Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Orhan Pamuk ‘Kara Kitap’ı anlatacak

$
0
0

Orhan Pamuk, yayımlanışının 25. yılında, Kara Kitap romanının ortaya çıkış serüvenini ve Yapı Kredi Yayınları tarafından hazırlanan 25. yıl özel edisyonunun hazırlık sürecini okurlarıyla paylaşıyor.

Bugün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu’nda yapılacak söyleşide okurlarıyla bir araya gelecek olan Pamuk’a İshak Reyna ve Emre Ayvaz eşlik edecek. KÜLTÜR-SANAT


Peki, şimdi ne oldu?

$
0
0

İstanbul Film Festivali, sessiz sedasız perdelerini kapattı. Festival coşkusu, yarışmalar ve ödül töreninin iptaliyle sönüp gitmişti bile. Kuzey/Bakur adlı belgesel filmin gösteriminin iptal edilmesiyle başlayan sansür krizinde çok şey yazıldı, söylendi, yapıldı. Peki, şimdi ne oldu?

İstanbul Film Festivali, sessiz sedasız perdelerini kapattı. Festival coşkusu, yarışmalar ve ödül töreninin iptaliyle sönüp gitmişti bile. Kuzey/Bakur adlı belgesel filmin gösteriminin iptal edilmesiyle başlayan sansür krizinde çok şey yazıldı, söylendi, yapıldı. Peki, şimdi ne oldu?

Bir hasar tespit raporu çıkarılacak olursa, krizin bütün tarafları zarar gördü. Türkiye’nin gerçek anlamda uluslararası olan tek film festivaline, 34 yıllık tarihinde ikinci kez sansürün gölgesi düştü. Festivalin düzenleyicisi İKSV, Antalya’daki komitenin hatasını tekrarlamadı. Kaçak güreşmedi, sansürü (ya da ‘kanuni hatırlatmayı’) sineye çekmedi; basının karşısına çıkarak inisiyatif aldı. Bağlı bulunduğu siyasi partinin seçim ayarlı taktiklerine uygun bir açıklama yaparak, “Ben bu kanunu çıkardım, sen de uygulamak zorundasın. Bunun sansür olup olmaması senin sorunun.” diyen Kültür Bakanlığı’na rest çekti. Keyfine ya da filmine göre bu yönetmeliği ‘hatırlatan’ bakanlığın aksine, bu yönetmeliği hiçbir zaman talep etmeyen İKSV, bu kez de talep etmeyi reddetti. Muhtemelen prestiji sarsıldı. Sansüre uğramış bir festival, her şeye rağmen itibar ve sponsor kaybı yaşar.

BAKANLIĞIN İSTEDİĞİ OLDU

Kültür Bakanlığı, işin kolayını bulmuştu zaten. Birincisi, bu yönetmelik 11 yıldır yürürlükte, yani “Ben yeni bir şey istemiyorum! Hem isteseniz yarım saatte hallederdik, niye bize gelmiyorsunuz? Kanunu yok mu sayıyorsunuz?” efelenmesi. İlkiyle çelişen ikincisi ise Bakur’un içeriğiyle ilgili: “Bu film zaten teröristleri övüyormuş.” Bakanlık, yönetmelik ‘hatırlatmasının’ seçim ayarlı olduğunu resmi açıklamasında açık etti. Düne kadar hükümet nezdinde ‘çözüm süreci’nin tarafı, ‘barışın sözcüsü’ olan Kandil’in Türkiye’deki kamplarında yaşayanlar, seçim yaklaştıkça ‘terörist’ oldu. Sahi, son iki yıldır bu sözcük hükümetin literatüründen kalkmamış mıydı?

Artık kanıksadığımız muktedir ikiyüzlülüğü yine devrede. Hele bir de “Katil festivalde” söylemi var. Katil festivalde değil, Türkiye’deki bir PKK kampında ve çözüm sürecinde millete anlatıldığı gibi silah bırakmış da değil. Yani hükümetin sorumlu olduğu bir alanda festival neden suçlanıyor? İki belgeselci Türkiye’nin dağlarında ‘katil’ ile görüşebiliyorsa, teröre ve teröriste prim vermeyeceğini söyleyen, kimsenin sağ kurtulmadığı ‘başarılı’ operasyonlar yapan hükümet yetkililerinin başka ülke topraklarına gitmeleri de gerekmiyor. Neyse ki iktidarın ve onun medya uzantılarının uzunca bir süredir samimiyet gibi bir meselesi yok.

FATURAYI YİNE SEYİRCİ ÖDEDİ

Bu güdük tartışmaları bir kenara bırakıp İstanbul Film Festivali’nin kurucu babası Onat Kutlar’a sığınalım: “Bırakalım bir yana gevezeliği. Biz kim olduğumuzu biliyoruz. Geleceğin çiftçileri. Ama siz kimsiniz? Tacir ya da başka bir şey. Alışverişi bizden iyi bilirsiniz. Öyleyse şu soruya bir yanıt bulalım: Şu alışverişin faturasını niçin ben susarak ödemek zorundayım?” Evet, gevezeliği, ‘o ne dedi, bu ne söyledi’ gibi kısır tartışmaları bir kenara bırakalım. Faturayı her zamanki gibi seyirci ödedi. İptal edilen filmlere aldığı biletin parasını geri almak, bir kazanım ya da ‘amorti’ değildir. İzlemek için günler öncesinden bilet aldığı bir filmi izleyememek… İşte seyircinin en büyük kaybı. O film hakkında fikir sahibi olmasının imkânı kalmamıştır artık. Zaten vizyon şansı olmayan filmler, seyirciyle buluşma fırsatı yakaladığı yegane kanal olan festivallerde de gösterilemedikten sonra, sinemacıların başka dert aramasına gerek yok. Sahi, sinemacıların sinemaya/sektöre dair gerçek anlamda dertleri var mı?

2004’ten bu yana yürürlükte olan kayıt-tescil ve eser işletme belgesi yönetmeliğiyle ilgili sinemacılar bugüne kadar ne yaptı? Herkes işini bir şekilde yürütünce kimse bu örtük, ‘kanuni sansür’ü sorun etmedi. Filmini festivallerden çekmek bir tepki, fakat Zeki Demirkubuz’un dediği gibi sinemacı daha zeki olmalı. Daha üretici ve sonuç odaklı çözümler bulunmalı. En temel sorun, binbir emekle çektikleri filmlerin seyirciye ulaşmaması. Evet, bakanlık işi zorlaştırıyor; evet, iktidarın baskısı her alanda kendini hissettiriyor. Fakat sinemacılar ne yapıyor? AKP iktidarı döneminde katlanarak devam eden devlet desteği, bazı sinemacıların film yapmasına yardımcı oldu ama bu destek, sinemamızı özgürleştirmeye yetmedi.

Belki de kabahati Zeki Demirkubuz’a atıp içimizi ferahlatmak en iyisi. Ne demişti usta yönetmen: “Ben uğursuz bir adamım. Benim jüri başkanı olduğum festival bu kadar olur!”

İTEF’in bu yılki teması ‘şehir ve sınırlar’

$
0
0

Türkiye’nin ilk uluslararası edebiyat festivali İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin yedincisi 4-8 Mayıs 2015 tarihleri arasında gerçekleşecek.

Altı yılda 47 ülkeden 400’den fazla yazarı konuk eden İTEF’in bu yılki teması “Şehir ve Sınırlar”. Festivale 30’u yabancı 60’ın üzerinde yazar katılıyor. Kitap Hırsızı, Hiç, Köpekler Ağladığında gibi çok satan kitapların yazarı Markus Zusak, kitapları çocuklar arasında bir fenomene dönüşen ödüllü yazar Fatima Sharafeddine, ünlü Fin çocuk yazarı Mauri Kunnas, Marquez’den sonra Kolombiya edebiyatının en önemli yazarları arasında gösterilen Laura Restrepo, Alman yazar Norbert Scheuer, Nobel Ödülü adayları listesinde yer alan Romen yazar Mircea Cartarescu, Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nün sahibi yazar Goce Smilevski festivalde okurlarıyla buluşacak. Ayrıntılı bilgi için: (0212 243 43 08), (www.itef.com.tr)

2015 Pulitzer Ödülü Anthony Doerr’in

$
0
0

Goodreads ve Wall Street Journal’ın, okuyucu tercihleriyle yılın en iyi tarihî; romanı olarak duyurduğu Anthony Doerr’in romanı Göremediğimiz Tüm Işıklar, “Kurgu” dalında 2015 Pulitzer Ödülü’ne değer görüldü.

ABD’nin prestijli kitap ödülü National Book Award’da finalist olan ve Amerika’da bir milyondan fazla satan roman on yıllık bir çalışmanın ürünü. New York Times’ın “yılın en iyi on kitabından biri” diye tanımladığı kitap için pek çok başarı saymak mümkün: Amazon’un en iyi üç kitaptan biri saydığı, Washington Post, audible.com ve Indigo’ın yılın kitabı seçtiği bir yapıt… İkinci Dünya Savaşı’na doğru giden 1900’lü yıllar ve savaş esnasında geçen roman, Hitler’in Fransa’ya ve Sovyet Rusya’ya yöneldiği dönemin fonunda, ikişer üçer sayfalık bölümler halinde akıyor. Roman Türkçede Handan Ünlü Haktanır’ın çevirisiyle Koridor Yayıncılık tarafından yayımlandı.

Ankara Film Festivali iptallere rağmen başlıyor

$
0
0

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlediği 34. İstanbul Film Festivali’nde Bakur (Kuzey) filminin gösterilememesi nedeniyle başlayan tartışmalar, bu yıl 23 Nisan-3 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilecek Ankara Uluslararası Film Festivali’ni de etkiledi.

Bakur filminin festival programından çıkarılmasına gerekçe olarak ‘kayıt-tescil belgesinin eksikliği’nin gösterilmesi ile Ankara Film Festivali yönetimi de festival programından kayıt-tescil belgesi bulunmayan kısa ve belgesel filmleri çıkardı. Bu yönü ile eleştirilen festival yönetimi ise sansürü asla desteklemediklerini ancak İstanbul’da başlayan bu tartışmanın kendilerini etkilediğini söyledi. Ankara Uluslararası Film Festivali Başkanı İnci Demirkol, bugüne kadar kısa ve belgesel filmlerde kayıt-tescil belgesinin istenmediğini, bu sebeple bunları programa aldıklarını belirtti. İstanbul’da yaşanan gelişmeden sonra ise bu kararı almak durumunda kaldıklarını ifade etti. Demirkol, gelişmeyle 20 seansı boşalttıklarını, festivalin 130 seansla yoluna devam edeceğini belirtti.

İnci Demirkol, gelinen noktayı, “İstanbul’da yağmur, Ankara’da fırtına…” sözleri ile değerlendirdi. Demirkol, seans iptallerine rağmen, yarın perdelerini açacaklarını söyledi. Ankara’da zaten bir elin parmağını geçmeyen festival olduğunu hatırlatan Demirkol, 26. kez seyirci ile festivali buluşturacaklarını dile getirdi. Festivalin tarihi boyunca bir kere, Körfez Savaşı nedeniyle yapılamadığını hatırlatan Demirkol, şunları söyledi: “Bundan çok daha zor günlerde film yapımcılarının dağıtım, seyircilerin erişim olanağı bulamadığı yerli ve yabancı filmleri seyirci ile buluşturan bir halk festivali olan Ankara UFF, ‘sinema bir kültürdür’ diyerek sinemanın özgür şartlarda yapılmasını sağlamak için her türlü girişimde yerini almaya devam edecektir. Ankara UFF, Bakanlığın kayıt-tescil uygulaması ile keyfi baskı ve sansür ortamına imkân tanımasına karşı duruşunu kararlılıkla sürdürecektir.” Demirkol, Halkbank’ın sponsorluktan çekilmesi ile ilgili de kendilerine bildirilen resmi bir durumun olmadığını söyledi.

Geleneksel sanatların önündeki engel ‘Hocam ne der’ kaygısı

$
0
0

Hat, ebru, minyatür, tezhip, cilt gibi geleneksel sanatların ustalarını ve öğrencilerini bir araya getiren “60 Sihirli Dokunuş” sergisi Dolmabahçe Sanat Galerisi’nde bugün açılıyor. Serginin fikir babası minyatür sanatçısı Taner Alakuş’un, ‘asla bir araya gelmeyecek’ pek çok sanatçıyı buluşturmasının tek nedeni var: Geçmiş ile bugün arasında sıkışıp kalan geleneksel sanatların önünü açmak, gençleri kaygılarından kurtarmak.

Hasan Çelebi (hat), Hüsrev Subaşı (hat), Ali Toy (hat), Savaş Çevik (hat), Alparslan Babaoğlu (ebru), Sadrettin Özçimi (ebru), Cahide Keskiner (minyatür), Davut Bektaş (hat), Faruk Taşkale (tezhip), Mamure Öz (tezhip), Selim İrteş (tezhip), Orhan Dağlı (hat, tezhip), İslam Seçen (cilt), Taner Alakuş (minyatür) gibi pek çok hoca ve öğrenci bugün Dolmabahçe Sanat Galerisi’nde açılan ‘60 Sihirli Dokunuş-2015’ sergisinde bir araya geliyor. Bir hafta açık kalacak sergi bundan sonra her yıl aynı adla düzenlenecek. Sergiye katılım için tek bir şart var: Eserlerin o yıl üretilmiş olması.

“60 Sihirli Dokunuş-Ustalarla 2015 Buluşması”nın fikir babası Taner Alakuş’un yapmak istediği, geleneksel sanatların önünü açmak. Hem ustaları, hem de adayları buluşturarak gelişime, ilerlemeye katkı sağlayacak rekabet ortamı oluşturmak. Çünkü camiada ‘geleneksel’ciler ve ‘modern’ciler tartışması hızla devam ediyor. Kimi sanatçılar, Osmanlı döneminde gelişip serpilen bu sanatların aynen, geçmişe bağlı kalarak, geçmişte yapılanların tekrar edilmesi suretiyle yoluna devam etmesini, kimi sanatçılar da yeni ve farklı denemelerle daha modernleşmesini savunuyor. Kuşkusuz ki bu tartışmanın sanatı besleyen yönü var, fikirler çarpışa çarpışa ‘günümüz sanatı’ üretilecek. Fakat bir yandan da gençleri olumsuz etkiliyor, ‘hocam ne der’ kaygısı taşımalarına sebep oluyor.

‘Edep patlaması yaşanacak’

‘Asla bir araya gelmeyecek’ bu kadar çok ustayı ve öğrenciyi buluşturmayı başaran Taner Alakuş, kendisinin ifadesiyle sanatında agresif hatta anarşist bir ruha sahip. Suriçinin popüler mahallesi Kariye’de 2010 yılında açtığı atölyesinde öğrenci yetiştiriyor ve enerjisi atölyesinden dışarı taşıyor. Her sabah seher vaktinde, kuşların senfonisi eşliğinde minyatür çalışmaya başlayan sanatçı, sanatın kalıplara konulmasını doğru bulmuyor ve gençlerin yaşadığı sıkıntıları, ‘edep engeli’, ‘hocam ne der’ kaygısı gibi kimsenin söylemeye cesaret edemediği konuları dile getiriyor. Fikirleri bize göre oldukça ufuk açıcı: “Bugün, ‘Hocam ne der’ diye üretmekten kaygı duyan sanatçılar var. Ya da ‘eyvah hocam görürse azarlayacak, niye böyle yaptın’ diyecek kaygısı taşıyanlar… Bunun adı edep değil. Bu şekilde ‘verem’ olan çok sanatçı gördüm. İçsel verem oluyor, üretemiyor. Yakında edep patlaması olacak. ‘Edepsizlik’ değil anlatmak istediğim. Edep tabii ki çok önemli ama şu anda geleneksel sanatların gelişmesinde, ilerlemesinde ‘edep engeli’ var. Bu olayı fazla içselleştirdik. Bazıları edepten ses çıkarmıyor, bazılarının da benim gibi diline vuruyor. Ben hocama asla küfretmem, saygısızlık etmem, ayağına çelme takmam ama benim yolum ayrı.”

Bugüne kadar, cumhuriyetin ilanıyla birlikte geleneksel sanatların sekteye uğradığı savunuldu, konuşuldu. Bu tezin doğru yanları var. Fakat artık yıl 2015. Hâlâ aynı sorundan bahsedilmesini kimse samimi bulmuyor. ‘Osmanlı’nın yaptığının bir adım önüne geçtik mi?’ sorusuna tatmin edici bir cevap verildiği zaman, geçmiş ile bugün arasında sıkışıp kalan geleneksel sanatlardaki düğüm çözülecek. Daha da önemlisi, bu topraklarda ortaya çıkan fakat uzun bir süreden beri ‘üvey evlat muamelesi’ gören hat, ebru, tezhip gibi sanatlar her kesim tarafından sahiplenilecek. Tabii ki, “60 Sihirli Dokunuş” gibi atılımlar hedefine ulaşır ve devamı gelirse…

‘Yahya Kemal Beyatlı Oratoryosu’ hazır

$
0
0

Devlet opera ve balesi sanatçısı, piyanist Dr. Aydın Karlıbel’in, Yahya Kemal Beyatlı’nın 12 şiirini bestelediği “Yahya Kemal Beyatlı Oratoryosu’nun prömiyeri 2 Mayıs’ta Kadıköy Belediyesi Süreyya Sahnesi’nde yapılacak.

Devlet Opera ve Balesi tarafından geçtiğimiz temmuz ayında repertuara alınan eseri Karlıbel, şairin 2008’deki 50. ölüm yıldönümü için yazmış, fakat eser o yıl seslendirilmemişti. Altı yıl gecikmeyle izleyiciyle buluşacak olan oratoryoda Özgecan Gençer, Nesrin Gönüldağ, Bülent Külekçi ve Caner Akgün solist olarak yer alıyor, oratoryonun orkestra şefliğini ise Serdar Yalçın üstleniyor. Karlıbel, “Eser, dört solist, Türk sazları, koro ve orkestrayı büyük bir uyum içinde bir araya getiriyor, gelenekselle çağdaşı birleştiriyor. Şairin “Kökü mazide olan ati” düşüncesinin ışığında, konu olarak Türk tarihini ve İstanbul’u işleyen on beş bölümlük oratoryo, eski şairlerimizden Fuzuli, Baki ve Piri Reis’ten seçmeleri içermekte. Mütareke dönemi ve İstiklal Savaşı yıllarında Milli Mücadele’nin ateşli bir destekçisi olan şair Yahya Kemal’in ismini taşıyan oratoryonun bölümlerinde hatıraları terennüm edilen, Çanakkale Zaferimiz’in 100. yılında kahraman şehitlerimizin ve Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz hatıralarını sonsuz rahmet, şükran ve saygıyla anmaktayız.” diyor. Yahya Kemal Beyatlı Oratoryosu 2, 5 ve 6 Mayıs tarihlerinde, saat 20.00’de Kadıköy Belediyesi Süreyya Sahnesi’nde izlenebilir.

Itzhak Perlman yeniden İstanbul’da

$
0
0

Dünyanın en önemli keman virtüözü Itzhak Perlman, yoğun ilgi üzerine 28 Mayıs’ta bir kez daha İstanbul’a geliyor.

Müzik otoritelerince 20. ve 21. yüzyılın en üstün keman virtüözü kabul edilen Itzhak Perlman, 2014 yılındaki iki konserinin yoğun ilgi görmesinin ardından 28 Mayıs 2015’te Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde bir kez daha klasik müzik severlerle bir araya gelecek. Seven Four Life sponsorluğunda düzenlenecek konserde Itzhak Perlman, değeri yaklaşık 20 milyon dolar olduğu tahmin edilen 1714 yapımı antik Soil Stradivarius kemanını kullanacak. Schindler’in Listesi ve Kadın Kokusu filmlerinin müziklerindeki eşsiz performansıyla tanınan sanatçının Zorlu PSM’de vereceği konser için 4. ve 5. kategori biletleri şimdiden tükendi.


Kur’an-ı Kerim ve edebiyat sempozyumu

$
0
0

İki ayda bir yayımlanan edebiyat dergisi Yağmur tarafından düzenlenen Uluslararası İslami Türk Edebiyatı Sempozyumu’nun dördüncüsü bu yıl 25-26 Nisan’da Bostancı Dedeman Otel’de gerçekleştirilecek.

Kur’ân-ı Kerim’i konu edinen türleri ve metinleri inceleyen araştırmaların bir araya getirileceği sempozyumun bu yılki konusu “Kur’ân-ı Kerim ve Edebiyat”. İki gün boyunca on oturumun yapılacağı sempozyuma Abdul Sinan Nechipadup Mahamood (Mevlana Üniv.), Dr. Âdem Balaban (Arnavutluk, Bedir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı), Prof. Dr. Ayhan Tekiniş (Arnavutluk–Tiran, Hena e Plote Beder Üniv. Beşeri Bilimler Fakültesi Dekanı), Prof. Dr. Davut Aydüz (Sakarya Üniv. – İlahiyat Fak.), Doç. Dr. Faik Elekberov (Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi’nde Felsefe ve Genel Fikir Tarihi Böl.), Prof. Dr. Kemal Sılay (Indiana Üniversitesi, Osmanlı ve Modern Türk Araştırmaları bölümü başkanı – araştırmacı yazar) gibi Türkiye’den ve yurtdışından yaklaşık 30 akademisyen ve yazar katılacak. Ayrıntılı bilgi: 0216 522 11 44, (www.islamiturkedebiyati.com)

‘Kara Kitap benim için bir umman!’

$
0
0

Yıl 1985. Cevdet Bey ve Oğulları çoktan okura ulaşmış, Beyaz Kale ise henüz yayımlanmış. Sonradan kazanacağı Nobel Edebiyat ödülüyle bütün dünyada tanınacak olan Orhan Pamuk, o tarihte Amerika'ya yeni gitmiştir.

Columbia Üniversitesi, romanını yazması için ona bir oda ve kütüphane kartı verir. 33 yaşındaki genç ve heyecanlı romancımız, “Hayatının kitabını yazacaksın!” dediği, adı kendinden önce gelen bir romana başlar: Kara Kitap... En başından kararını vermiştir; yeni romanı, uzun, Proust ya da Nabokov gibi anlaşılması güç cümlelere sahip olmalıdır, kahramanları olup bitenler hakkında kuvvetli fikirlere sahip olmamalı ve kitabın üslubu kitabın anlattığı şey kadar önemli olmalıdır. Şöyle anlatıyor Pamuk: “Ulysses tarzı vardır. Kompleks, merkezini bulmanın zor olduğu, okuyanın içinden çıkamayacağı bir roman yazmak istiyordum. O (James Joyce), Homer'in metnini örnek almıştı kendine. Ben de bunun gibi bir şey bulmak istiyordum ama neyi bulacaktım!..” İşte tam bu noktada, Beyaz Kale'nin çevirmeni, bütün dikkatini Şeyh Galip ve Hüsn ü Aşk'a çeker yazdığı doktora teziyle. Pamuk'un okumalarının bir parçası olmuştur artık Hüsn ü Aşk ve tasavvuf. “Şeyh Galip de aslında Hüsn ü Aşk'ı yazarken, Mantık Al-Tayr'a göndermeler yapmıştır. Ben üçüncü kuşak olarak onlara katılıyorum. Mantık Al-Tayr, Hüsn ü Aşk ve Kara Kitap.”

Bundan sonra kendini kaybederek okumaya ve yazmaya başlar Pamuk. Okundukça yazılan romanlarından biridir bu, ama bir farkla. Söz gelimi Benim Adım Kırmızı da öyledir ama Kara Kitap'ta bilgiden ziyade etkisi olan şey büyüdür. “Diyelim tasavvuf, yazının sırları ya da köşe yazarının hüneri gibi konularda, a'dan z'ye rasyonel, mantıklı bir şekilde hakim olmuyordum, Kara Kitap'taki duygum bütün bu konulardan büyülenmek, gözlerimi fal taşı gibi açmaktı. Hüküm vermektense, bunlar karşısında büyülenmem öne çıkıyordu.” diyor Pamuk.

Önceki gün Mimar Sinan Üniversitesi Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu'nda Kara Kitap'ın, 25. yılı bir söyleşiyle kutlandı. Orhan Pamuk, salonu dolduran genç okurlarını selamladı. Sonra sırayla uzun yıllar asistanlığını yapmış Emre Ayvaz'ı çağırdı yanına. Ardından Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Kara Kitap'ın 25. yıl özel baskısının editörü İshak Reyna'yı. “Yeni kitap çıkarmış gibi heyecanlıyım. Bu kitabı çıkarırken bu kadar ilgi göreceğini düşünmemiştim. Kara Kitap benim için bir umman.” diyerek açtı akşamı. Bu yeni baskıda Orhan Pamuk'un el yazmalarını, çizimlerini, kitabın editörü Erdal Öz'ün düzeltilerini ve yayımlanmış son hallerini karşılaştırmalı görmek mümkün. Adeta kitabın mutfağına girilmesine izin veriliyor.

Orhan Pamuk, kitabı yazdığı son zamanlara dair anılarını da paylaştı okurlarıyla: “Depresif bir durumdaydım, evden çıkmak istemiyordum, kitabı bitiremiyordum. Karım Amerika'da kalmıştı ve çok yalnızdım. Erenköy'de de bir apartmanda tek başıma… tıraş olmadım, elimde bir plastik torba, akşam hangi lokantada yiyeceğim diye bakardım. Bunların bir kısmını Galip'e yansıttım. İyi geldi. Erdal Öz en sonunda “Yeter, getir artık o kitabı” dedi. Erdal, aman düştüm, bayıldım da yapmadı kitaba. O ay dört kitap çıktı, biri Tomris Uyar'ın, biri benim, iki de çeviri. Bir şekilde okur kitabı buldu. Martta çıkmıştı, yaz sonunda 40 bin satışa ulaşmıştı.”

'İzleyici olsam kendi filmimi sıkıcı bulurdum'

$
0
0

Geçtiğimiz yılın ses getiren filmlerinden Gürcistan’ın Oscar adayı “Mısır Adası”nın yönetmeni George Ovashvili, 34. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında Türkiye’deydi. Festivalin uluslararası jüri üyesi olan Ovashvili ile İlyas Salman ve Tamer Levent’in de rol aldığı filmini konuştuk. Ovashvili, Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali’nde Kristal Küre dahil toplam 28 ödül kazanan yapımı “Mısır Adası”nı anlattı.

Film hikâyesiyle genel olarak insanoğlunun tarihsel süreç içerisindeki gelişimine benzetilerek yorumlandı. Siz filminizi bu anlamda nasıl yorumluyorsunuz?

Öncelikle ben yaptığım filmlerimden çok memnun kalan biri değilimdir. Bu sebeple de filmlerimi birden fazla kere izlememeye çalışıyorum. Biliyorum ki hiçbir zaman yapmak istediğim şeyi gerçekten yapamayacağım. Aslında benim için projelerim, yapmak istediklerim ve yaptıklarım olarak ikiye ayrılıyor. Eğer bir izleyici olarak yorumlamamı isterseniz, bu filmi uzun ve sıkıcı bulurdum. Eğer yeniden çekme şansım olsaydı filmime son bir sahne daha eklemek isterdim. Bu sayede daha güçlü ve kalıcı olmasını sağlardım.

Girişte İlyas Salman’ın toprağın tadına baktığı bir sahne var. Bu, sizin açınızdan nasıl bir anlam taşıyor?

Oradaki çiftçilerin bununla ilgili deneyimleri var. Tadına bakarak toprağın tuzunu, içerdiği mineral ve elementleri anlamaları gerekiyor. Bu yolla o toprağın hangi tür ürün yetiştirmek için daha uygun olduğunu anlarlar. Ancak hikâyede karakterler üzerinden değerlendirdiğimizde benim sormak istediğim soru: “Toprak mı, yoksa karakter mi gerçekten toprağı yansıtıyor?” Biliyorum ki biz zaten topraktan geliyoruz.

Mısır Adası emek, mücadele, nefret duygusu, ülkeler arası çatışmalar ve tarafsızlık konularını işlerken yaşamın anlamı üzerine de sorgulamalar yaptırıyor. Hikâyeyi oluştururken hepsi için aynı dengeyi kurmak zor olmadı mı?

Aslında ana fikrim hep insan olmak ve doğa üzerineydi. Bununla ilgili sorular sormaya çalıştım; “İnsan kendi ekmeğini nasıl üretir? Hayatımızın anlamı nedir? Ne için yaşıyoruz?” Bunların cevaplarını karşılaştırmak istedim. İnsanlar ufacık ekmek parçası için birbirlerini öldürüyorlar. Sizce hangisi doğru; ekmek için birbirini öldürmek mi, yoksa ekmeğiniz için savaşmak mı? Seyirciye bunu sormak istedim. Çünkü alacağım cevaba önem veriyordum.

Dikkat çeken yönlerden biri de diyalogların az olmasıydı. Karakterler daha çok jest ve mimikleriyle konuşuyor gibiydi...

İlk başladığımızda daha fazla diyalog kullanmıştık. Ama tekrar tekrar okudukça bu kadar konuşmaya gerek olmadığını düşündüm. Karakterlerimizin diyalog kullandığı tek zaman sözcüklerden başka anlaşabilecekleri şeylerinin olmadığı anlardı. Yani bir insan karşısındakine bakarak onu ne kadar sevdiğini gözleriyle ifade edebiliyorsa neden ‘seni seviyorum’ desin ki. Ne gerek var?

Yapım sürecinde çekimler için ada inşa ettirdiğinizi biliyoruz. Enguri Nehri üzerinde bulunan gerçek adaları niçin kullanamadınız?

Biz çekimleri yapabileceğimiz ada aradık ve bulmuştuk da ama nehri kontrol edemedik. Sonrasında bir ada inşa ettirdik. Nehrin suyunu istediğimiz zaman yükseltip alçaltmayı sağlayan özel mekanizmalar kurduk. Ben ada yapımını Dubai’den dolayı biliyordum. Az bütçemiz vardı ve çok fazla ada inşa edemedik. Şimdi o adayı satın almayı istiyorum. Zaten yüzölçümü çok büyük değil.

Oscar beklemiyordum

Mısır Adası, Akademi’nin dokuz filmlik kısa listesine kalmayı başardı. Böyle bir yükseliş bekliyor muydunuz?

Açıkçası hiç beklemediğim bir şeydi ve bir anda oldu.

Başrollerde İlyas Salman ve Tamer Levent bulunuyor. Niçin Türkiye’den oyuncularla çalışmayı tercih ettiniz?

Her ikisi de yüzlerini çok beğendiğim oyunculardı. Tamer Levent ile iki yıl önce Avustralya’da tanıştım. İlyas Salman’ı ise oynadığı Lal Gece filmi sayesinde keşfettim. Yönetmeni Reis Çelik ile irtibat kurdum ve beni Salman’la tanıştırmasını rica ettim. Yüzlerinin filmdeki rollere gidebileceğini düşündüm. Zaten filmimdeki karakterler için iki yıldır uygun yüz arıyordum. Salman ve Levent’le olan tanışıklığımdan sonra kafamdaki parçalar birleşmiş oldu.

Filminizde Gürcistan ve Abhazya arasındaki gerilime ve sınır ihlali meselesine dikkat çekiyorsunuz. Bu gerilimi bilmeyen izleyiciler için hikâyenin boşlukta kalmasından endişe duymadınız mı?

Benim için hangi tarafın kavga ettiği hiç önemli değil. Bu gerilimin ortasında kalan adaların neden bu durumda olduğunu bilmek isteyen seyirciler tabii ki olacaktır. Ama benim yazar ve yönetmen olarak amacım bunu anlatmak değil. Hikâyede bir adacık ve ekmeğini taştan çıkarmaya çalışan bir çiftçi var. Doğaya karşı bir mücadele veriliyor. Bir yandan ise sırf o ekmeği almak için uğraşan iki taraf bulunuyor. Yani kimin kiminle savaştığı önemli değil, bu Gürcü-Abhaz yerine Türkiye-Ermenistan, Fransa-Cezayir gerilimi gibi bir şey de olabilirdi. Film, tamamen insan olmakla ilgili.

Kız çocuğu karakterinin duyguları, büyümesi, yalnızlığı ve dedesiyle iletişimi farklı bir yerde duruyor...

Dramaturgi anlamında çok güçlü bir hikâyesi var. İlk başta kızın sahip olduğu fikirler büyükbabasından tamamen farklıydı. Sonuçta büyükbaba kendi adasında kendi hayatını ona özel kuralların üzerine kurmanın peşindedir. Kız çocuğu da onun arkasından gittiği için zamanla büyükbabasını takip eden bir hayatı oluyor. Bir taraftan buna mecbur çünkü ailesinden başka kimsesi kalmamıştır. Benim için kız bir ada, orayı temsil eden bir metafor. Ada gibi yalnız ve sular çekildiğinde ada nasıl değişiyorsa kız da aynen gelişiyor, büyüyor. Kızı aynı zamanda Hz. Havva’ya benzetiyorum. Cennette yaşıyor, her şeye sahip ama yeni bir hayata başlıyor dünyada.

Bir pastalık yas

$
0
0

Jennifer Aniston’ın kariyerinin en iyi performansını sergilediği film, çetin geçen bir yas sürecini konu alıyor.

Claire Bennett’ın acısı vücudundaki yara izlerinden açıkça bellidir. Claire duygusal acısını da saklamakta iyi değildir. Hakaret derecesinde açık sözlü davranan genç kadının öfkesi hemen hemen her etkileşiminde su yüzüne çıkar. Kocasını ve arkadaşlarını kendinden uzaklaştırmıştır, kronik ağrı destek grubu bile onu gruptan atmıştır. Claire Bennett’in çevresinde kahyası ve bakıcısı Silvana dışında hiç kimse kalmamıştır.

Yollarda bulurum seni

$
0
0

Oyuncu Ali Atay, kamera arkasına geçtiği ilk filminde kişisel bir yol hikâyesi anlatıyor.

Ertan Saban’ın yıldızlaştığı filmde Suat, Makedonya’da yaşayan eski bir TIR şoförüdür, hasta yatağında ölmeyi beklemektedir. Ölmeden önce oğlu Sakip’ten son bir isteği vardır, yıllar önce İstanbul’da imam nikâhıyla evlendiği bir hanımdan olan oğlunu bulup, yanına getirmesidir. Bebekken terk ettiği oğlunu son bir kez görüp, helallik alarak ruhunu teslim etmek istemektedir. Sakip, Makedonya’dan İstanbul’a doğru yola çıkar.

Hey gidi Karadeniz

$
0
0

Son İskoçyalı filminden hatırladığımız Kevin MacDonald, yeni filminde seyirciye ufak çaplı bir Soğuk Savaş atmosferi yaşatıyor.

30 yıllık denizcilik kariyeri eşi Chrissy’yi ve çocuklarını kaybetmesine mal olan Robinson, 11 yıldır çalıştığı gemi hurdası bulup satan şirketten sebepsiz yere kovulur.Ancak II. Dünya Savaşı sırasında içi altın dolu bir Alman denizaltının Gürcü karasularında denizin altında yattığını öğrendiğinde kendini yeniden ispatlamanın bir yolunu bulur.

Büyük Birader dinlemede!

$
0
0

İki yıl önce dünyayı sarsan NSA skandalının ortaya çıkması, Laura Poitras’a gelen bir e-mail ile başladı.

2013’ün Mayıs ayında, Citizenfour takma adını kullanan biri, belgeselci-gazeteci Laura ile The Guardian’dan Glenn Greenwald’a Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) hukuk dışı dinlemelerine dair bilgiler gönderdi. Greenwald ve Poitras, daha sonra Edward Snowden olduğu öğrenilen bu şahıs ile Hong Kong’da buluştu. Üst düzey CIA analizcisi ve sistem yöneticisi Snowden, NSA’in özel hayatın gizliliğini ihlal ettiğini kanıtlayan gizli belgeleri kameralar önünde gazetecilere teslim etti. Laura, süreci kamera ile kayda aldı, Glenn de tarihe geçecek bu olayı gazetesinde haberleştidi.

Edward Snowden’ın sızdırdığı gizli belgeler, ABD’nin 11 Eylül sonrası yaşadığı ağır travma ve paranoyanın devletin karanlık istihbarat dehlizlerinde artarak devam ettiğini gösteriyordu. Konunun aslını es geçip faslına odaklanan Amerikan medyasının çoğunluğu, “Edward Snowden kahraman mı, vatan haini mi?” tartışmalarını çok geçmeden başlattı. Amerikalıları ikiye bölen bu hararetli tartışmaya Başkan Barack Obama da, “Edward Snowden bir vatansever değil.” sözleriyle katıldı.

“BU SİSTEMİN ERİŞEMEYECEĞİ HİÇBİR YER YOK”

2015’in En İyi Belgesel Oscar’ını alan Citizenfour, NSA skandalını başından sonuna kayda alan bir film. Şimdiden sinema tarihine geçecek güçlü bir yapım olan Citizenfour, aynı zamanda en etkileyici açılış sekanslarından birine sahip. Kamera, karanlık bir tünelin içinde, şerit halindeki ışıkların altından tekinsiz bir atmosferde ilerlerken, Laura Poitras, Snowden’dan gelen e-mail’i okuyor: “Laura, artık bu aşamada sana sözümden fazlasını veremem. Hükümet için çalışan kıdemli bir istihbarat bürosu çalışanıyım. Umarım seninle iletişime geçmemin ne kadar riskli olduğunun farkındasındır. Şu an geçtiğin her gümrük kapısının, yaptığın her harcamanın, aradığın her kişinin, yanından geçtiğin her baz istasyonunun, yakın arkadaşlarının, girdiğin her internet sitesinin ve klavyede yazdığın her konu başlığının sistemin elinden geçtiğini bil. Bu sistemin erişemeyeceği hiçbir yer yok. Ve bir denetleyeni de yok. Senden tek isteğim, bu bilgileri Amerikan halkının eline sağ salim ulaştırman. Teşekkürler ve dikkatli ol.”

Citizenfour, Laura Poitras’ın post-11 Eylül üçlemesinin son halkası. Zaten Snowden da ilk iki filmi, My Country, My Country (2006) ve The Oath’ı (2010) izledikten sonra Laura ile temasa geçmeye karar veriyor. Poitras, belgeleri önümüze yığmaktansa, süreci politik bir gerilim kurgusuyla anlatıyor. NSA skandalının detaylarını birinci ağızdan dinlesek de kameranın asıl odaklandığı, Edward Snowden.

Laura Poitras, Michael Moore gibi manipülatif ‘belgeselcilerin’ aksine soğukkanlı, sakin, tane tane anlatıyor derdini. Tarihin en büyük skandalını sanki her gün gerçekleşen sıradan bir olayı anlatır gibi anlatıyor. Sansasyonel ya da şoke edici bir dilden özellikle kaçınıyor. Poitras’ın hedefi anlık bir şok yaşatmak değil, daha uzun vadeli, derinlere işleyen bir etkiyi amaçlıyor. Snowden’ın kişisel hikâyesine, mimiklerine, sessizliğine, duraksamalarına, bakışlarına, düşüncelerine bizi ortak etmesinin ardında bu amaç var. Meseleyi Snowden gibi özümsemememizi, skandalın boyutlarını ve ciddiyetini onun kadar anlamamızı istiyor; bunu başarıyor da.

Citizenfour, tarihi bir olaya anbean tanıklık ederken, adını da sinema tarihinin en iyileri arasına yazdırıyor. Özellikle, dinlemelerin hâlâ çiçekle böcekle yapıldığına inanan memleket insanına tavsiye edilir.


Hakikati anlamak geleceği kurtarır

$
0
0

İstanbul Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilen ‘In Memoriam - 24 Nisan’ adlı konserde, 100 yıl önce apar topar tutuklanarak yurdunu terk etmek zorunda kalan, hayatını kaybeden Ermeni aydınları, yazarları ve şairleri anıldı. Ara ve Onnik Dinkjian, Haig Yazdjian gibi Ermeni müzisyenlerin yanında Erkan Oğur ve Kardeş Türküler de sahnedeydi.

Ermeni tehcirinin 100. yılı İstanbul’da ‘In Memoriam - 24 Nisan’ adlı geniş çaplı bir konserle anıldı. İstanbul Kongre Merkezi’nde önceki akşam gerçekleştirilen konserde Ara ve Onnik Dinkjian, Haig Yazdjian, Hasmik Harutunyan, Şahan Arzuni, Eileen Kaçaduryan gibi Ermeni müziğinin seçkin temsilcileri ve Katalan müzisyen Jordi Savall’ın yanında Erkan Oğur, Ertan Tekin ve Kardeş Türküler gibi aşina olduğumuz isimler ev sahibi olarak sahnedeydi. Özenle yazılmış metinler, tarihi vesikalar, uzaklardan gelen misafirler ve Tilbe Saran’ın fevkalade takdimiyle konser, 100 yıl önce apar topar tutuklanarak yurdunu terk etmek zorunda kalan, hayatını kaybeden Ermeni aydınları, yazarları ve şairlerine bir saygı duruşu şeklinde gerçekleşti.

GOMIDAS VARDAPET’E HÜRMET

24 Nisan 1915’te tutuklanan 240 Ermeni aydından biri olan ünlü besteci, şef ve etnomüzikolog Gomidas Vardapet, Zülfü Livaneli’nin onun hatırasına adadığı ‘Hommage to Gomidas’ adlı eser ile anıldı. Çankırı’ya sürgün edilen Gomidas, Halide Edip Adıvar, Mehmet Emin Yurdakul ve bazı yabancı diplomatların girişimi sonucu Talat Paşa’nın emriyle geri dönebilmişti. Sürgünde yaşadığı ağır travmalar Gomidas’ın akıl sağlığına mal oldu ve ömrünün geri kalan 18 yılında piyano çalmadı, beste yapmadı, şarkı söyleyip konuşmadı. “In Memoriam - 24 Nisan” konserinde Gomidas’ın yanında öldürülen Ermeni aydınlardan Taniel Varujan, Sımpad Pürad, Dikran Çögüryan, Keğam Parsehyan, Siamanto ve Parseh Şahbaz’dan metinler seslendirildi.

DINKJIAN: “TANRI KATINDA BİR HAYAL KIRIKLIĞI”

Konser öncesi sohbet ettiğim Dinkjian, Ermeni müziğinin Amerika’daki temsilcilerinden. Besteciliği ve icracılığının yanında arşiv hassasiyeti, tarih merakı ve müziğin toplumsal etkileri konusunda hayli kafa yormuş biri. Dinkjian’a göre artık saplantı derecesinde odaklandığımız ‘soykırım’, ‘tehcir’ gibi kavramları önümüzdeki bin yıl daha tartışmak mümkün. Ona göre basit ve açık hakikat, bu meselenin Türkler-Ermeniler meselesi olmadığı, bir insanlık meselesi olduğu: “İnanıyorum ki, yukarıda bir Tanrı varsa ve oradan bize bakıyorsa çok hayal kırıklığına uğramış olmalı, çünkü biz aynı günah ve hataları her gün, her sene tekrar ettik. Hatalarımızdan bir şey öğrenemedik. Bir hata yapmak günah işlemek demek değildir. Ancak aynı hatada ısrar eden birini gördüğünüzde ‘bu adam bir ahmak’ dersiniz, çünkü öğrenmiyordur. İnsanlık açısından Tanrı’nın bizimle ilgili bir hayal kırıklığı olduğunu düşünüyorum çünkü biz korkunç günahlar işledik.”

Dinkjian’a göre In Memoriam konserinde bir araya gelen insanların amacı kimseyi suçlamak veya kötü hissettirmek değil, bilakis hakikate karşı bir duruş geliştirip gelecek nesilleri bu günahların ağırlığından kurtarmak. Dinkjian böyle bir yüzleşme ve kabul yaşandığında bunun Türkler için bir rahatlama olabileceğini düşünüyor. “Ne kadar muhteşem bir şey olur.” diyor ve ekliyor: “Sonra ne olur biliyor musun? Sadece Ermeniler bu özrü kabul etmekle kalmaz, dünya şöyle der: ‘Bu gerçekten mümkün mü? Biz insanlık olarak ilerleyebilir miyiz? Türkler ve Ermeniler olarak değil, biz olarak böyle korkunç bir durumun içinden çıkıp olumlu bir hava yaratmak mümkün mü?” Yine en güzel ve yaşananları özetleyen bir cevabı kendisi veriyor: “Bence mümkün ama bunun için kimseyi zorlayamayız.”

HAKİKATİ İNCİTMEMEK

Politikanın sıcak gündemindeki tartışmalar, ardı ardına yapılan açıklamalar, dikkatle seçilen kelimeler düşünüldüğünde konser salonundaki insanların oraya geliş amacı daha büyük önem kazanıyor. In Memoriam - 24 Nisan’da sahneye konan müzik, ak veya kara demeden, ayırmadan, ötekileştirmeden, suçlu göstermeden geçmişle yüzleşmek ve hakikate bir adım daha yaklaşmak için samimi bir teşebbüstü. Birçok yabancı misyon şefi, dini lider ve siyasetçinin ilgi gösterdiği geceyi gerçekleştiren Anadolu Kültür’ün perde arkasındaki Osman Kavala ve Hasan Saltık teşekkürü hak ediyor.

Akdamar Kilisesi dünya mirası oldu

$
0
0

Van’da bulunan Akdamar Kilisesi, UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne girdi.

Ermeniler açısından önemli bir yapı olan Akdamar’la birlikte Yıldız Sarayı, Aspendos Antik Kenti, Dağlık Frigya, Uzun Köprü ve İsmail Fakirullah Türbesi de geçici listeye alınan eserlerden oldu. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, eserin listeye alınmasının, Ermeni diasporasının bugünlerde gerçekleştirdiği kampanyaya mesaj olması gerektiğini söyledi.

Bakan Ömer Çelik konu ile ilgili açıklamasını Twitter adresinden yaptı. Çelik şu mesajları paylaştı: “Aralarında Akdamar Kilisesi, Yıldız Sarayı, Aspendos Antik Kenti, Dağlık Frigya, Uzun Köprü ve İsmail Fakirullah Türbesi'nin de bulunduğu 10 kültürel ve doğal varlık, UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne girdi. Böylece geçici listedeki eser sayımız 62 oldu. Özellikle Akdamar Kilisesi'nin geçici listeye alınması bugünlerde başlatılan Ermeni diasporasının kampanyasının etkisinde kalan yabancı parlamentolara örnek ve mesaj olması gereken bir şey. Kültürel varlığımızın zenginliğini ve kültürel coğrafyamızın genişliğini göstermesi bakımından önemli bir aşama kaydettik.”

Akdamar Kilisesi geçtiğimiz yıllarda restore edilmiş ve yılda bir kez olmak üzere ibadete de açılmıştı.

Babıali’nin ‘yayıncı doktoru’ anılacak

$
0
0

Türkiye Yayıncılar Birliği, kuruluşunun 30. yılında ‘yayıncılıkta iz bırakan’ isimleri anıyor.

30. yıl çerçevesinde gerçekleştirilecek bu etkinliklerin ilki, yaşadığı yıllarda “Babıâli’nin Doktoru”, “Yayıncılığın Doktoru’ olarak anılan Altın Kitaplar’ın yayın yönetmeni Turhan Bozkurt (1930-2009) için düzenleniyor. Edebiyat dünyasının önde gelen isimlerinin katılacağı tören 28 Nisan Salı günü saat 18.30’da Salt Galata’da gerçekleşecek. Turhan Bozkurt, 9 Haziran 1930’da İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olmasına rağmen eniştesi Aziz Bozkurt ile eniştesinin damadı Fethi Ul’un aracılığı ile yayıncılık dünyasına adım attı. Sezai Solelli ve Seyhan Bilbaşar tarafından 1959’da kurulan Altın Kitaplar, bir süre sonra Turhan Bozkurt’un eniştesi Aziz Bozkurt ile eniştesinin damadı Fethi Ul tarafından devralındı. Bozkurt, ortak olarak yayınevinin yönetimine dâhil olup yayın politikasının biçimlenmesinde söz sahibi oldu. İlk yayımladığı kitaplar; 1961 Nobel Edebiyat Ödüllü Yugoslav yazar İvo Andriç’in ünlü romanı Drina Köprüsü ve 1962 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi John Steinbeck’in Acı Hayat adlı romanıydı. Bozkurt, dünyada bestseller diye bilinen çok satan kitapların Türkiye’de yayımlanmasına da öncülük etti. (0212 512 56 02)

Oscar’lı yönetmen Ang Lee’den saniyede 120 kare devrimi

$
0
0

Sinemanın yaklaşık yüz yıldır devam eden ‘saniyede 24 kare’ tekniği tarihe karışmak üzere. Bu ‘kural’a ilk darbeyi Peter Jackson indirmişti. Yüzüklerin Efendisi serisinin Oscar’lı yönetmeni 2012’de başladığı Hobbit üçlemesini saniyede 48 kare kullanarak çekmişti. ABD’den gelen bir haber, 48 karenin de tarihe karıştığını gösteriyor.

Yönetmen Ang Lee, Las Vegas’ta düzenlenen CinemaCon etkinliğinde yeni filmini saniyede 120 kare kullanarak çekmeye başladığını açıkladı. Pi’nin Yaşamı (2012) ile ikinci kez en iyi yönetmen Oscar’ını kazanan Lee, Billy Lynn’s Long Halftime Walk adlı filminin setinden yaptığı bir video çekimi ile CinemaCon etkinliğine katıldı.

Sinema tarihinin saniyede 120 kare ile çekilen ilk filminin başrollerinde Vin Diesel ile Kristen Stewart var. Irak Savaşı’na katılan bir askerin hikâyesini konu alan film, Ben Fountain’in 2012’de yayımlanan aynı adlı romanından uyarlandı. Film, 11 Kasım 2016’da vizyona girecek.

Ödüllü fotoğraflarla Türkiye gündemi

$
0
0

Dünyanın en büyük ve en köklü haber ajanslarından Agence France Presse, Türkiye’de gündeme damgasını vuran önemli olayların fotoğraflarını 28 Nisan’dan itibaren Kadıköy Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde sergileyecek.

Agence France Presse Türkiye’nin ödüllü foto muhabirleri Bülent Kılıç, Ozan Köse, Adem Altan ve Gürcan Öztürk’ün çektiği fotoğraflardan oluşan sergide, Türkiye ve bölge ülkelerinin gündemine oturan konular, son yıllarda meydana gelen siyasi ve güncel olaylar işleniyor. Nedir onlar? Ağaçların önüne siper olan ve direnen insanlarla Gezi Parkı olayları, maden ocağına umutlarla birlikte gömülen 301 hayatla Soma, Türkiye’nin yanı başında ve artık sokaklarında da yaşayan Suriye, gündemden hiç düşmeyen Silivri, 17 Aralık soruşturması… 2015 Dünya Haber Fotoğrafları Ödülleri en iyi haber fotoğrafı birincilik ödülünü kazanan ve dünyanın en prestijli ödüllerinden sayılan Pulitzer’e de aday gösterilen Bülent Kılıç’ın ödüllü fotoğrafları da ilk kez bu sergide görülebilecek. Agence France Presse Türkiye Haber Fotoğrafları Sergisi 31 Mayıs’a kadar açık kalacak. (www.ckm.gen.tr)

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live