperim. Eren Hanım’a ve size sonsuz selamlar yollar, şu arzumun yerine getirilmesini candan arzu ederim. Köyümüzde başöğretmen olan Mustafa Kâmil Doğanay da benim bir parçamdır. Filmciler geldiğinde izinde bulunuyordu. Şimdi ise 3 adet resim yolluyorum, mümkünse filmin münasip bir yerine konulması…” (Ekim 1952)

Yahya Kemal’den

“Aziz Bedri Rahmi, iki gün evvel Ulus’ta çıkan nesrinizi derin bir hayranlıkla okudum. İki günden beri, aramızda, bu leziz yazının bahsini ediyoruz. Resimden şiire kadar, hangi tarafa dokunursanız, oradan şahsiyetiniz hemen parıldıyor. Görülüyor ki, nesirde, cümlenizin güzelliğiyle, görüşlerinizin yeniliğiyle, daima farikanız olan sanatkâr ihtirasıyla yüksek bir iş görebilirsiniz. Ulus’a yahut bir İstanbul gazetesine sık sık makale yazmanızı arzuluyoruz. Yazının ardı arkasını kesmeyiniz. Sürekli yazmak hem sizi daha ziyade açacaktır, hem de yeni sanat kendini izah edebilen bir müdafiini bulacaktır. Muhabbetle tahassürle gözlerinizden öperim.” (Mayıs 1940)

Fikret Mualla’dan

“Bedriciğim, Kaç gündür dünyanın en bahtiyar kullarından biri olarak yaşıyorum… Minicik bir odam var, yine minicik bir mutfağım var ve yine minicik (W.C.)’m var. Kendi yemeğimi kendim pişiriyorum. 8’de Chaumiere’de O. Friesz’in atölyesinde de cici cici kızlarla beraber peinture (resim) yapıyor ve müthiş yaşıyorum. Artık başım ağrımıyor, saçlarım dökülmüyor. İnsan gibi hava alıyorum. Ve her an için bana bu güzel havayı ciğerlerime teneffüs ettiren Cenabı Hakka dua ve niyaz ediyorum…” (Ocak 1939)

Yaşar Nabi’den

“Kardeşim, “Genç Nesil Hikâyecileri Antolojisi” namıyla eser neşretmek üzereyim. Sizin de çok güzel hikâyeleriniz bulunduğunu biliyorum. Fakat şimdi elimin altında bunlardan hiçbiri mevcut değil. Onun için size müracaat ediyorum. Bana en beğendiğiniz hikâyenizle bir fotoğrafınızı ve tercüme-i hâliniz hakkında birkaç kelime lütfetmez misiniz? Yalnız işin acele olduğunu nazarı itibara almanızı rica ederim. Şimdiden teşekkürlerimle birlikte selam ve sevgilerimi sunarım.” (Ocak 1938)

Necip Fazıl’dan

“Bedri; Beni unutmuş, hatta sevimsiz kabul etmiş olmanı bilmeme rağmen sana bir ricada bulunuyor ve bu kâğıdın hâmili gencin Akademi’deki işine yardımcı olmanı diliyorum. Sonumuz hayırlı olsun…” (Tarihsiz)

Adalet Cimcoz’dan

“Reis ve Reise, bir de Çömez oğlan! Ayol çocuklar: Erenciğim gözün aydın, Bedri sana da, yalnız dikkat et bu sıcaklarda Eren’i yemeğe kalkma. Mehmet’i en çok merak ediyorum? Bütün bu cümbüş ve hengâme arasında o ne âlemde? Kökünü Salıpazarı ve Beyazıd’e bırakıp oralara alışabilecek mi? Yoksa gider gitmez yeşillendi mi kâfir? … Biz sıcaklardan erimek üzereyiz. Şimdi sam rüzgârları esiyor, Florya bir sıcak hamam halini aldı. Hani neredeyse elde kese Bursa’nın Çelik Hamamı’na girer gibi bir şey. Bir çorba senin anlayacağın… “ (Ağustos 1950)

Abidin Dino’dan

“Dinle Bedros, Önemli bir resim kitabında yer alması için son süratle biyografini ve de iki üç boya fotoğrafını göndermen gerek (siyah beyaz). Çok acele, kitap çok önemli, sen bilin. Eren’le senin haberlerini alıyoruz. Hele [?] üzerinden çalışmalarınızı uzaktan da olsa izliyoruz. Polis arabalarının düdükleri, plastik patlamalarının dumanları arasında gül gibi geçinip gidiyoruz. Ağabeyinin buralara gelmesi ihtimali var (kambersiz düğün olmaz). Paris bildiğin gibi. Eren’i de seni de göreceğimiz geldi. Çabuk karşılık ver.” (Tarihsiz)

"Sakıp Sabancı'nın portresi" Venedik Bienali'nde ilk 5'te

$
0
0

Sanatçı Kutluğ Ataman’ın, küratör Okwui Enwezor tarafından 56. Venedik Bienali’ne davet edilen “Sakıp Sabancı’nın Portresi” adlı eseri; bienalin önizlemesi kapsamında özel davetlilerle buluştu! Önizlemede The Guardian, ARTnews gibi prestijli yayınlar tarafından bienalin öne çıkan eserleri arasında gösterilen eser, Artslife eleştirmenleri tarafından ise bienaldeki en iyi 5 eserden biri olarak seçildi.

7 Mayıs Perşembe günü Arsenale’nin Artiglierie binasında sergilenen eser altında gerçekleşen buluşmada; Sevil Sabancı, Güler Sabancı, Suzan Sabancı, Melisa Tapan ve Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer, uluslararası sanat dünyasından ve basından seçkin isimlerle bir araya geldi.

Dünyanın en köklü, prestijli ve etkin sanat organizasyonlarından biri olan Venedik Bienali; müzik, sinema ve tiyatro alanlarını da kapsayarak çağdaş sanat trendlerinin öncülüğünü yapıyor. Bu yıl 56. kez düzenlenen ve başkanlığı Paolo Baratta tarafından yürütülen bienalin küratörlüğünü ise bu sene; Nijeryalı küratör, yazar, sanat eleştirmeni Okwui Enwezor üstleniyor. 2011’den beri Münih’teki Haus der Kunst müzesinin direktörlüğünü yürüten ve başarılı kariyeri boyunca daha önce Güney Afrika, İspanya, Güney Kore ve Fransa’da çeşitli bienallerin direktörlüğünü üstlenen Okwui Enwezor; uluslararası sergiler, müzeler, akademik ve yayıncılık alanlarında da faaliyet gösteriyor. Bienal başlığını “All The World’s Futures – Dünyanın Tüm Gelecekleri” olarak belirleyen küratör Enwezor’un seçtiği 136 sanatçı arasında; Kutluğ Ataman imzalı “Sakıp Sabancı’nın Portresi” adlı video enstalasyon çalışması da yer alıyor. Eser; 56. Venedik Bienali kapsamında ilk kez uluslararası bir platformda sanatseverlerle buluşuyor.

Kutluğ Ataman’ın “Sakıp Sabancı’nın Portresi” eseri; Sakıp Sabancı’nın aramızdan ayrılışının 10. yıldönümü için Sakıp Sabancı Ailesi tarafından 2011 yılında sanatçıya sipariş edildi. Konumu, yaşı, mevkii ne olursa olsun “insan”a değer veren Sakıp Sabancı’nın her konuya “Önce insan” felsefesiyle yaklaşmasını, insanlara olan sevgisini ve saygısını yansıtan eser; keskin zekâsı, ince esprileri ve candan tavırlarıyla halkla özdeşleşen Sakıp Sabancı’nın, yaşamı boyunca insanlara ve hayata açtığı pencereleri görünür kılıyor.

Filmleri ve video eserleri dünya çapında izleyicilerle buluşan Kutluğ Ataman’ın Sakıp Sabancı’ya bir saygı duruşu niteliğindeki çalışması; Sabancı’nın Türkiye’de teknolojiye yaptığı katkılara da atıfta bulunuyor. Görsel sanatlarda en ileri teknolojiyi kullanan eserin hammaddesini insanlar oluşturuyor. Çeşitli nedenlerle Sakıp Sabancı’yla yolu kesişen binlerce kişinin portre fotoğrafından meydana gelen eser; ünlü işadamına yakışan, “zamanının ötesinde” sıra dışı bir sanatsal fikri hayata geçiriyor.

Geçtiğimiz yıl S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergilenen eser; 9 Mayıs – 22 Kasım 2015 tarihleri arasında 56. Venedik Bienali kapsamında, Arsenale’nin Artiglierie binasında sanatseverlerle buluşacak.

Ey ruh, geldiysen…

$
0
0

Şeytani Ruhlar, bildik bir hikâye anlatsa da, başarılı gerilim atmosferi ve incelikli hamleleriyle kendini izlettiren bir korku filmi.

Hikâye, Louisiana’da terk edilmiş bir evde, vahşice öldürülmüş 6 üniversiteli gencin bulunmasıyla başlıyor. Dedektif Mark Lewis, bu korkunç cinayetleri aydınlatmak için gittiği evde olaydan sağ kurtulan John ile karşılaşır. Polislerle birlikte olay yerine gelen psikiyatrist Dr. Elizabeth Klein, John ile konuştukça cinayetin ardındaki korkunç gerçeği öğrenir.

Herkesin bir kusuru var

$
0
0

Amerikan sinemasının sıra dışı yönetmeni Paul Thomas Anderson’ın yönettiği film, Amerikan edebiyatının gizemli yazarı Thomas Pynchon’ın aynı adlı eserinden uyarlandı.

Yazarın kadim temaları paranoya, halüsinasyon, dümenciler, keşler, rockçılar, tefeciler, cinayetler, polis teşkilatı Gizli Kusur’da da var. Özel dedektif Doc Sportello, eski kız arkadaş Shasta’nın verdiği işi takip ederken, 70’lerin Kaliforniya’sında dönen bütün dolapları ortaya çıkarır.


Türkiye'nin ilk müzik yapım firması yeniden kuruldu

$
0
0

1971-1979 yılları arasında Türk pop müziğinin adeta fabrikası olarak çalışan ŞAT Yapım’ın kurucuları Attila Özdemiroğlu ve Şanar Yurdatapan, 35 yıllık aranın ardından yeniden bir araya geldi.

Türk müziğinin iki efsane ismi, dileyen herkesin kendi sesiyle katkıda bulunabileceği “Topluma Adanmış Şarkılar” projesine başlıyor. Özdemiroğlu ve Yurdatapan, besteleyecekleri ve topluma adayacakları şarkıyı toplumaadanmissarkilar.net adresinde tüm Türkiye’nin beğenisine sunacak. Dileyen herkes şarkı üzerine kendi vokallerini kaydedebilecek.

1971-1979 yılları arasında Sezen Aksu, Füsun Önal, Nilüfer, Esmeray, Cici Kızlar ve Melike Demirağ gibi sanatçıların seslendirdiği ve günümüzde halen dillerde olan Senden Başka, Olmaz Böyle Şey, Oy Anam Oy, Dünya Dönüyor, Unutama Beni, Delisin, Arkadaş ve daha yüzlerce eserin altında imzası bulunan ŞAT Yapım, kurucuları Şanar Yurdatapan ve Attila Özdemiroğlu tarafından yeniden hayata geçirildi.

Türkiye müzik dünyasının iki duayeni Şanar Yurdatapan ve Attila Özdemiroğlu, 35 yıllık aranın ardından ŞAT Yapım çatısı altında yeniden kurdukları birlikteliklerini iki yeni projeyle taçlandıracak. Butik eserler üretmeyi hedefleyen iki usta sanatçının önemli projelerinden biri “TAŞ” (Topluma Adanmış Şarkılar) olacak. Proje kapsamında Özdemiroğlu ve Yurdatapan ikilisi topluma adayacakları bir şarkı besteleyecekler. Bir koro tarafından seslendirilecek olan şarkı tamamen özgün olacak ve hiçbir telif hakkı istenmeden -reklam hariç olmak üzere- dilenilen her türlü ortamda kullanılabilecek.

Proje kapsamında her ay yeni bir Topluma Adanmış Şarkı gün yüzüne çıkacak. Dileyen herkes, tolumaadanmissarkilar.net adresinden bu şarkılara ulaşabilecek ve yapılacak yarışmayla kendi seslerinin de şarkıda yer almasını sağlayabilecekler. Yarışma, üniversite öğrencilerinin girişimi olan karaoke platformu vokalsensin.com’un altyapısıyla toplumaadanmissarkilar.net adresinde her ay yapılacak. Attila Özdemiroğlu ve Şanar Yurdatapan’ın besteleyeceği Topluma Adanmış Şarkı, siteye play-back’e uygun bir şekilde konulacak ve siteyi ziyaret edenler şarkıya kendi vokallerini karaoke yöntemiyle ekleyebilecek. Yapılacak halk oylamasının ardından öne çıkan çalışmalar, bir jüri tarafından değerlendirilecek. Projede her ay “TAŞ Kralı” ve “TAŞ Kraliçesi” seçilecek.

Sevdiğine şarkı hediye etmek isteyenler için: KAŞ (Kişiye Adanmış Şarkılar)

ŞAT Yapım’ın bir diğer projesi de “KAŞ” (Kişiye Adanmış Şarkılar). Kişiye özel ve özgün şarkıların üretildiği KAŞ konseptinde, Attila Özdemiroğlu ve Şanar Yurdatapan, özel bir kişiye armağan edebilecek, kişiye özel ve özgün şarkılar besteleyecek. Kişiye Adanmış Şarkılar, doğum günü, evlilik yıldönümü, Anneler Günü, düğün gibi özel günlerde verilebilecek yaratıcı hediye seçenekleri arasında yer alacak.

Şanar Yurdatapan ve Attila Özdemiroğlu, ŞAT Yapım ile yeniden girdikleri müzik piyasasında yapacakları projelere dair şu ortak görüşü paylaşıyor: “ŞAT Yapım’ı kurduğumuzda, 30’lu yaşlarımızın başındaydık. ŞAT Yapım, 8 yıl boyunca Türk pop müziğinin adeta bir fabrikası gibi çalıştı. Şimdi ise 70’lerimizin başlarındayız ve önceliğimiz hem güzel hem de kaliteli çalışmalar yapmanın yanında topluma yararlı sonuçlar üretmek olacak.”

KONUYLA İLGİLİ ATİLLE ÖZDEMİROĞLU İLE 15 EYLÜL 2014’TE YAPTIĞIMIZ RÖPORTAJ…

Bu böyle gitmez

$
0
0

İngiliz yazar Tom Rob Smith’in aynı adlı romanından uyarlanan film, oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor.

Hikâyenin ruhunu yansıtmakta başarısız olan film, Stalin dönemi Sovyet Rusya’sında geçiyor. İç güvenlik teşkilatında çalışan Teğmen Leo Demidov, casus olduğundan şüphelenilen karısı Raisa’yı soruşturmakla görevlendirilir. Bu sırada Leo, tren yolunda bulunmuş bir çocuk cesedi olayı ile ilgilenmektedir. Eski meslektaşı Vasili ise Leo ve Raisa’yı çocukların katilini bulmaması için engellemeye çalışır...

Güldür güldür Niyazi!

$
0
0

Yerli komedyenler içinde, kendi kalemi ve hikâyesiyle sinemaya en son adım atan isim Ata Demirer. Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan ve Şahan Gökbakar’dan çok sonra bu kulvarda kendini gösterdi.

Hatırı sayılır bir seyirci kitlesine ulaşan üç filmlik Eyyvah Eyvah serisi, televizyon ve sahne şovlarında ortaya çıkan Kuzey Ege-Trakya kırması ağzıyla konuşan tiplemenin ete kemiğe bürünmüş öyküsünü anlatmakta başarılı oldu. Ardından gelen Berlin Kaplanı, Ata Demirer’in yine sahne şovlarında ürettiği Almancı tiplemesini, yerel kodları olan bir hikâye ile beslemesine dayalıydı.

Niyazi Gül Dörtnala’da Ata Demirer, ‘cepten yemeye’ devam ediyor. Ünlü komedyenin 2001-2002 yıllarında Korsan TV adlı televizyon programında ortaya çıkardığı Veteriner Hekim Niyazi Gül tiplemesini bu kez beyazperdede izliyoruz. Üniversitede hocalık yapan Prof. Dr. Niyazi Gül, evine gündeliğe gelen Hediye’nin de yardımıyla hayvanlar üzerinde mucizevi etkisi olan bir ilaç üzerinde çalışmaktadır. Dedesinden vasiyet gibi tevarüs eden bu formül için yıllarca uğraşan Niyazi Gül, kendini bir anda hiç tasvip etmediği at yarışlarının içinde bulur. Gizli formülü sebebiyle Niyazi Gül, sosyetenin iki üyesi Sultan ve Rıza’nın ezeli rekabetine meze olur. Bir taraftan da kendine içten içe abayı yakan Hediye’nin aşkına karşılık verme konusunda ikileme düşer...

KÜFÜRSÜZ OLMASI YETMEZ, MİZAH DA LAZIM

Eyyvah Eyvah serisi ve Berlin Kaplanı ile küfürsüz komedi anlayışının perdedeki temsilcisi olacağını gösteren Ata Demirer, Niyazi Gül Dörtnala’da da çizgisini bozmuyor. Ailecek izlenebilecek küfürsüz komedi çizgisi değişmese de Demirer’in komedi çıtası bir hayli düşüyor. Alelacele yazıldığı izlenimi veren, özensiz senaryo ve üzerinde yeterince çalışılmamış karakter olamayan tiplemeler, karikatürize oyunculuklar ile birleşince filme tahammül etmesi hayli zor.

Niyazi Gül Dörtnala, bu haliyle, yine BKM yapımı olan televizyondaki Güldür Güldür programının bir versiyonu gibi. Bütün espriler fragmanda gördüğünüz kadar, fazlasını beklemeyin. Yeri gelmişken, son dönemin vasıfsız komedi filmlerine katkıda bulunan BKM’nin, ‘seri üretim’ anlayışından bir an önce kurtulması sinemamızın hayrına olacaktır. BKM’nin Yılmaz Erdoğan filmleri ile yakaladığı kalite çizgisi, son dönemdeki seri üretim mantığıyla ağır yara aldı, almaya devam ediyor.

Büyü de gel çocuk [Haftanın filmleri VİZYONDAKİLER'de]

$
0
0

1998 yapımı Kırmızı Keman filmiyle hatırlanan Kanadalı yönetmen François Girard, Koro ile köklerine dönüyor. Fakat bu dönüşün tatmin edici olduğunu söylemek zor. 12 yaşında öksüz kalan sorunlu bir çocuğun müzik eğitimi ile karakter kazanmasını anlatan film, klişelerle örülü hikâyesini anlatırken farklı olmak için hiçbir gayret göstermiyor.

Bazı hikâyeleri adınız gibi bilseniz de dinlemek istersiniz. Aslında istemek değil, meraktır sebep. Acaba bu kez nasıl anlatacak? Yeni ne var, başka türlü anlatır da beni şaşırtır mı? François Girard’ın yönettiği Koro / Boychoir, böyle bir film. Başı belli, sonunu tahmin etmek de zor değil. Bütün mesele ‘nasıl’ın kışkırtıcı gücünde saklı. Ne var ki, ortaya çıkan sonuç merakımızı karşılayacak kadar tatmin edici değil.

Film, 12 yaşında annesini kaybeden Stet’in hayatının en kritik dönemini anlatıyor. Sorunlu bir çocuk olan Stetson, annesi ölünce hiç tanımadığı babasını karşısında bulur. Okul müdürünün de yardımıyla babası, müzik yeteneğini değerlendirmesi için Stet’i ulusal çocuk korosuna öğrenci yetiştiren yatılı bir özel okula kaydeder. İnatçı kişiliği ve saygısız tavırlarıyla öğretmenlerini ikiye bölen Stet, çocuk korosundaki dişli rakipleriyle de mücadele eder. Ancak Stet, sıra dışı müzik yeteneğini hırsı ve inatçılığıyla besleyince kısa sürede beklenmedik bir gelişme gösterir.

KORO’YA GELENE KADAR...

Koro’yu henüz izlemeden sinopsisini okuyunca başka filmleri çağrıştırması kaçınılmaz. Billy Elliot (2000), Birlikte (2002), Koro/Les Choristes (2004) ve nihayet Whiplash (2014)... Kanadalı yönetmen François Girard hem bunlara meyletmiyor hem de hepsinden birer parça alıp heybesine atıyor. 90’larda müzik konulu film ve belgeselleriyle kariyerini inşa eden Girard, 2000’lerde fazla eser vermedi. Başarısız bir film olan Silk’ten (2007) sonra Koro ile asıl mecrasına döndü. Fakat bu dönüş, aslına rücu etmekten çok, fasla odaklanma ve kendini tekrar ile ilgili. O yüzden, yönetmen açısından bir ‘patinaj’ filmi Koro.

Yaşam Şifresi (2011) gibi vasatın üzerinde bir filmin senaristi Ben Ripley’in elinden Koro gibi klişelerle örülü bir hikâyenin çıkması biraz şaşırtıcı. Yönetmenin de katkısıyla senaryo, Stet’in dünyasına olabildiğince dışarıdan bir bakışla, âdeta seyirci koltuğuna oturarak yaklaşıyor. Bir türlü Stet’in iç dünyasına, zihnine, duygularına nüfuz edemiyor film. Yatılı okuldaki arkadaşlık ve rekabetçi ortam da üstünkörü birkaç sahne ile geçiştiriliyor. Bir müzik öğrencisi olarak Stet’in üzerindeki baskıyı, çocukların motivasyon sebeplerini perdede görmek çok zor.

Koro’da, karakterler ile ilgili her sorunun bir cevabı var, ama bu cevapların ikna edici olması için en ufak bir gayret yok. Yönetmen ve senarist, sanki seyirciye “Siz zaten hikâyeyi biliyorsunuz, fazla izaha gerek yok.” demeye getiriyor. Dustin Hoffman ile Kate Bates gibi iki garanti oyuncu, özdeşlik kurulabilecek sempatik bir çocuk oyuncu ve kaliteli müzik de var, daha ne olsun! Senaryonun ve karakter donanımının gevşek yapısını seyircinin kendi müktesebatıyla doldurması bekleniyor.

Her şeyi yönetmenden beklemeyin!

Hesaba katılmayan şu ki, sinema seyircisinin hele de has sinemaseverin müktesebatı küçümsemeye gelmez. Senin bıraktığın o boşlukları doldurmakla yetinmez, bir de mukayeseye girer. Bu mukayesede ise Koro fazlasıyla yaya kalır. François Girard’ın filmi, durup ince şeyleri söylemeye çalışan naif dönem işi Les Choristes (2004), çocuk saflığını müzikle buluşturan Billy Elliot ya da müziği ve hoca-talebe ilişkisini bir ölüm kalım savaşı gibi perdeye aktaran Whiplash ile teraziye konduğunda çok hafif kalıyor. Dahası, sadece bu üçüyle bile kıyaslandığında fazlasıyla özensiz ve kolaycı bir yapım. Sinir bozucu olan ise seyircisini fazlasıyla hafife alması.

Sinema açısından hal böyleyken, hafta sonu etkinliği olarak ‘eğitici’ ve duygusal bir film arayan aileler için Koro filmi isabetli bir tercih.

Sinema tarihi dergisi yayında

$
0
0

Türkiye’de ilk defa sadece sinema tarihine odaklanan CineBelge dergisi yayın hayatına başladı.

TÜRVAK-Türker İnanoğlu Vakfı’nın yayımladığı CineBelge, Türkiye’deki sinema tarihine ışık tutacak derinlemesine araştırmalara ve bugüne kadar hiç yayınlanmamış belgelere yer veriyor. Genel Yayın Yönetmenliği’ni Burçak Evren’in üstlendiği dergi, sinema tarihimizi efsane ve söylentilere dayandırmak yerine somut belgeler üzerine temellendirmenin peşinde. CineBelge ilk sayısında, Burçak Evren’in kaleminden Türk sinemasının doğum günü olarak kabul edilen 1914 tarihli Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı filminin çevresinde dönen tartışmalara yer veriyor. CineBelge dergisinin ilk sayısı ve üç ayda bir okurlarıyla buluşacak yeni sayılarına, www.turvak.com’dan ücretsiz ulaşılabilir.

Şehir Tiyatroları Levent Üzümcü’yü ihraç istemiyle disipline sevk etti

$
0
0

Sendika.org’un haberine göre, muhalif görüşleri ile bilinen İstanbul Şehir Tiyatroları oyuncusu Levent Üzümcü, tiyatrodan ihracı ve memurluk haklarının feshi istemiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Yüksek Disiplin Kurulu’na sevk edildi.

2013 Sosyalist Enternasyonal’de yaptığı konuşma, sosyal medyadaki paylaşımları ve basına verdiği demeçlerin tamamı bir rapor haline getirilen Üzümcü, 2014 yılında İBB Teftiş Kurulu’na savunmaya çağrılmıştı. Habere göre bu dosya 2015 yılının Mart ayında, Üzümcü’nün ihracı ve memurluk haklarının feshi istemiyle İBB Yüksek Disiplin Kurulu’na sevk edildi. Üzümcü, Twitter hesabından yaptığı açıklamalarda, “Arkadaşlar, beni Şehir Tiyatrosu’ndan atma teşebbüsü tamamen hukuksuzdur, takmayın.” dedi.

Mark Twain, rüşvetçi San Francisco polisi ile çok uğraşmış

$
0
0

William Faulkner’ın “Amerikan edebiyatının babası” dediği Amerikalı yazar Mark Twain’in henüz 29 yaşındayken San Francisco Chronicle gazetesine, bazıları imzasız, bazıları da Samuel Clemens adıyla yazdığı makale, öykü ve haberleri ortaya çıktı.

Amerika’nın prestijli eğitim kurumlarından Berkeley Üniversitesi tarafından yürütülen Mark Twain Projesi kapsamında ortaya çıkan yazıların 150 yıllık olduğu görüldü. Twain’in Nevada’dan gönderdiği yazıların çoğu ise 1865 yılına ait.

Mark Twain Projesi editörü Bob Hirst, şimdiye kadar bilinmeyen Twain yazılarını, “Vahşi Batı”da yayınlanmış gazete arşivleri ve küpür albümlerinden derleyerek ortaya çıkardıklarını açıkladı. Hirst, pek çok imzasız yazıdaki “Twain üslubu”nu ise hemen tanıdıklarını söyledi. Hirst, ayrıca bu arşivlerin Twain’in daha sonraki kariyerini nasıl hazırladığını ve karanlıkta kalan bir dönemini aydınlattığını belirtti.

Twain, Nevada’daki Virginia City’de bulunan Territorial Enterprise adlı gazeteden, o zamanki adı San Francisco Dramatic Chronicle olan gazeteye, her gün 2 bin kelimelik öykülerden oluşan mektupları, Western filmlerinden hayli tanıdık gelen klasik, dört atlı posta arabasıyla gönderiyordu. San Francisco polisinin rüşvetçi tutumundan, o zamanın maden kazalarına kadar hemen her konuda yazdığı yazılarda Twain’in, o zamanlar da mizahî; bir dil kullandığı ve bilinen tarzını yansıttığı gözden kaçmıyor.

Twain’in, özellikle San Francisco’nun rüşvetçi polisleri hakkında defalarca yazdığı, onları “toplumun yapışkanları” olarak niteleyerek cezalandırılmasını istediği de bir başka dikkat çeken ayrıntı. Mark Twain’in, 1862-1864 arası Nevada Virginia City’deki Territorial Enterprise adlı gazetede Samuel Clemens ismi ile muhabir olarak çalıştığı, bu sırada uzun Batı hikâyelerini geliştirdiği sanılıyor. Territorial Enterprise geçen ay, 30 yıl aradan sonra yeniden çıkmaya başlamıştı. ZAMAN AMERİKA


‘Müzayedelerde egolar yarışır’

$
0
0

2006’da kurulan Beyaz Müzayede’nin yarınki müzayedesinde 4 özel koleksiyon satılacak. Şirketin sahibi Aziz Karadeniz’e göre son on yılda müzayede sektörü büyüdü ve ‘müzayede’nin anlamı da farklılaştı. En önemlisi, müzayedelerin sanatçılar nezdindeki itibarı arttı, fakat durum koleksiyonerler cehpesinde farklı.

Çok uzak değil, on yıl önce müzayedeler bir ilkbaharda, bir de sonbaharda yapılırdı. Artık her hafta ikişer müzayede var. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Dudak uçuklatan, iştah kabartan fiyatlar konuşuluyor, paralar havada uçuyor. Türkiye’de düzenli olarak müzayede yapan 10-15 firmadan söz edilebilir. Toplam satışın yüzde 60’tan fazlası ise iki şirketin elinde: Beyaz Müzayede (Aziz Karadeniz), Antik AŞ (Turgay Artam). Çağdaş ve klasik resimler, antikalar, Osmanlı’dan kalan tombaklar, seramikler ve kitapların yanı sıra hat, ferman, hilye-i şerif, tarihî; Kur’an-ı Kerim’ler bu müzayedelerin en gözde eserleri. Buna rağmen Türkiye’deki sanat piyasasının büyüklüğü, dünya ortalamasının çok gerisinde. Hatta Türkiye ekonomisinde sanatın yeri çok küçük. Beyaz Müzayede’nin sahibi Aziz Karadeniz’in ifadesiyle “Boğaz’da iki yalı fiyatı anca eder.”

Türkiye’deki sanat piyasasının toplam büyüklüğü 100 milyon doların altında. Dünyada önde gelen sanat fuarı Art Basel’de sadece dört günde 3-5 milyar dolar satış oluyor. Dünyadaki müzayede cirosu 25 milyar dolar, Türkiye’deki müzayede cirosu ise 40 milyon dolar civarında. Böylesine hareketli ve sıcak paranın döndüğü sektör, aynı zamanda çok eleştiriliyor. Eserlere bu kadar parayı kim, niye veriyor, sanat dünyası ve sanatçının bu işte kârı ne? Sanat sadece bir yatırım aracı mı? Sanatın kendisi kimsenin umurunda değil mi? Bu ve benzeri konular epeydir tartışılıyor.

2006 yılında kurulan Beyaz Müzayede, piyasayı hareketlendiren birkaç şirketten biri. Her müzayedesinde 7 bin müşterisine katalog gönderiyor. Müzayede günü, salondaki müşteriler hariç, 10 kişi de telefon başında uzaktan katılan müşterilere cevap veriyor. Aziz Karadeniz’e göre son on yılda Türkiye’de müzayede sektörü büyüdü ve anlamı farklılaştı. En önemlisi, müzayedelerin sanatçılar nezdindeki itibarı arttı. Eskiden ‘müzayedeye düşmek’ deyimi vardı, artık ‘müzayedeye çıkmak’ deniyor. ‘Osmanlı ve İslam eserleri’, ‘çağdaş sanat’ ve ‘klasik eserler’ gibi temalı müzayedeler 2005’ten sonra yapılmaya başlanmış. Müzayedede ‘yeni eser’ satma fikri yine son yıllarda yerleşmiş. Karadeniz, “Her çağdaş sanat müzayedemize ortalama 2 bin 500 eser başvurur. Biz maksimum 250 eseri satışa koyarız. Seçim yaparız. Dünyada gelişmiş piyasalarda müzayedeye girebilmek kariyer açısından önemlidir. Sadece bunun için özel eser yapan sanatçılar vardır. Bizde de artık bu olay kanıksandı. Müzayedelerimize koleksiyonerlerden olduğu gibi galerilerden ve sanatçılarından da eser geliyor.” diyor.

‘İSVİÇRE BANKALARININ SANAT BÖLÜMÜ VAR’

Beyaz Müzayede’nin yarınki müzayedesinde dört özel koleksiyon satılacak. Onca para ve emek harcanarak oluşturulan koleksiyonlar birdenbire gözden çıkarılabiliyor. Eser al, eser sat, fuar gez, sanatçı takip et, koleksiyon yap, sonra hepsini birden sat… Bu ve benzeri durumlar, koleksiyonerlerin yatırımcı yönünü ön plana çıkarıyor. Aziz Karadeniz, eserlerin yatırım aracı olarak pazarlanmasına karşı. Fakat İsviçre bankalarının sanat departmanlarının olduğunu hatırlatmayı da unutmuyor.

Sanatla ilgilenmeye koleksiyonerlikle başlayan Karadeniz, ‘sanatın kendisi kimsenin umurunda değil’ eleştirisine doğal olarak katılmıyor. Tutkuyla resim alan çok koleksiyoner var ona göre. Eskiden, galeriler, resim satın alma ve izleme merkeziydi. Galeri duvarlarında saatlerce resim seyreden koleksiyoner görmüşlüğümüz vardır. Şimdi müzayede şirketleri öne geçmiş durumda. Fakat müzayedelerin modern insanın ruhunu okşayan başka bir yönü daha var. “Müzayedelerde sahip olma tutkusu ve egolar yarışır. Ama bu, koleksiyonerin sanatla ilgisi olmadığı anlamına gelmez.” diyor, Karadeniz.

IV. Mustafa’nın fermanı satılacak

Beyaz Müzayede yarın Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde saat 14.30’da ve 12 Mayıs Salı akşamı 18.30’da 4 özel koleksiyonu satışa çıkaracak. İki gün sürecek bu müzayede sezonun son müzayedesi sayılır. Koleksiyonlardan biri tamamen hat, hilye-i şerif ve fermanlardan oluşuyor. Çok kısa bir süre tahtta kalan Osmanlı Padişahı IV. Mustafa’nın fermanı müzayedenin en nadide eserleri arasında. Açılış fiyatı 45 bin TL. Müzayedede satışa sunulacak diğer eserler arasında Halil Paşa, Nazmi Ziya, Namık İsmail, Hikmet Onat, Avni Lifij, Sami Yetik, Feyhaman Duran, Lepold Levy, Üsküdarlı Cevat, Şefik Bursalı, Şeref Akdik, Cemal Tollu, Mehmet Ali Laga, İbrahim Safi gibi Osmanlı ve Cumhuriyet resminin önemli ressamlarının eserlerinin yanı sıra Leonardo De Mango, Fausto Zonaro ve Fabius Brest gibi oryantalist ressamların resimleri yer alıyor. (www. www.beyazart.com)

Annelerini yazdılar

$
0
0

Editörlüğünü Firdevs Canbaz Yumuşak’ın yaptığı ‘Annemle Ben’ kitabında 32 kadın yazar ve şair, annelerini yazdı. Şiir, öykü, deneme, makale gibi farklı yazı türlerinde annelerini anlatan yazarlar, onlarla ilişkilerini, özlemlerini, kırgınlıklarını, kızgınlıklarını, kimi zaman da sitemlerini kâğıda döktü.

Anne-babalar ile çocukları arasındaki ilişkiye dair bugüne kadar sayısız kitap yazılmıştır. Turgenyev’in ‘Babalar ve Oğullar’ romanı akla ilk gelenlerden. Türkiye’de de ‘Kızlar ve Babaları’, ‘Oğullar ve Babaları’ gibi çalışmalar yayımlandı. Daha çok ‘baba’ figürü üzerinden ele alınarak yazılan bu kitaplarda anne-kız ilişkisine dair bir ize rastlamak çok zor. ANKA Kadın Yayınları arasından çıkan ‘Annemle Ben’ kitabı bu anlamda bir ilk. Farklı türlerde eser veren 32 kadın yazar ve şair, annelerini yazdı. Şiir, öykü, deneme, akademik yazı gibi türlerde annelerini yazan kadınlar, onlarla ilişkilerini, özlemlerini, kırgınlıklarını, kızgınlıklarını, kimi zaman sitemlerini kâğıda döktü. Türkiye’deki anne-kız ilişkilerine ışık tutan kitap, yazarların ve annelerinin fotoğraflarını içeren tasarımı ile de dikkat çekiyor.

Editörlüğünü Firdevs Canbaz Yumuşak’ın yaptığı kitapta eserleri yer alan yazarlar şöyle: Ayça Örer, Ayşe Duvarcı, Ayşe Kilimci, Ayşe Sarısayın, Ayşe Yetmen, Belma Tokuroğlu, Bengü E.Çolakoğlu, Betül Tarıman, Beyza Narlı, Buket Uzuner, Cihan Aktaş, Elif E.Akşit, Elif Nuray, Elvan Arpacık, Firdevs Canbaz Yumuşak, Gonca Özmen, Gülayşe (Somel) Koçak, Gülseren Engin, Gülseren Engström, Handan Acar Yıldız, Hatice Bildirici, Merve Koçak Kurt, Mihriban İnan Karatepe, Nesrin (Tağızade) Karaca, Nilgün Karababa, Nurduran Duman, Ruziye Tali/Ayşe Tali, Seniye Nazik Işık, Sibel K.Türker, Sibel Oral, Tuba Işınsu Durmuş, Zeynep Delav.

KİTAPTAN SEÇKİ

Buket Uzuner: Bana artık Buket Özar Uzuner de diyebilirsiniz

“Çocukluğum boyunca annemin büyük bir hevesle, hiç bıkmadan soyadı Özar'ın manasını eşe dosta defalarca anlattığına şahit olur, o zamanlar bunu, herkesin annesinin yaptığı bir şey sanırdım. Annemi tam bir yıl önce kaybettim ve işte o hiç eksilmeyen bir coşkuyla anlattığı Özar soyadının aslında, kendisine büyük değer vermiş, çok sevdiği babasından kalan tek somut miras olarak her anlatışında yeniden onunla kucaklaşma vesilesi olduğunu şimdi daha iyi kavramaya başladım. Bu yazıyı okuduktan sonra bana artık Buket Özar Uzuner de diyebilirsiniz; ben de ar'ın manasını açıklarım ve tabii annem bir yerlerden duyar ve gülümser belki…”

Ayşe Sarısayın: Gözümün önünde ol!

“Birkaç gece önce rüyamda gördüm seni. Uzun süredir özlemini çektiğim aydınlık, ışıklı rüyalardan biriydi. Rüyamda dar bir patikada yürüyoruz birlikte. Mevsim bahar olmalı, hava güneşli, her yer yemyeşil. Sık çalılıkların arasından geçiyoruz, kenarlarda kır çiçekleri. Kimi yerlerde yan yana duramayacağımız kadar daralıyor yol. Arkana geçmeye yeltendiğimde önlüyorsun hemen. “Olmaz,” diyorsun, “ben arkadan geleceğim, gözümün önünde ol!”

Cihan Aktaş: Cümle bir türlü tamamlanmıyor

“Senin eksik bıraktığın cümleyi tamamlamayı da üstüme almışım gibi daha bir telaşla yazmayı sürdürüyorum, gelgelim cümle bir türlü tamamlanmıyor. Keşke sen kendini yazarak da anlatsaydın ve uzaklara özleminin sebeplerini daha ayrıntılı konuşmuş olsaydık.”

Sibel K.Türker: Beş yıl geçmiş sen gideli...

“Beş yıl geçmiş sen gideli. O uzak ülkeye, o bilinmeze. Ne olur, zamanın bir yerinde, iki baharın ılık güneşinin vurduğu o odada, bir kereliğine, söz yalnızca bir kereliğine buluşalım. Sen dikişini dik, ben matematik ödevimi yapayım. Elmanın çekirdeklerini, hatta sapını bile kemirip yutayım. O bağışlanmış zaman'da. Yüreğimizin hayat yorgunluğuna bir sürecik mola verelim.”

“Anne-kız ilişkisi inişli çıkışlı”

‘Annemle Ben’ kitabının editörü Firdevs Canbaz Yumuşak, kitabın çıkış amacını, “Anne kız ilişkisi çok özel, inişli çıkışlı, değişik bir ilişki. İstedik ki Türkiye’nin farklı yerlerinden, farklı sınıflarından ve farklı dünyalardan kadınlar bir araya gelip annelerini, anneleri ile ilişkilerini anlatsınlar. Bu anlamda da çok büyük bir boşluğu dolduruyor.” sözleriyle açıklıyor. Yazarları seçerken herhangi bir sınırlama yapmadıklarını, ulaşabildikleri tüm isimlerden eser istediklerini belirtiyor: “Tanınan, kabul görmüş yazarlara ulaşmaya çalıştık. Bazı yazarlara biz ulaşamadık. Bazı yazarlar da henüz böyle bir yazıya hazır olmadıklarını söyledi. Bazıları zaman sınırlaması nedeniyle yazamayacaklarını açıkladı. Kimseyi dışarıda bırakmamayı, mümkün olduğunda farklı dünyalardan, ideoloji ve mesleklerden kadına ulaşmaya çalıştık.”

Lena tekrar İstanbul’da

$
0
0

İki yıl önce İstanbul Caz Festivali kapsamında İstanbul’da konser veren Ortadoğu’nun en beğenilen sanatçılarından, Suriye’nin buğulu sesi Lena Chamamyan, 15 Mayıs’ta 6. Avea Sıra Dışı Müzik Konserleri kapsamında İstanbul’a tekrar geliyor.

Kökleri Türkiye’ye dayanan, babası Maraşlı, annesi ise Mardinli olan Chamamyan, Suriye’de savaş başladıktan sonra Paris’e yerleşmiş. Yaptığı müziğin tam olarak yaşadıklarının bir yansıması olduğunu dile getiren sanatçı, müziğinin temelini Ermeni müziğinin oluşturduğunu söylüyor. Chamamyan’ın konseri Harbiye İstanbul Kongre Merkezi’nde saat 21.00’de başlayacak.

‘Tarih, siyasetin orta malı haline geldi’

$
0
0

“Tarih siyasetin orta malı haline geldi. İşte bunun ahfadıyız, ecdadımız şöyleydi... Maksat birilerine tarih öğretmek değil, tarih, istenen siyasi ortama taraftar bulmak üzere kullanılıyor. Cumhuriyet de bunu yaptı yıllarca...” Prof. Edhem Eldem, Osmanlı’da fotoğraf ve moderniteyi inceleyen yeni sergisini anlatırken, meydanlardaki tarihî; söylemleri ve ‘saray’a taşınan tarih toplantılarını böyle değerlendiriyor.

Gündelik tarihe, Osmanlı İmparatorluğu'na, yayıncılığa ve fotoğrafa en ufak bir merakınız varsa İstiklal Caddesi'ne çıkın ve Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi'ndeki (ANAMED) “Camera Ottomana: Osmanlı İmparatorluğu'nda Fotoğraf ve Modernite, 1840 - 1914” sergisini görün! İmparatorlukta çekilen ilk daguerrotype'lardan cam negatiflere, arşiv için çekilen suçlu fotoğraflarından ilk resimli basın örneklerine mesela Servet-i Fünun'a… Kapsamlı bir seçki ve sergi. Ömer M. Koç Koleksiyonu'nun yanı sıra farklı arşiv ve koleksiyonlardan oluşturulan sergi, Osmanlı İmparatorluğu'nda fotoğraf ve moderniteyi incelemekle kalmıyor; insanı 1840 ile 1914 arasında bir güzel dolaştırıyor. 19 Ağustos'a kadar açık kalacak serginin küratörlüğünü Zeynep Çelik, Edhem Eldem ve Bahattin Öztuncay yapıyor. Moderniteyi, sergiyi ve daha bir sürü şeyi Prof. Dr. Edhem Eldem'le konuştuk.

En son 2010'da görüşmüştük. Bir Osman Hamdi Sözlüğü hazırlıyordunuz. Ne oldu ona?

Onu Kültür Bakanlığı için yaptım. Yayımlandı ama haberdar olunsun, okusun diye değil. Dev gibi istediler; 30'a 32,5. Felaket! Onlarla çalışmak bir kâbustu. Kültür Bakanlığı'nın kafasında neler olduğunu açıkçası bilemiyorum. Osman Hamdi'nin ölümünün yüzüncü yılı için bir şeyler yapmış olmak istediler, yapıldı. Ondan sonra zaten ilgilenmediler. Peşlerindeydim, dedim ki bunu küçültelim, ulaşılabilir bir şey yapalım. Cevap bile vermediler.

Gerçekten mi? Sadece bize cevap vermiyorlar sanıyordum...

Yok canım, kimseye! Çok eşitlikçi davranıyorlar. Hiç kimseyi ayırmıyorlar ama size tabii cevap vermezler. Siz şimdi terör örgütünü (!) temsil ediyorsunuz değil mi? Bir âlem. Türkiye'nin hep tekrarlanan şeyleri. Bir gıdım ilerliyoruz gibi geliyor ama sonra geri... 7 Haziran'da ne olacak bakalım!

Umutlu musunuz?

Umut ne demek? Ben HDP'nin geçmesini istiyorum. Tek umudum o. Yüzde 10'u geçip temsil edilmeli artık. Rüyamdaki koalisyonsa AKP – MHP. Hepsi mümkün. Nasılsa bunların bugün söylediği ertesi gün değişiyor.

Şimdi böyle konuşunca… Türkiye'nin hiç mi iyi dönemi olmadı?

Hayır, hayır, yani… Herkesin kendine göre bir altın çağı var. Herkes kendine göre haklı. Kemalistler 1930'ları beğenir, ama bu, o dönemin iyi olduğu manasına gelmez. Eninde sonunda oyunun kuralları belli. 1930'lar otoriter zamanlar. Kemalizm de diktatörlüklerden biri. Başkalarıyla karşılaştırılınca nispeten daha az zarar vermiştir, o ayrı. Gerçi Kürdistan'a, Dersim'e bakarsanız bu zararın az olduğunu da hiç söyleyemezsiniz. Bakış açısına göre değişir. Hiçbir zaman mükemmel yok. Ama hani 1990'ların sonuyla 2000'lerin ilk 10 yılı Türkiye'de bir şeylerin ciddi olarak kabuk değiştirdiği ve iyiye doğru gittiği bir dönem gibiydi. Güzel bir şeyler olabilirmiş gibiydi. Olmadı, o ayrı.

Ama o dediğiniz yıllarda da insanlar bayraklarla sokağa dökülüyordu...

Onlar Kemalist muhafazakârlar. Yanlıştı. Bitmekte olan bir dönemin son çığlıkları… Bir bakıma bugün gelinen şeyin de kısmen sebebi oldular.

Nasıl sebebi oldular?

Kutuplaşmaya katıldılar. CHP, bunlar yerine enerjisinin büyük kısmını yapıcı bir muhalefete harcasaydı… Şimdi biraz aklı başına geldi de ekonomik projeler üretiyor. Ne kadar gerçekçi olduğu tartışılır o ayrı. Bunu bugün yerine muhalefette bulunduğu uzun yıllar boyunca yapsaydı belki şimdi farklı bir yerde olurdu. O zaman mesele bu kadar ikili bir hal almazdı. Ne olursa olsun, geriden baktığınızda bütün bu olanlar Türkiye'nin siyaset geleneğinin, siyasi kültürünün tezahürleri. Bireyi tanımamak, herkesi kendine benzetmeye çalışmak… Bu, Türk siyasetinin vazgeçilmez unsuru. Herkesin rüyası kendine benzetmek ve kendi hükümranlığı altına almak. Otoriter bir kültürümüz var. Bunu koca karısına, anne çocuğuna, çocuk diğer çocuğa yapıyor. İt ite, it kuyruğuna!.. Kim öbürü üzerinde bir baskı kurabiliyorsa bu baskıdan sonuna kadar istifade etmeye çalışıyor. Bu sarmaldan çıkarsak, hakikaten biraz öbürlerini düşünürsek… Yani iktidardayken başkalarını düşünme kabiliyetini geliştirirsek… Ama bu bizim kültürümüzde, eğitimimizde yok. Kendi otoriter yağımızda 'mış gibi' yaparak kavrulmaya devam ediyoruz. Kemalizm demokratik değildi, 50'lerden sonra gelen sistem de demokratik değildi, şu anki sistem de değil. Demokrasi sadece oy vermeye yüklenemez. Kültürümüz demokratik olmadığı için demokrasi ancak muhalefetteyken hatırlanıyor. İktidara geçen demokrasiyi unutuyor, bir kenara atıyor. Bu ciddi bir yapısal problem. Kolalisyon dönemlerine laf edilir ama koalisyon dönemlerinde hiçbir iktidar bu kadar rahat hissetmediği için demokrasiye de bu kadar çelme takmaya cesaret edememişti. İşin çelişkili tarafı Türkiye'de istikrarsız dönemler demokratik açıdan nispeten daha iyi; istikrarlı dönemler demokratik açıdan daha kötü. İstikrar aslında iyi bir şey ama Türkiye'de otoriter bir rejime dönüşüyor. Gelenek bu.

Biraz önce ne kadar rahat söylediniz; Kürdistan diye...

Osmanlılar diyordu, biz mi diyemeyeceğiz. Kürdistan Osmanlıların gözünde bir devlet değil bir bölge ismi. Laziztan da öyle. Ama Ermenistan demiyor tabii ki, din farkından dolayı. Bu ulus devletin en büyük derdi. Türkiye'de bütün bölgeler ya deniz ya yön ismiyle anılıyor; suya sabuna dokunmuyor. Bir tek Trakya... Ama Traklar herhalde MÖ bilmem kaçtan geri gelmeyecekler. İmparatorluklar farklı. Onlar Kürde Kürt der, bölgeye Kürdistan; Kürt ayaklanırsa gider ezer ya da ezemezse pazarlık eder. Kürdistan bir devleti simgelemek zorunda değil. Siyasi karşılığı da var tabii ama bence Türkiye'de Kürtlerin kopmak gibi bir fikri yok. Ülke inşaa etmek kolay bir şey değil, çok kârlı bir şey de değil. Kopma söylentisi kopmak isteyenlerden çok kopulmasından korkanların lafı. (Bu arada Koç camiası bunlar neler konuşuyor, sergi bir paravan mı diye düşünecek artık…)

Evet, konu konuyu açıyor. Sergiye geçelim ama göreceksiniz yine buralara geleceğiz. Sergi neden 1789'dan, III. Selim'in tahta geçmesinden itibaren başlamıyor?

Hayır; o batılılaşma. Biz hâlâ modernite denilince batılılaşmayı anlıyoruz… Değil. Modernite eninde sonunda muhtelif şekillerde toplumun hızla değişmesi ve üç aşağı beş yukarı, geleneksel toplumlarda tabiata bırakılan şeylerin büyük bir kısmının kontrol altına alınması. Daha önce hiç sorgulanmayan veya tamamen Allah'a havale edilen şeylerin sorgulanmaya başlanması… Osmanlı'da modernitenin çok erken tezahürleri var. Kâtip Çelebi mesela; rasyonel bir şekilde olay ve olguları sınıflandırmaya çalışmış, üstelik batıdan esinlenmeden. Modernite dediğimiz; akılcılığın ön plana çıktığı ve uzun vadede insanın çevresine hâkim olmasına yol açan türden bir zihniyet değişimi. Batıyla doğrudan ilgili değil.

Günümüzde modernite nasıl?

Şimdi modernitenin dili değişti. Modernite artık çevreci. Biz biraz geriden geliyoruz. Bizim kültürümüz hâlâ 20. yüzyıla ait, siyasetimiz de. Teknolojimiz 21. yüzyılda ama biz 20. yüzyıldayız. Dünyada da 21. yüzyılın kendine göre garip bir muhafazakârlığı, geriye dönüşü, tepkiselliği var gerçi; Avrupa'da milliyetçilik ve ayrımcılık yükseliyor mesela. 68'i yapan Avrupa şimdi bunun tersine döndü. Soğuk savaş sonrasında kurgulanan o demokratikleşme, özgürleşme yaşanmadı. Modernlik bir taraftan çok hantal, ağır, saldırgan. Bugün dünyada yaşanan eşitsizliğin, tahammülsüzlüğün, çevre sorunlarının, bir sürü şeyin sorumlusu. Ama diğer taraftan birey özgürleştiyse bu da modernlik sayesinde. Her zaman bıçak sırtında bir şey. Modernite bir taraftan küçük topluluklardaki bireyi öne çıkarırken bir taraftan da büyük bir topluluk oluşturdu: Ulus. O ulus da bütün bireylerin aynı şablonda olmasını istedi. Yani faşizm aslında barbarlığın geri dönmesi filan değil, düpedüz modernizm.

Tüm bunların arasında, biz neredeyiz?

Biz… İki arada bir deredeyiz. Çok moderniz, özellikle teknoloji konusunda… Ama teknoloji sadece bir zarf. Onun içine ne koyduğunuz ya da onu ne için kullandığınız her şeyi değiştirebilir. Bir taraftan zarf çok modern ve herkesin elinde ama ona bakışımız bir önceki yüzyıldan. Sergiden örnek verirsek… Değişmeyen şeyler var. Mesela resimli basın, haftalık mecmualar… Özellikle Abdülhamit döneminde ya suya sabuna dokunmayan şeylerden ya da padişahın açıp kapattıklarından bahsediyorlar. Sansürlü dönemde padişahımız bunu açtı, bunu yaptı; sansür kalktığı anda da vay Allah kahretsin! Şimdi de öyle. Türkiye'de basın, ya muhalefet odağı ya da iktidarın şakşakçısı. Ortası çok zor. Çünkü toplum da bunu istiyor. Toplum kutuplaşma seviyor. Sergide de şimdi herkes ne görmek istiyorsa onu görecek. O yüzden cevap vermektense soru sormak daha iyi.

Bütün sergilerde aynı cümle: Cevap vermek yerine soru sormayı tercih ettik. Peki, biz cevabı kimden alacağız?

Hiç cevabım yok demiyorum ama bu önemli bir şey. Cevabını rahatlıkla verebiliyorsanız ilginç değildir ki! Bizim tarihçilik anlayışımız sadece cevaba dayalı; çünkü tarih siyasetin orta malı haline geldi. İşte biz bunun ahfadıyız, ecdadımız şöyleydi, Çanakkale’de bunu yaptık… Hiç kimse hiçbir soru sormuyor. Maksat birilerine tarih öğretmek değil; tarih, istenen siyasi ortama taraftar bulmak üzere kullanılıyor. Nasıl bir vatandaş istiyorsunuz? Milliyetçi, muhafazakâr, dindar ya da solcu… Ona göre. Burada soru sormak en tehlikeli şey. İktidar tarih yoluyla iletişim kuruyor; Cumhuriyet de bunu yaptı yıllarca. Daha az zararı dokundu, çünkü kimse inanmadı ama mantık aynı. Eninde sonunda siz, ‘ben böyle bir Türkiye kurgulamak istiyorum ve bu Türkiye’de insanlar bu tarihi gerçekleri kabul edecekler’ dedikten sonra birinin öbüründen farkı yok. Bizde tarih anlayışı tamamen siyasi; milliyetçilik ve kutuplaşma üzerine kurulu. Tarihi kutuplaşmaya alet ediyoruz; sözüm ona birleşmeye… Herkesin aynı şeyi düşünmesini istiyoruz, olmayınca da ipler kopuyor işte.

‘Gilles Deleuze’ konferansı

$
0
0

Yirminci yüzyılın en önemli filozofları arasında yer alan Gilles Deleuze üzerine Akbank Sanat’ta düzenlenen konferans dizisinin onuncusu, bu yıl 18-24 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilecek.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ali Akay’ın öncülük ettiği programda Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin birlikte kaleme aldıkları, 1980’de ilk yayınlandığında ses getiren “Bin Yayla” isimli eser ele alınacak. 18 Mayıs, saat 18.30’da Akbank Sanat’ta başlayacak konferansların ilk konuşmacısı Eric Alliez. Diğerleri, Ali Akay, David Lapoujade, Pierre Montebello, Elias Sanbar ve Ahmet Sosyal. (www.akbank.sanat.com)

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live