Geçtiğimiz yılın ses getiren filmlerinden Gürcistan’ın Oscar adayı “Mısır Adası”nın yönetmeni George Ovashvili, 34. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında Türkiye’deydi. Festivalin uluslararası jüri üyesi olan Ovashvili ile İlyas Salman ve Tamer Levent’in de rol aldığı filmini konuştuk. Ovashvili, Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali’nde Kristal Küre dahil toplam 28 ödül kazanan yapımı “Mısır Adası”nı anlattı.
Film hikâyesiyle genel olarak insanoğlunun tarihsel süreç içerisindeki gelişimine benzetilerek yorumlandı. Siz filminizi bu anlamda nasıl yorumluyorsunuz?
Öncelikle ben yaptığım filmlerimden çok memnun kalan biri değilimdir. Bu sebeple de filmlerimi birden fazla kere izlememeye çalışıyorum. Biliyorum ki hiçbir zaman yapmak istediğim şeyi gerçekten yapamayacağım. Aslında benim için projelerim, yapmak istediklerim ve yaptıklarım olarak ikiye ayrılıyor. Eğer bir izleyici olarak yorumlamamı isterseniz, bu filmi uzun ve sıkıcı bulurdum. Eğer yeniden çekme şansım olsaydı filmime son bir sahne daha eklemek isterdim. Bu sayede daha güçlü ve kalıcı olmasını sağlardım.
Girişte İlyas Salman’ın toprağın tadına baktığı bir sahne var. Bu, sizin açınızdan nasıl bir anlam taşıyor?
Oradaki çiftçilerin bununla ilgili deneyimleri var. Tadına bakarak toprağın tuzunu, içerdiği mineral ve elementleri anlamaları gerekiyor. Bu yolla o toprağın hangi tür ürün yetiştirmek için daha uygun olduğunu anlarlar. Ancak hikâyede karakterler üzerinden değerlendirdiğimizde benim sormak istediğim soru: “Toprak mı, yoksa karakter mi gerçekten toprağı yansıtıyor?” Biliyorum ki biz zaten topraktan geliyoruz.
Mısır Adası emek, mücadele, nefret duygusu, ülkeler arası çatışmalar ve tarafsızlık konularını işlerken yaşamın anlamı üzerine de sorgulamalar yaptırıyor. Hikâyeyi oluştururken hepsi için aynı dengeyi kurmak zor olmadı mı?
Aslında ana fikrim hep insan olmak ve doğa üzerineydi. Bununla ilgili sorular sormaya çalıştım; “İnsan kendi ekmeğini nasıl üretir? Hayatımızın anlamı nedir? Ne için yaşıyoruz?” Bunların cevaplarını karşılaştırmak istedim. İnsanlar ufacık ekmek parçası için birbirlerini öldürüyorlar. Sizce hangisi doğru; ekmek için birbirini öldürmek mi, yoksa ekmeğiniz için savaşmak mı? Seyirciye bunu sormak istedim. Çünkü alacağım cevaba önem veriyordum.
Dikkat çeken yönlerden biri de diyalogların az olmasıydı. Karakterler daha çok jest ve mimikleriyle konuşuyor gibiydi...
İlk başladığımızda daha fazla diyalog kullanmıştık. Ama tekrar tekrar okudukça bu kadar konuşmaya gerek olmadığını düşündüm. Karakterlerimizin diyalog kullandığı tek zaman sözcüklerden başka anlaşabilecekleri şeylerinin olmadığı anlardı. Yani bir insan karşısındakine bakarak onu ne kadar sevdiğini gözleriyle ifade edebiliyorsa neden ‘seni seviyorum’ desin ki. Ne gerek var?
Yapım sürecinde çekimler için ada inşa ettirdiğinizi biliyoruz. Enguri Nehri üzerinde bulunan gerçek adaları niçin kullanamadınız?
Biz çekimleri yapabileceğimiz ada aradık ve bulmuştuk da ama nehri kontrol edemedik. Sonrasında bir ada inşa ettirdik. Nehrin suyunu istediğimiz zaman yükseltip alçaltmayı sağlayan özel mekanizmalar kurduk. Ben ada yapımını Dubai’den dolayı biliyordum. Az bütçemiz vardı ve çok fazla ada inşa edemedik. Şimdi o adayı satın almayı istiyorum. Zaten yüzölçümü çok büyük değil.
Oscar beklemiyordum
Mısır Adası, Akademi’nin dokuz filmlik kısa listesine kalmayı başardı. Böyle bir yükseliş bekliyor muydunuz?
Açıkçası hiç beklemediğim bir şeydi ve bir anda oldu.
Başrollerde İlyas Salman ve Tamer Levent bulunuyor. Niçin Türkiye’den oyuncularla çalışmayı tercih ettiniz?
Her ikisi de yüzlerini çok beğendiğim oyunculardı. Tamer Levent ile iki yıl önce Avustralya’da tanıştım. İlyas Salman’ı ise oynadığı Lal Gece filmi sayesinde keşfettim. Yönetmeni Reis Çelik ile irtibat kurdum ve beni Salman’la tanıştırmasını rica ettim. Yüzlerinin filmdeki rollere gidebileceğini düşündüm. Zaten filmimdeki karakterler için iki yıldır uygun yüz arıyordum. Salman ve Levent’le olan tanışıklığımdan sonra kafamdaki parçalar birleşmiş oldu.
Filminizde Gürcistan ve Abhazya arasındaki gerilime ve sınır ihlali meselesine dikkat çekiyorsunuz. Bu gerilimi bilmeyen izleyiciler için hikâyenin boşlukta kalmasından endişe duymadınız mı?
Benim için hangi tarafın kavga ettiği hiç önemli değil. Bu gerilimin ortasında kalan adaların neden bu durumda olduğunu bilmek isteyen seyirciler tabii ki olacaktır. Ama benim yazar ve yönetmen olarak amacım bunu anlatmak değil. Hikâyede bir adacık ve ekmeğini taştan çıkarmaya çalışan bir çiftçi var. Doğaya karşı bir mücadele veriliyor. Bir yandan ise sırf o ekmeği almak için uğraşan iki taraf bulunuyor. Yani kimin kiminle savaştığı önemli değil, bu Gürcü-Abhaz yerine Türkiye-Ermenistan, Fransa-Cezayir gerilimi gibi bir şey de olabilirdi. Film, tamamen insan olmakla ilgili.
Kız çocuğu karakterinin duyguları, büyümesi, yalnızlığı ve dedesiyle iletişimi farklı bir yerde duruyor...
Dramaturgi anlamında çok güçlü bir hikâyesi var. İlk başta kızın sahip olduğu fikirler büyükbabasından tamamen farklıydı. Sonuçta büyükbaba kendi adasında kendi hayatını ona özel kuralların üzerine kurmanın peşindedir. Kız çocuğu da onun arkasından gittiği için zamanla büyükbabasını takip eden bir hayatı oluyor. Bir taraftan buna mecbur çünkü ailesinden başka kimsesi kalmamıştır. Benim için kız bir ada, orayı temsil eden bir metafor. Ada gibi yalnız ve sular çekildiğinde ada nasıl değişiyorsa kız da aynen gelişiyor, büyüyor. Kızı aynı zamanda Hz. Havva’ya benzetiyorum. Cennette yaşıyor, her şeye sahip ama yeni bir hayata başlıyor dünyada.