Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Orhan Kemal’in iki romanı Romence’de

$
0
0

Türk edebiyatının usta kalemi Orhan Kemal’in ‘Baba Evi-Avare Yıllar’ ile ‘Cemile’ adlı romanları Editoriala Vivaldi Yayınevi tarafından Romanya’da yayımlandı.

Dokuma fabrikasında çalışan işçi kız ile onunla evlenmek isteyen fabrika kâtibinin hikâyesini anlatan ‘Cemile’ ve Orhan Kemal’in otobiyografik romanları serisinden ‘Baba Evi-Avare Yıllar’, yazarın çocukluk ve gençlik döneminin üzerinden Cumhuriyet’in ilk yıllarını, arkadaşlığı, fabrika hayatını, işçilerin zor hayat şartlarını anlatıyor. Kitapları 2004 yılından bugüne 19 ülkede, 65 dilde yayımlanan Orhan Kemal’in iki eserini Romence’ye, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın TEDA Projesi kapsamında Roxana Popescu çevirdi. (www.orhankemal.org)


Festivalde Onat Kutlar anılıyor

$
0
0

Sinematek’in kurucularından, şair, yazar ve düşünce adamı Onat Kutlar, geçtiğimiz cumartesi günü başlayan İstanbul Film Festivali kapsamında bugün anılıyor.

1995 yılında Taksim’deki The Marmara Oteli’nin kafesine konulan bombayla hayatını kaybeden Kutlar’ın 20. ölüm yıldönümü, Sinematek’in kuruluşunun 50. yılı vesilesiyle hazırlanan program, Hülya Uçansu’nun moderatörlüğü, Atilla Dorsay, Zeynep Oral, Vecdi Sayar ve Jak Şalom’un katılımıyla gerçekleştirilecek. Etkinlik İstanbul Modern Sinema’da 16.00’da başlayacak.

Festivalde bugün ayrıca Alman sinemasını merak edenler için bir belgesel var. Geçtiğimiz yıl festivale ‘Caligari: Korku Sinemaya Geldiğinde’ adlı belgeseliyle konuk olan ve erken dönem Alman sineması üzerine bilgilerini aktaran yönetmen Rüdiger Suchsland, bu yıl da ‘Caligari’den Hitler’e belgeseliyle Weimar dönemi Alman sinemasını inceliyor. Siegfried Kraucauer’in aynı adlı meşhur kitabından yola çıkan belgeselde Fatih Akın, Volker Schlöndorff ve Thomas Elsaesser gibi isimlerle yapılmış röportajlar da yer alıyor. Suchsland, filmin Beyoğlu Sineması saat 16.00’daki gösterimine katılacak.

Venedik Film Festivali’nde En İyi İlk Film ödülünü alan Aşk Zahmetli İştir filminin yapımcısı Vikram Mohinto, filmin Feriye Sineması’nda saat 19.00’daki gösterimine katılarak izleyicilerin sorularını cevaplayacak. Kalküta’da ekonomik kriz ortamında gelişen zorlu bir aşk hikayesini anlatan filmi, Aditya Vikram Sengupta yönetiyor. Hamileler Diyarı filminin yapımcısı Kevin Eastwood da Rexx Sineması Salon 2’de, saat 21.30’daki gösterimde olacak. ‘Troçki ve Canım Komşularım’ın yönetmeni Jacob Tierney’nin son filmi olan Hamileler Diyarı, toplumsal bebek takıntısı ve aidiyet hissi hakkında hınzır bir komedi. (www.film.iksv.org)

Örümcek Adam’ın animatöründen ilk sergi

$
0
0

Dünyaca ünlü dijital oyun platformu Zynga'nın şef animatörü Kaan Kayımoğlu’nun ilk sergisi 'My People/Benim İnsanlarım' 11 Nisan'da Kadıköy'deki Galeri Diani'de açılıyor.

Ünlü sanat ve tasarım okulu Savannah'tan mezun olan Kayımoğlu, Aslan Kral, Kayıp Balık Nemo, Örümcek Adam, meraklılarının yakından tanıdığı Doom 3, Tony Hawk gibi birçok oyunun baş animatörü olarak görev yaptı. Sanatçı, sergisi için "Animasyon sanatçısı olmam plastik sanatlara uzak olduğumu asla düşündürtmemeli. Örneğin renkli çalışmalarımı hep tuval ve suluboya üzerine yapıyorum. Bedri Rahmi Eyüboğlu hayranıyım." diyor. Sergi, 2 Mayıs'a kadar görülebilir. (www.galeridiani.com)

Kaan Kayımoğlu kimdir?

1972 Ankara doğumlu Kaan Kayımoğlu, Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Çizgi Film Ana Bilim Dalı'ndan mezun olduktan sonra aynı bölümde 4 yıla yakın araştırma ve öğretim görevlisi olarak çalıştı. Çizgi film tasarımı, karakter geliştirme, sinematografi, senaryo yazımı gibi derslerin eğitimini verdi. Aynı üniversiteye bağlı Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde yüksek lisans dersleri aldı. Amerika'da, Savannah College of Art and Design okulundan aldığı bursla “Computer Art, 3D Animation” üzerine MFA yaptı. Amerika'daki Activision, Planet Moon Studios, Bigpoint, Inc., Buck.tv, GREE, Zynga gibi önde gelen video oyun şirketlerinin bünyelerinde, Pixar, Dreamworks, Disney, ID software, Marvel gibi kuruluşların 30'a yakın video oyununda Şef Animator olarak çalıştı.

Her şeye rağmen üretmeyi başaranların buluşması

$
0
0

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi için bir nevi ektiğini biçme vakti. Çünkü müze, kendi üniversitesinde yetişen ve çoktan rüştünü ispat eden sanatçıları “Reunion… Buluşma” isimli sergi vesilesiyle bir araya getirdi.

Elbette hepsini değil. Çünkü dün gerçekleşen basın toplantısında Müze Müdürü Nazan Ölçer’in de vurguladığı üzere buna ne metrekare ne de zaman yeterdi. O yüzden karşımızda yolu bir şekilde üniversitenin 1999’da kurulan Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nden geçen 19 isim var.

Öncelikle… Nazan Ölçer’in de özellikle vurguladığı üzere bu bir öğrenci sergisi değil; olsa olsa uluslararası sanat dünyasında başarılar kazanmış genç isimlerin sergisi. Bu nedenle müze takviminde ciddiyetle yer alıyor ve günümüz Türkiye’sine dair hem eleştirel hem de gerçekçi pek çok şey söylüyor. Serginin öğrencilerle ilgili tek kısmı ülkedeki tüm öğrencilere serbest giriş imkânı tanıması.

Serginin küratörlüğünü Sabancı Üniversitesi öğretim üyelerinden Erdağ Aksel ve Selim Birsel üstleniyor. Aksel; sanat üzerine eğitim alıp da o kadar reddedilmeye, engellenmeye ve imkânsızlığa rağmen fırçayı ısrarla bırakmayarak üretmeye devam eden isimlere bilhassa öncelik verdiklerini söylüyor ve ekliyor: “Türkiye’de herkes sizin sanatı bırakmanız için çalışır. Küratörler sizi sergilere almaz, galeriler dosyalarınıza bakmaz. Sanat yapmamanız için çok neden vardır. Bunların üzerine bir de ifade özgürlüğü sorunu... İşte tüm bunlara rağmen üretenler… Bu sergide karşımızda onlar var.”

Sergideki isimler şöyle: Aslı Narin, Baptiste Croze, Berke Soyuer, Beyza Boyacıoğlu, Burcu Yağcıoğlu, Cemre Yeşil, Deniz Gül, Deniz Üster, Ege Kanar, Egemen Demirci, Elif Süsler, Erdem Taşdelen, Hasan Salih Ay, Hayal Pozantı, İz Öztat, Julia Kul, Onur Ceritoğlu, Tan Mavita ve Meriç Algün Ringborg. Bu isimlere bir de yakın zamanda kaybettiğimiz Bayram Candan’ın bir eseri eşlik ediyor. Sergi, 26 Temmuz’a kadar açık.

Bejan Matur: Hayat, şefkati hak eden bir hikâye

$
0
0

Bejan Matur'un yeni şiir kitabı 'Son Dağ' geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları'ndan çıktı. Şair ile 'Son Dağ' kitabı çevresinde 'dağ' imgesini, varoluşa dair sorularını, ilk ve saf olana dönüşünü ve sanatta politik olana bakışını konuştuk.

Son Dağ'daki şiirleriniz 'dağ' imgesinin çevresinde geziniyor. Şiirleri okurken, Gao Xingjian'ın Ruh Dağı'nı düşündüm. Çıktıkça seslerin duyulduğu, anıların içiçe geçtiği bir hafıza mekanı. Dağ, bir köken mi, bir geçmiş mi, yoksa yeni bir başlangıç mı Son Dağ şiirlerinde?

Aslında tamamı. Varlığıyla, mitolojisiyle, oluşuyla bize bir muhataplık hissettiren, Tanrı'yı hissettiren, kendi sesimizin yankısını bulabileceğimiz, kendi varlığımızın gölgesini düşürebileceğimiz bir varlık aslında dağ. Kişisel hikayemde ise dağın coğrafi, kültürel yanından uzun uzun söz edilebilir. Elbette bir de güncel politik yanıyla sosyolojik bir anlamı var dağ kavramının. Kişisel varoluşuma ve içinden geldiğim toplumun varoluş arayışına, kimlik arayışına da muhatap olabilecek bir özne olarak var dağ. Kutsal kitaplara, mitolojilere, edebiyatın referanslarını oluşturan ilk metinlere bakıldığında da insanoğlunun dağla bir konuşması var hep ve devam etmekte. Ve bu bitmez. Çünkü ruha dair soruların muhatabı o. Cevaplar aranır. Ve o cevapların kaynağı elbette kainatın derinlerinde ve yeryüzünün görkemli, dramatik diyebileceğimiz oluşumlarındadır. Aslında ilk şiirlerimden itibaren dağ hep vardı. Tanrı da, anne de, dağ da iç içe geçen varlıklarıyla, oluşlarıyla birer iç konuşma yaptığım, gizli bir dil kurmama beni yönelten ve o dili hissettiğim özneler... sanki ben hep onlarla konuşuyordum ve bu şiirlerin hepsi aslında o dağla konuşmanın, o gizli konuşmanın yankısı olarak doğdular. Dağ imgesi aracılığı ile bu şiirin tamamının hissettirdiği bir tür sızı ya da keder var. Bütün bu şiirleri yazarken hissettiğim şuydu: bizim yeryüzündeki hikayemiz çok ıssız bir hikaye... kederli bir hikaye. İnsan yalnızdır.... ve o yalnızlığa bir muhatap ararken seçimler yaparsınız. Bu şiirler içinden geldiğim toplumun, benim varlığımın izlerini taşıyor; biz bu dünyadan geçtik, burada bulunduk, birer gölge olarak bu dağların yüzünde yürüdük, hayatlarımızı yaşadık, acı çektik ve o derin kederi duyduk... ve öldürüldük, yok edildik, yok edilmeye çalışıldık... Bu sadece kimlik meselesine indirgenemeyecek kadar derin bir varoluş acısı. İnsanlığın büyük hikayesi içindeki yerinize dair bir dert. O izi ve gölgeyi hissettirmek derdiyle aslında yazıldı bu şiirler.

Şiiriniz dağ, taş, rüzgâr gibi ontik imgeleri içermesine rağmen bir o kadar da politik aslında. Kökenlere dönmek, politik bir reveransı mı sonuç veriyor?

Şiir, insanı en başa, ilk yere, doğum öncesi, varoluş öncesi ıssızlığa, karanlığa götüremiyorsa zaten ontik imge oluşamaz. Şiir sizi o karanlığa ya da mağaraya ya da sonsuzluğa götürebildiği ölçüde her şeyi yeniden kuran bir dille var olur. Ağaca bakarken... sanki Tanrı'nın yeryüzünü yaratırkenki hissedişi ile bakarsınız; taşa bakarsınız... sanki taşlar ilk kez oluşurken, Tanrı tarafından yaratılırkenki hisle kavrarsınız. Üzerinde dilin bıraktığı tortuları, tarihin biriktirdiği gölgeyi silerek, bütün o perdeleri yırtarak... Siz hissedişte en öze, en saf olana yönelmezseniz, imgelerin kaynağına ulaşamazsınız. Ontik dediğiniz, kainat algısıyla var olan imgeler, aslında her insanın, her dilin dünyasında var. Bunu ilk, saf olana dair bir dertle söylüyorsanız, insanlığın büyük hikayesindeki ortak temalara düşüyorsa yolunuz, oralarda iseniz; kalbinizin okları oraya yöneliyorsa, ortak bir dil buluyorsunuz ve karşılığını da yaratıyor başka kalplerde. Bu benim şiirimde politik olana nasıl bağlanıyor? Ben başından itibaren meselesi olan bir şiirin derdindeydim. Tarih dışı bırakılmış bir topluluğun üyesi olmakla ilgili bu. Kürtler tarihin dışında bırakıldılar. Çok uzun yıllar, neredeyse yüz yıllık büyük bir kederin öznesi durumundalar. Bunun kendi hayatımda da karşılığı var, yaşıyorum. Şu anda akan bir tarih var ve onun bir tanığı olarak bunlara benim kayıtsız kalmam düşünülemez. Öyle olunca da, doğallıkla yazdıklarınız politik bir bağlama oturuyor. Fakat ben şiirde politik kavramını şöyle görüyorum: politik, güncel politikanın kavramlarıyla, terminolojisiyle konuşma değildir; asıl politik, dönüşüme dair bir etkidir. Kalbin ayarını yeniden yapmakla ilgili bir sonuç yaratma gücüdür. Yazdıklarınız bir başkasının ruhunda, kalbinde bir aşkınlık hissi yaratıp 'yeni bir söyleyiş, yeni ve uyandırıcı bir bakış' yaratabiliyorsa asıl politik sanat odur. Şiirin gürültüyle, kof duygululukla işi olmaz. Ben başından itibaren şiirde ve yazıda kuşatıcı, sarmalayan, şefkatli bir sesi aradım, o şefkati önemsedim... Çünkü hayat bu şefkati hak eden bir hediye. Ben şefkatin, doğuma ve varlığa şükran anlamında çok temel bir referans olduğunu düşünüyorum. Tüm hayatımızın anlam örgüsünü oradan kurarız çünkü. Bu iyilik ve kötülük gibi büyük karşıtlıklardan başlar, sanata değerini veren estetik kaideye kadar uzanır...

'Son Dağ'da dağ imgesiyle birlikte anne, kız çocuk ve kadın, dolayısıyla kadın imgesinin ağırlığı hissediliyor. Ortadoğu'da ve dünyanın birçok yerinde, kadınlar üzerinde hakimiyet kurma çabasıyla, kavimlerin kavimlere hakimiyet kurma çabasıyla, varlığın erkek ilkesinin en kaba hatlarıyla ortaya çıktığını görüyoruz. Bunun içinden bir sorti hareketi gibi geliyor bana dişil olan üzerine yazmak, düşünmek... o dişil yanın taşıdığı merhamet duygusunu daha fazla hissetmemiz gerekiyor belki de...

Ordaki derinliği yeniden keşfetmek ve bizi orada avutabilecek, tamamlayabilecek bir zenginlik olduğuna ikna olmak. Yeniden hatırlamak bu aslında. Çünkü biz buna sahibiz. Doğmadan önce sahibiz. Doğumu bize hissettiren olarak anne ve kadın... onun dünyası bize bunu en dolayımsız hissettirebilecek yer aslında. Belki de o yüzden, edebiyat oraya referans verdiğinde daha toparlayıcı hale geliyor. Bizim yeryüzü hikayemizde iktidar, sahip olma, kendimizin kılma arzumuz fazlasıyla yıkıcı bir arzu... ve o arzunun biçim alışı tarihi oluşturan şey. Erkek aklının yarattığı bir tarih bu. Savaşların, politikanın, silahların yarattığı bir tarih. Bütün bunların yanında daha gizli, daha gölgeli bir alanda başka bir iç dünya var. Ve asıl hazinemiz orası, oraya biraz dönebilsek, merhameti de, şefkati de bulacağız. Ama savaş, bu derinliği en kolay parçalayan şeydir. İnsanın hoyratlığından, kötülüğü yeniden üreten hırsından uzaklaşmak için bizi arındırabilecek bir tür estetiğe ihtiyacımız var.

Paul Klee, 'Modern Sanat Üzerine' adlı denemesinde ''Bir topluluk duygusundan, onlar için ve onlarla birlikte çalıştığımız bir halk duygusundan yoksunuz. Bu modern sanatçının trajedisidir.'' diyor. Bir halk duygusuyla yazmak, o halkın trajedisini duymak nasıl bir anlam taşıyor sizin için?

Buna 'kavim duygusu' diyorum ben. Bunun bir şair için şans olduğunu da düşünüyorum -burada asla folkloru ve lokal olanı kastetmiyorum-. Bu insanın sahicilik arayışıyla ilgili. Bir yerde doğarız, bir anlamla doğarız. O anlamı da üretmekle yükümlüyüz. O nedenle ben bir referans aralığı olarak en başa dönmenin, köklere dönmenin bir tür sahicilik arayışıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan Paul Klee'nin 'bundan mahrum olmak bir trajedidir' demesindeki karamsarlığı aşma imkanı da tümden yok olmuş değil modern insanın; çünkü nihayetinde şiir, varoluşu idrak ve şükran hissiyle bize gelir. İnsanı bulunduğu hayat içinde, tarihsel konumuyla ele aldığınızda, onun etrafında biriken hikaye, kimlik, bireyin kainatı temel olarak kavrayışından bağımsız değil. Bu kavrayış en ücra, en tekil hayatta da insanlığın varoluş acısına bağlanabilecek potansiyeli taşır. Fernando Pessoa bunun güçlü bir örneği! İnsan kendi hikayesindeki kırılmaların merkezini, kalbinin merkeziyle örtüştürmek zorunda. Yoksa sahici olma imkanını kaybeder. Ve oradan hep boşluk sızar. Şair tam da o boşluğu tamamlamak, fasılasız bir hissedişin peşinden gitmek derdinde olan öznedir. Başlangıç hikayesinin etrafında bir kök duygusuyla hareket ederek o fasılayı kapatan kimsedir. Yani bizler sonsuzlukta aklımızla açtığımız boşluğu kapatmakla yükümlüyüz. Ve bunu ancak şiir aracılığı ile yapabiliriz. Şiir bize bu imkanı verir.

Kitabın bir yerlerinde 'ağıtçı' olduğunu söylüyorsunuz; 'bunlar ağıtsa, ağlamak henüz başlamadı' diyorsunuz... Bunca yaşanmış acıya ve yakılmış ağıda rağmen bağışlamak mümkün mü? Karları bahar uğruna bağışlamak...

‘Bağışlamak' büyük bir kavram ve yük de... Ben kendi adıma affeden olabilmeyi isterim, çünkü kalpten nefreti söküp atmak gerektiğine inanıyorum. Nefretin kalbi karartan ağırlığından ancak bağışlayarak kurtulabiliriz. Derrida'nın ‘af ve tanrısallık' tanımındaki gibi; af ancak Tanrısal bir müziğin eşlik edebileceği, bizim dışımızdaki büyük bir hakikat. Hatta affın gerçekleşmesi için affın talep edilmesi lazım. ‘Beni affet' diyen birinin olması gerekir. Biz, bunca kötülüğü yaşatan bir hayatta ‘beni affet' diyenlerin olmadığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Bize böyle bir tarih yaşatıldı ve bu devam ediyor. Fakat yeryüzündeki hikayemiz kederli de olsa yaşanan acıların, ödenen bedellerin yüreği karartmasına müsaade etmemeliyiz. O yüzden bizi yok etmeye çalışan kötülüğe de meydan okuyucu bir merhametle bakabilmeliyiz. Affeden olabilmek gerekiyor. Ben kendi adıma o bağışlamayı kalbinde büyütebilen olmayı istiyorum.

İsmail Dümbüllü Ödülü’nün sahibi Yavuz Şeker hayatını kaybetti

$
0
0

Bu yılki İsmail Dümbüllü ödülünün sahibi, tiyatro, sinema ve seslendirme sanatçısı Yavuz Şeker bu sabah hayatını kaybetti.

Şeker, yaklaşık 1 aydır ileri derecede zatürre ve koah hastalığı nedeniyle Şişli Etfal Hastenesi’nde tedavi görüyordu. Şeker’in cenazesi, 10 Nisan 2015 Cuma günü Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde saat 10.30’da düzenlenecek anma töreninden sonra, Teşvikiye Camii'nde kılınacak öğle namazını müteakip Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilecek. Yavuz Şeker; 28 Nisan’da açıklanacak bu yılki Afife Tiyatro Ödülleri’nde Bir Yaz Gecesi Rüyası oyunundaki Puck rolüyle ‘Yardımcı Rolde En Başarılı Erkek Oyuncu Adayı’ olmuştu.

Yavuz Şeker:

1943 yılında Samsun’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’nden mezun olan Yavuz Şeker, 1961 yılında Şehir Tiyatroları’na girdi. 1963 yılında Şehir Tiyatroları'ndan ayrılarak, Gazanfer Özcan, Neşe Yulaç, Ulvi Uraz, Ankara Oyuncuları, İstanbul Güçbirliği, Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosu gibi özel tiyatro topluluklarında roller üstlendi. 1974'te Şehir Tiyatroları'na dönen Şeker, sinema ve dizi filmlerde oynamanın yanı sıra, reklam filmi, seslendirme çalışmaları da yaptı, radyo skeçlerinde yer aldı. En son, Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen “Bir Yaz Gecesi Rüyası” adlı oyunda rol aldı.

Oynadığı Oyunlardan Bazıları: Kahvehane, Deli İbrahim, Aynaroz Kadısı, Utanmazın Defteri, Genç Osman, Bir Şehnaz Oyun, Saka Kuşu, Keşanlı Ali Destanı, Çalıkuşu, Aslolan Hayattır, Metro Canavarı, Kafkas Tebeşir Dairesi, Sarıpınar 1914, Memleketimden İnsan Manzaraları, Tahteravallide Üç Kişi, Düğün Ya da Davul, Hırçın Kız, Kırmızı Pazartesi, Düşüş, Nekrassov, Bir Yaz Gecesi Rüyası

Oynadığı Sinema Filmlerinden Bazıları: Keloğlan İş Başında, Sınıfta Şenlik Var, Tatlı Cadının Maceraları, Hızlı Giden Yorulur, Korkusuz Korkak, Sakar Şakir, Gırgıriye, Atla Gel Şaban

Bir Yaz Gecesi Rüyası

Keşanlı Ali Destanı

Behçet Necatigil Şiir Ödülü Ülkü Tamer’in

$
0
0

Behçet Necatigil’in anısına 1980’den bu yana şairin ailesi tarafından düzenlenen Necatigil Şiir Ödülü, bu yıl ‘Bir Adın Yolculuktu’ adlı kitabıyla Ülkü Tamer’e verildi.

Doğan Hızlan başkanlığında toplanan Eray Canberk, Cevat Çapan, Refik Durbaş, Turgay Fişekçi’den oluşan seçiciler kurulu, Bir Adın Yolculuktu kitabını şairin şiir anlayışının “yeni ve parlak bir örneği” olarak nitelendirdi. Tamer’e ödülü, 16 Nisan Perşembe günü saat 18.30’da Kabataş Erkek Lisesi Hamdi Saver Salo-nu’nda yapılacak törenle takdim edilecek.

‘Belene’den önce...

$
0
0

1950-1970 yılları arasında baskılardan dolayı Bulgaristan'dan Türkiye'ye kaçan üç Türk gencinin hikâyesini anlatan film, ünlü Belene Kampı'ndan yıllar önceye götürüyor seyirciyi.

Gazete yazıları yazan Mustafa, Bulgaristan'daki askerlik kurallarını yerine getirmediği için Türkiye'ye turist olarak bile giremez. Evlenip aile kurduktan sonra Bulgaristan'da Türkler için iyice zorlaşan hayat şartları onu Türkiye'ye gitmeye mecbur kılar. Bu çileli yolda ona Fehim ve Ramazan yoldaşlık eder.


Bitmeyen yolculuk

$
0
0

Cemal Şan’ın yönettiği 2009 yapımı Sonsuz, altı yıl sonra bir devam filmiyle çıkageldi.

Senaryosu, ilk filmde olduğu gibi Can Sinan’a ait filmin yönetmen koltuğunda Ozan Uzunoğlu oturuyor. Yine bir kanser hastasına odaklanan film, bir yol filmi kıvamında ilerliyor. Kanser hastalığına yakalanan Volkan ve Serhan’ın hayatına bu kez Özlem adlı bir yolcu konuk oluyor. Birlikte çıktıkları yolculukta yaşama sevincinden aldıkları güç ile zamanın acımasızlığına karşı mücadele ederler.

İçindeki canavara alış

$
0
0

Danimarka yapımı Hayvan Düşü, sinemada çokça işlenmiş kurt adam/kadın temasına kuzeyden, soğuk bir bakış getiriyor.

Film, yüzeydeki gevşek örgülü hikâyenin altındaki tarihi ve toplumsal göndermeleriyle dikkat çekiyor. Marie, Danimarka’da küçük bir balıkçı kasabasında yatalak annesi ve onlara bakan babasıyla yaşamaktadır. Büyüdükçe kasabanın cinsiyetçi ahlakına daha fazla maruz kalır. Yavaş yavaş bir kurt kadına dönüşen Marie, kasabanın yozlaşmış sakinleri için bir tehlike teşkil eder.

O resim buraya gelecek

$
0
0

Yaklaşık 50 milyon kişinin hayatını kaybettiği İkinci Dünya Savaşı, sinemaya her yıl yeni bir hikâye vermeye devam ediyor.

Dünya prömiyerini 65. Berlin Film Festivali’nde yapan Altınlı Kadın / Woman in Gold, bunun son halkası. Simon Curtis’in yönettiği film, ön planda yine savaş döneminde zulme uğrayan bir Yahudi ailesini anlatsa da sanat dünyasındaki en tartışmalı alanlardan birini gündeme taşıyor. Sanat eserlerinin asıl sahiplerine iadesi, geçtiğimiz yıllarda Türkiye’nin de gündemindeydi. Gerçek bir olaydan uyarlanan film, Maria Altmann’ın hukuk mücadelesini anlatıyor. Altmann, Nazilerin el koyduğu aile yadigarı portrelerin kendisine iade edilmesi için hukuk savaşı başlatır. Aralarında Gustav Klimt’in ‘Altınlı Kadın’ olarak da bilinen meşhur Adele Bloch – Bauer I Portresi’nin de olduğu bu resimler Avusturya’nın ulusal değerleri arasında yer almaktadır. Maria, eserlerin iadesi için avukat Randy Schoenberg’den yardım ister. Sinemaseverler, İngiliz yönetmen Simon Curtis’i 2011 yapımı Marilyn ile Bir Hafta’dan hatırlayacaktır. Belli bir seviyeyi yakalayan o filmin ardından ikinci uzun metrajında Curtis, televizyoncu geçmişinin etkisinden sıyrılamıyor. Özellikle Maria Altmann’ın ailesinin yer aldığı savaş bölümleri, History Channel’daki canlandırma oyunculuk destekli dizilerden hallice. Berlin’de filmin dünya prömiyerinde Moritz Bleibtreu’yu yapay bir sakalla Klimt rolünde gören Alman seyirci kahkahayı basmıştı. İşin prodüksiyon ve set tasarımı kısmı da aynı şekilde sıradan. Maria Altmann’ın yaşlı halleri, Helen Mirren’ın da etkisiyle filmin tek güçlü yanı; eğlenceli, enerjik ve iğneleyici… Fakat bu bölümde de yaşlı kurt-çömez birlikteliğinin kolaycılığına yaslanıyor film. Esas sorun ise birbirinden tamamen farklı formatta olan bu iki bölümün kimya uyuşmazlığı. Kısa aralıklarla ve bazen de en olmadık yerde devreye giden flashback’ler filmi iyice rayından çıkarıyor. Randy’nin eşi üzerinden kurulmaya çalışılan yan hikâyeciğin klişe düzeyine hiç girmeyelim en iyisi. Özetle, Altınlı Kadın, gerçek bir olayı anlatırken mizahı ve dramı harmanlamaya çalışan yetersiz bir yapım.

En iyi gazeteci tutuklu gazetecidir

$
0
0

Amerikalı televizyon sunucusu Jon Stewart’ın yönettiği Gül Suyu / Rosewater filmi, insanî; ve vicdanî; duyarlılığına rağmen ABD’nin Ortadoğu’da izlediği ‘demokrasi taşıyıcısı’ havasından yakasını kurtaramıyor.

Hakkını verebilen için zor bir meslek gazetecilik. Gazetecileri Koruma Komisyonu (CPJ), 2014’te dünyada en az 60 gazetecinin görev yaptığı sırada ya da yazdığı haber yüzünden öldürüldüğünü açıkladı. Merkezi Cenevre’de bulunan Basın Amblem Kampanyası’na (PEC) göre bu sayı 128. Henüz öldürülmeyenlerin durumu da pek iç açıcı değil. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun (TGDP) 3 Mart 2015 tarihli raporu, Türkiye cezaevlerinde tutuklu bulunan 3’ü imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü, toplam 22 gazetecinin olduğunu ortaya koyuyor. Fakat biz devlet büyüklerimizin sözlerinden biliyoruz; nasıl ki geçmişte “devlet adam öldürmez”di ise bugün de “Türkiye’de gazetecilikten dolayı hapis yatan kimse yok”tu. Hapistekiler, gazeteci kılığına girmiş ‘terörist’ ya da ajandan başka bir şey değildi!

‘GAZETECİ KILIĞINDA BİR AJAN’

Gül Suyu / Rosewater, ‘ikinci evimiz’ sayılabilecek komşumuz İran (ne de olsa, onlardan aldığımız doğalgaz ile ısınıyoruz) tarafından kıskıvrak yakalanan ‘gazeteci kılığındaki bir ajan’ın başından geçenleri anlatıyor. Londra’da yaşayan muhabir Maziar Bahari (Gael Garcia Bernal), 2009’daki İran Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Newsweek dergisi adına takip etmek için memleketine gider, Tahran’daki annesinin evine yerleşir.

İkinci dönem için aday olan Ahmedinejad ile Musavi arasındaki mücadele, seçim günü iyice kızışır. Sandıklarda hile yapıldığı iddiasıyla Musavi taraftarları protesto yürüyüşüne başlayınca Maziar Bahari bu gösterileri kameraya alır. Polisin silah kullanarak bastırmaya çalıştığı bir gösteride sivillerin öldüğü görüntüleri haber yapmasının ardından tutuklanır. Üç ay boyunca türlü işkenceler gören Bahari, sırf hapisten kurtulmak için sahte bir itiraf videosu bile çeker. Nihayet, dünya medyası ve politikacıların baskısı sonucu serbest bırakılır.

Bu süreci Then They Came for Me (Sonra Benim İçin Geldiler) adlı kitapta anlatan Bahari’nin yaşadıklarını ABD’nin ünlü televizyon sunucusu Jon Stewart sinemaya uyarladı. ABD ve dünya gündemindeki konuların eleştirel ve mizahi bir üslupla ele alındığı The Daily Show’un 19 yıllık sunucusu Stewart’ın bu filmi çekme sebebi de ilginç. 2009 seçimlerini takip etmek için Tahran’da bulunan Bahari, The Daily Show’a, programın formatı gereği mizahi bir röportaj verir. Bu röportajın video kaydı, daha sonra İran istihbaratı tarafından Bahari’nin Batı medyasının ajanı olduğu iddiasına kanıt olarak gösterilir. Jon Stewart, bu film ile vicdan azabını dindirmeye ve Bahari’den özür dilemeye çalışıyor diyebiliriz.

Her ne kadar Jon Stewart’ın niyeti hâlis olsa da, sinema için iyi niyetten fazlası gerekiyor. Bahari’nin hapisteki iç dünyasını yansıtmada başarılı olan film, özellikle babayla hesaplaşmada kayda değer bir iş çıkarıyor. Haluk Bilginer’in oynadığı Baba Ekber ile oğul Bahari’nin hayalî; hesaplaşması filmin en başarılı bölümü. Baba-abla-kardeş üçlüsünün hapishane günleri üzerinden İran’ın Şah döneminde, 1979 devriminde ve Humeyni sonrasında muhalefete karşı tutumun hiç değişmediğini görüyoruz.

VİCDANÎ BİR YANI VAR, FAKAT...

Filmin esas sıkıntısı, başından sonuna kendini hissettiren Batıcıl bakış açısı. Bütün insanî; ve vicdanî; duyarlılığına rağmen, ABD’nin Ortadoğu’da izlediği ‘demokrasi taşıyıcısı’ havasından yakasını kurtaramıyor film: “İran’da demokrasiyi isteyen ‘iyi adamlar’ da var. Şu baskıcı kötü adamlar biraz rahat verse, onlar da bizim gibi yaşamak, bizim dinlediğimiz müzikleri dinlemek, bizim izlediğimiz filmleri ve televizyon programlarını izlemek için yanıp tutuşuyorlar...”

Doğrusu, bu önermelerin belli bir gerçeklik payı var. Fakat bu Batıcıl bakış açısının doğurduğu şablonlar, meseleye yaklaşımda bazı rezervleri de beraberinde getiriyor. Kendisini ve muhatabını bu yaklaşıma göre konumlandırınca, nihayetinde ‘demokrasi götürme’ bahanesiyle dünyanın her noktasında askerî; ve siyasî; müdahaleyi kendi ‘erdeminden’ kaynaklanan bir hak ve görev olarak görüyor. Bu durumun kaç ülkeyi cehenneme çevirdiğine yakın tarih şahit. Söz konusu marazi bakış, Gül Suyu’nun bütün insanî; ve vicdanî; duyarlılığına halel getiriyor.

Seslendirme sanatının kraliçesi

$
0
0

Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Belgin Doruk, Emel Sayın… Yeşilçam sinemasına damgasını vuran kadınlar hepsi. Ve hemen her birine büyülü sesini veren Jeyan Tözüm… Türk sinemasının sesi diyebiliriz Tözüm için.

Yedirenk Hayat ve Sanat Dergisi, nisan sayısında dublajın kraliçesine ayırdı kapağını. Cem Güler’in yaptığı röportajda yılların sanatçısı, çocukluğundan başlayarak 60 yılı bulan seslendirme serüvenini anlatıyor. Bu ayın bir diğer önemli konuğu ise önemli başarılara imza atmış şef Gürer Aykal. Cumhurbaşkanlığı Devlet Senfoni Orkestrası, Devlet Opera Balesi gibi kurumlarda uzun yıllar müziğe emek verdikten sonra 1999 yılında Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nı kurdu maestro. Dergide, hem usta şefin hem de 15 yılı geride bırakan BİFO’nun hikâyesi, Tülay Esen’in sorularıyla okurla buluşuyor.

Yusuf Bülbül’ün televizyon dizilerinin usta ismi Birol Güven’le yaptığı samimi söyleşi ve Nurbanu Sever’in Ara Dinkjian ve Serkan Çağrı ile yaptığı röportaj da bu sayının dikkat çeken dosyalarından. Geçtiğimiz günlerde bir sergiyle kutlanan Haldun Taner’in 100. doğum günü de dergide, Ayhan Hülagü’nün kaleme aldığı “Duvarları Yıkan Adam Haldun Taner” yazısıyla yeniden gündeme getiriliyor. Keşanlı Ali Destanı, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım gibi oyunların ölümsüz yazarı Taner’in edebiyat hayatı, Türk tiyatro tarihi açısından yeri ve önemi ele alınıyor. Dergide yer alan sergi, kültür yazılarının yanı sıra ilginç bir dosya da Nurbanu Sever’in kaleminden buluşuyor okurla: “Ünlü Kalemlerin İlhamı Edebiyatın Yengeleri”. Yaşar Kemal’in eşi Thilda, Tolstoy’un 42 yıl evli kaldığı Sofya, Peyami Safa’nın hayal kırıklığı yaşattığı eşi Nebahat Hanım ve diğerleri… Dosya, edebiyata, sevdiğimiz yazarların aile hayatlarına farklı bir bakış vaat ediyor.

Müze doğuracak sergi

$
0
0

İki yılda hazırlanan ‘Sinan ve Mimari Dehanın Şaheserleri’ sergisi, MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde dün açıldı.

20 danışmanın yön verdiği sergiden yakında bir müze doğacak. Tabii, yer bulunabilirse… İstanbul’u açık hava müzesi gibi planlayan ve şehre pek çok eser hediye eden Mimar Sinan için hâlâ bir müze yapılmamış olması bir yana, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün beş yıldır yer sorununu çözememesi ironik olduğu kadar acı.

Mimar Sinan hakkında bugüne kadar açılmış ‘en kapsamlı’, ‘en teknolojik’ sergi iddiasıyla yola çıkan ve hazırlık aşaması iki yıl süren “Sinan ve Mimari Dehanın Şaheserleri” sergisi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde dün açıldı. Serginin kapsamı ve teknoloji konusundaki iddiasını bir kenara bırakırsak, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ile All Events Fuarcılık’ın işbirliği ve tarihçi, yazar, mimar ve akademisyenlerden oluşan 20 kişilik danışma kurulunun önderliğinde hazırlanan serginin iki önemli işlevi var. İlki, Mimar Sinan’ı dünyaya tanıtmak. Elbette Mimar Sinan dünyada tanınıyor ama mimarlık tarihinde hak ettiği kadar değil. Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Bölüm Başkanı Prof. Dr. Demet Binan’ın verdiği bilgiye göre Londra’daki Victoria Albert Museum’un ‘mimarlık sanatı’ bölümünde Mimar Sinan’ın eserlerini göremiyorsunuz. Binan, “Halbuki Mimar Sinan ve Osmanlı klasik mimarisi olmadan dünya mimarlık tarihi doğru anlatılamaz. Bu, bizlerin de eksikliği. Sergimizle onu daha iyi anlatacağız.” diyor. Bu nedenle Tophane’deki sergi 31 Mayıs’ta kapandıktan sonra Kayseri, Ankara, Edirne, Bursa ve İzmir’in yanı sıra Avrupa, Amerika, Ortadoğu ve Uzakdoğu ülkelerinin önemli kentlerinde izleyicilerle buluşturulacak.

ESERLER MÜZEYE DEVREDİLECEK

İkinci önemli konu, “Sinan ve Mimari Dehanın Şaheserleri” sergisinden bir araştırma merkezi ve müze doğacak. Tabii bir yer bulunabilirse… Sergi yurtiçi ve yurtdışındaki dolaşımını tamamlandıktan sonra tüm envanter ve materyalleri, nerede açılacağı muammaya dönen MSGSÜ Mimar Sinan Araştırma Merkezi ve Müzesi’ne bağışlanacak. 427 yıl önce vefat eden, yere göğe sığdıramadığımız Mimar Sinan için şimdiye kadar bir müze açılmaması bir yana, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin yer talebine beş yıldır doğru dürüst cevap vermedi. En son, eskiden Sanatkarlar Okulu olan Tophane’deki arazide karar kılındı. Fakat orası da altından çıkan arkeolojik kalıntılar nedeniyle beklemede.

Aslında üniversite bünyesinde 1983 yılında kurulan bir Mimar Sinan Araştırma Merkezi var. Fakat bu merkez 1988’de maddi imkânsızlıklar yüzünden kapanıyor, Demet Binan’ın gayretleriyle 2008’de tekrar açılıyor. Merkezin şu andaki yeri üniversitenin Bomonti kampüsünde 100 metrekarelik bir alan. Binan, 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti projeleri başladığından beri MSGSÜ Mimar Sinan Araştırma Merkezi ve Müzesi’ni kurmak ve merkezi aktif hale getirmek için uğraşıyor fakat gelinen noktada işler kilitlenmiş. Daha müzenin yer sorunu çözülememiş. Müze için önce Mimar Sinan’ın mezarının da bulunduğu Süleymaniye Külliyesi ve Salis Medresesi’nin olduğu bölge isteniyor. Talebi duyan İstanbul Üniversitesi, çabuk davranıp burasını alıyor. Daha sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde yakınlığı sebebiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü, Kılıç Ali Paşa Medresesi’ni gösteriyor. Fakat burası başka bir vakfa tahsis ediliyor. Müdürlük, en son Tophane’deki, sergi mekânıyla aynı sırada yer alan, 19. yüzyılda inşa edilmiş Sanatkarlar Okulu’nu göstermiş.

"EN UYGUN YER SÜLEYMANİYE"

Demet Binan, müzede gelinen son durumu şöyle açıklıyor: “Şu anda Sanatkarlar Mektebi’nin arazisi kazı aşamasında, koruma kurulu bakıyor. O alana uygun proje yapılması lazım. Altta arkeolojik kalıntıları muhafaza eden, üst katta tek katlı bir merkez şeklinde bir proje. Bir proje sunuldu, fakat imar planları henüz çıkmadı. Müze için en anlamlı mekân, bence Süleymaniye’dir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, o yapı adasını şimdi kamulaştırdı. Biz de talebimizi yineledik, görüşmeler devam ediyor.” Müzenin neden Süleymaniye’de olması gerektiğini ve neden yapılmadığını ise serginin danışmanlarından mimar Cengiz Bektaş özetliyor: “Mimar Sinan’ın en önemli kentsel tasarım eseri Süleymaniye, Haliç’e Doğru basamak basamak iner. Mimar, o oylumu yaşatır insanlara. Avlusunda durduğunuzda İstanbul elinizde başka bir şehirdir. Ama bugün bakın, önü en kötü yapılarla dolu. Ben diyorum ki, orayı ne olur temizleyelim ve yavaş yavaş çıkarak görebileceğimiz bir Sinan müzesi yapalım. Ama oraları başka türlü görüyorlar ve müze yapmıyorlar.” Serginin biletleri www.tixbox.com.tr’de. (www.mimarsinansergi.com)

MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde dün düzenlenen basın toplantısına, MSGSÜ Mimarlık Fakültesi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Demet Binan, All Events Fuarcılık kurucusu Murat Akan, mimar Cengiz Bektaş katıldı.

Mimar Sinan mercek altında...

‘Sinan ve Mimari Dehanın Şaheserleri’ sergisine, Mimar Sinan’ı yıllardır araştıran danışmanların yanı sıra Harvard Üniversitesi Ağa Han İslam Sanatı Kürsüsü Profesörü ve Ağa Han İslam Mimarisi Programı’nın direktörü Gülru Necipoğlu’nun 20 yılda hazırladığı, geçen yıl yayımlanan Sinan adlı eseri yön veriyor. Sinan’ı Anlamak, Kültürel Etkileşimler, Mimari Adap, Himayeciler ve Mimar Sinan, Hassa Mimarlar Ocağı, Haritalar ve Silüetlerde Sinan, Mimar Sinan Sözlüğü, Mimar Sinan Mercek Altında, Kubbe Mapping adı altında dokuz bölüme ayrılıyor.

Sinan’ı Anlamak...

Mimar Sinan’ı her zaman sunulan, bilindik ya da tek taraflı anlatımın ötesinde; kendi ağzından, farklı bakış açılarından ve coğrafyalardan, zaman içinde ona mal edilmiş efsanevi özelliklerden görmek, dinlemek fırsatı sunan bu bölüm, mimarlık dehasının hayatına ve onu Sinan yapan özelliklere genel bir bakış sunuyor. İzleyiciler bu bölümde Sinan otobiyografisinden seçme bölümleri bir ekrandan sayfa sayfa açarak okuyabilecek, mimarbaşının çok yönlü dehasının farklı başlıklarını kulaklıklardan dinleyebilecek, çeşitli görüş ve bakış açılarını tek bir pano üzerinde görebilecek, hakkında üretilmiş mitleri ele alan animasyonu izleyebiliyor.

Kültürel Etkileşimler...

İzleyiciyerin yaşadığı coğrafya ve kültürün etkileri ile büyük mimara yeni bir gözle bakmasını sağlayacak olan bu bölüm Sinan’ı ve eserlerini, geçmişiyle, yaşadığı 16. yüzyıl içinde parlayan diğer kültürlerle karşılaştırarak görme olanağı sunacak. Sinan’ın çağdaşı Palladio ile karşılaştırıldığı, aynı dönemde İstanbul’un ve Venedik’in benzer yönlerini ortaya konduğu, detaylı bir şema üzerinde aynı çağda Doğu, Batı ve Osmanlı tarih ve sanatının aktarıldığı bu bölüm geçmişin ve çevrenin mimari eserler üzerindeki ilgi çekici etkilerini izleyicilere aktarmayı hedefliyor. Ayasofya’nın aşılamayan mimarisi ile Sinan’ın rekabeti ve bu rekabetin rövanşı da resimler ve ilgi çekici bilgilerle bu başlık altında yer alıyor.

Mimari Adap...

İzleyicilerin, Sinan’ın eserlerine, mimarlığın altında yatan hiyerarşik, kültürel, coğrafi, dini, yapısal adap kodlarını çözerek bakma imkanı bulabileceği bu bölümde, ışıklı piramitler, çizimler, haritalar ve seslendirmeler aracılığıyla, mimaride birinci dereceden etkisi olan kurallar ile dönemin toplumsal dokusunun dini yapıları nasıl şekillendirdiği aktarılıyor.

Himayeciler ve Mimar Sinan...

Bu bölümde ziyaretçiler mimarlığın destekçilerle var olduğu bir dönemde yapıların ortaya çıkmasında en önemli etken olan himayecilerin sponsorluk süreçlerini, mimarbaşıyla ilişkilerini, bulundukları statüye göre şekillenen eserlerin hikayelerini seslendirme aracılığıyla dinleme, dönemde kadının yeri ile himayeci kadınların hikayelerini illüstrasyonlar aracılığıyla izleme olanağı buluyor.

Hassa Mimarlar Ocağı...

İzleyicilerin Sinan’ı, kendisinden önce gelen ve kendisiyle birlikte gelişip büyüyen Hassa Mimarlar Ocağı’ndan ayrı tutmadan, mimari ve şehir planlamasının, bir ekip işi olduğunu ve bu düzenin nasıl yürüdüğünü fark ederek değerlendirebileceği bu bölüm, Sinan’ın meslektaşlarını, usta ve işçilerini, dönemin inşaat süreçlerini, bu süreçlerin devlet mekanizması ile bağlarını, canlandırılmış minyatürler aracılığıyla izlenebileceği bir projeksiyondan 16. yüzyılın yapı dünyasının kapılarını aralıyor.

Haritalar ve Siluetlerde Sinan...

Sinan’dan önce, Sinan sonrası ve bugün olarak üçe ayırabileceğimiz İstanbul şehir siluetinin gravürler ve fotoğraflar aracılığıyla kavranabileceği görsellerden oluşan bir gösterimin sunulduğu bu bölümde Sinan’ın şehir topoğrafyası ve peyzajına uyumlu, çağının ihtişamını yansıtan yeni şehircilik anlayışını görsel olarak algılamak mümkün. Bu bölüm izleyicileri yüzyıllar arası bir İstanbul yolculuğuna çıkararak, haritalar, gravürler, resimler, müzikler ve şiirlerle bir saltanat şehrinin şekil değiştirişine şahit olmalarını sağlıyor.

Mimar Sinan Sözlüğü...

Bu bölümde dönemin mimari ve kültürel kimi sözcükleri ile oyunlar, sorular ve bulmacalar yer alıyor.

Mimar Sinan Mercek Altında...

Sinan’ı daha profesyonel bir merakla incelemeyi tercih edenler için düşünülmüş olan bu bölümde, mimarın külliyatı, otobiyografisi, dönemin Hassa Mimarlar Ocağı görevlendirme ve ödeme tabloları, yapıların kroki, plan, gravür ve fotoğrafları 28 metre uzunluğundaki dev bir masada, ekranlar, mercekler ve kataloglar aracılığı ile aktarılıyor.

Kubbe Mapping...

Bu bölümde, Sinan’ın yapılarındaki kubbelerin inşa süreçleri MSGSÜ Tophane-i Amire binasının tek kubbesinde video-mapping yöntemi ile aşama aşama ve üç boyutlu olarak izleyiciye aktarılıyor.

Sinan’ın minarelerinden dört mevsim İstanbul

31 Mayıs’a kadar devam edecek olan sergiye Cüneyt Karaahmetoğlu’nun hazırladığı “5 Asır Sonra Sinan’ın Minarelerinden 4 Mevsim İstanbul” belgeseli eşlik ediyor. Belgesel, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki camilerinin minarelerinden 12 ay boyunca yılın 4 farklı mevsiminin çekimlerinden oluşan 16 dakikalık ‘time lapse’ten oluşuyor. Belgesel için proje boyunca 170 bin İstanbul fotoğrafı çekilmiş; filmde 21 bin kare fotoğraf kullanılmış.

‘Sinan ve Mimari Dehanın Şaheserleri’ sergisi danışma kurulu

Mimar Prof. Dr. Bülent Özer, tarihçi Prof. Dr. Cemal Kafadar, mimar Prof. Dr. Demet Binan, mimar Prof. Dr. Doğan Kuban, müzebilim uzmanı Prof. Dr. Fethiye Erbay, sanat tarihçisi Prof. Dr. Gülru Necipoğlu, tarihçi Prof. Dr. Haluk Dursun, sanat tarihçisi Prof. Dr. Jale Nejdet Erzen, Mimar Prof. Dr. Reha Günay, sanat tarihçisi Prof. Dr. Selçuk Mülayim, geleneksel Türk el sanatları Uzmanı Prof. Dr. Sitare Bakır Turan, sanat tarihçisi Prof. Dr. Semra Germaner, mimar Prof. Dr. Suphi Saatçi, mimar Prof. Dr. Zeynep Ahunbay, sanat tarihçisi Doç. Dr. Nurcan Yazıcı, mimar Cengiz Bektaş, kitap tasarımcısı Ersu Pekin ile arkeolog ve kültür tarihçisi Nezih Başgelen.

Dijital çağa kafa tutan dergi

$
0
0

Bir haber, coğrafya ya da magazin dergisine benzemiyor. Belki fotoğraf dergisi diyebilirsiniz. Fakat hacmi ve yaklaşımı ile oldukça farklı bir yerde duruyor. “Gezegenimizi ve onların değişen hayatlarını anlatıyoruz. Geçmişten çok bugünle ilgiliyiz. Avucumuzun içinde kaybolup giden dünyayı anlamaya çalışıyoruz.” diyor

6 Mois’nın Genel Yayın Yönetmeni Marie-Pierre Subtil. ATSO Antalya Basın Fotoğrafı Günleri için ülkemizde bulunan Subtil, yaklaşık 310 sayfalık yeni sayıyı gösterirken heyecanını gizlemiyor. Saygın Fransız gazetesi Le Monde için yazarken 22 yıl sonra yol ayrımına gelmiş. Dergiyi tercih etmiş. 6 Mois’in duruşu belli. İnternet otobanının hızla akan trafiğine takılmak niyetinde değiller. Yayımladıkları makale ve fotoğrafları asla internete koymuyorlar. Çalıştıkları yazar ve fotoğrafçılara basılı sayıların PDF’lerini bile göndermiyorlar. ‘Okumak isteyen, kâğıt baskımızı alsın.’ diyorlar. İnternet onlar için araştırma ortamı, iletişim aracı ve seslerini duyurabilmek için bir platform. İşlerini yayımladıkları kişilerle Skype üzerinden sayfa tasarımını, başlıkları ve spotları tartışıyorlar. Neticede, yürüdükleri bütün patikalar, alternatif yollar kâğıda çıkıyor. Herkesin gittiği yoldan gitmiyorlar ama hedefe varma konusunda oldukça başarılılar. 40 bine yaklaşan satış rakamları bunu doğruluyor.

DÜNYAYI UZUN HİKAYELERLE ANLAMAYA ÇALIŞIYORUZ

Bol fotoğraf, uzun ve derinlikli hikayelerle, özel grafik ve tasarımla internet çılgınlığına karşı bir başarı öyküsü 6 Mois. Adıyla müsemma. Altı ayda bir çıkıyor. Fikir aslında bir yayıncı ile bir gazetecinin. Laurent Beccaria (Les Arènes Yayınevi) ve Le Figaro muhabiri Patrick de Saint-Exupéry, gazetelerin uzun makalelere daha az yer verdiğini ve içeriklerin basitleştiğini düşünüyor. Okurlardan çok reklam verenlerin önceliklerini önemsedikleri kanaatine varıyor. Ellerini taşın altına koyuyorlar ve XXI Dergisi, 2008 yılında uzun haber ve röportaj öyküleri yayımlamak üzere kuruluyor. 6 Mois ise XXI’nin başarılı olmasından sonra Mart 2011’de kuruluyor. Prensip aynıydı: Tamamen değişen bir dünyayı uzun hikayeler ile açıklamak. Her iki derginin ortak noktaları var: İkisi de çoğunlukla kitapçılarda satılıyor ve tamamen reklamsız yayımlanıyor.

FOTOĞRAF DERGİLERİNİN YANINDA SATILMAK İSTEMİYORUZ

6 Mois’yı bir fotoğraf dergisi değil, 21. yüzyılı anlatmak için fotoğraf hikayeciliği kullanan bir genel kültür dergisi olarak niteleyen Marie-Pierre Subtil, “Hiçbir kategoriye girmiyor, çünkü dünyada tek. Biz derginin kitapçılarda fotoğraf dergilerinin yanında satılmasını istemiyoruz. Çünkü 6 Mois amatör fotoğrafçılar için değil daha geniş bir okuyucu kitlesi için hazırlanıyor. Buna gençler yaşlılar, fakirler zenginler, eğitimli insanlar, daha az eğitimliler dahil. Bizim okuyucumuz sadece merak duyan herhangi biri.” diyor. Haliyle dergide fotoğraf ve makine haberleri, festivallere, albümlere ve sergilere dair yazılar da yok. Derginin her sayısında kapaktaki temayla ilgili üç hikaye var. Fotoğraf gazeteciliğiyle ilgili uzun bir röportaj, dört farklı hikaye, bir sanatsal hikaye, bir foto biyografi (tüm dünyada ünlü olan birinin biyografisi, hem metin hem de fotoğraflarla), bir arşiv bölümü ve bir fotoğrafçının aile albümü. Herkesin sayfa, yazı ve fotoğraf sınırlaması yaptığı yerde 6 Mois, fotoğrafçılardan geniş bir dosya göndermesini istiyor. İlk mizanpaj yapılıp fotoğrafçıya gönderiliyor, fotoğrafçı ile genellikle Skype yoluyla her bir fotoğrafa ilişkin yorumları paylaşılıyor. Eğer anlatıya dair yanlışlar varsa mizanpaj yeniden yapılıyor. Tasarım kadar metinler de önemli. “Çoğunlukla fotoğrafların altındaki metni ben yazıyorum.” diyor Subtil: “6 Mois ve XXI için çalışan 5 kişilik bir gazeteci ekibimiz var. Her bir portfolyoyu takip eden metinleri ve röportajları onlar yazıyorlar. Bazen konu hakkında uzman olan fotoğraf muhabirlerinden metin istiyoruz. Fotoğrafçılar tek bir kelime yazmıyorlar. Bu sadece fotoğrafların altındaki altyazıların mükemmel olduğu durumlarda oluyor ve biz de Fransızcaya çeviriyoruz ama bu çok nadir oluyor.”

En fazla şikayet ettikleri konu, fotoğrafçıların gönderdiği işlerin birbirine benzemesi. Subtil, bir hatırasını anlatıyor: “Bir portfolyo değerlendirmesi sırasında Brezilya’da yaşayan bir fotoğrafçıyla tanıştım. Kendisine favela (gecekondu) hikayelerinden bıktığımı söyledim. Tüm Brezilyalılar favelalarda mı yaşıyor? Ya gelişen ülke? ‘Gazetelerin istediği bu.’ diye cevap verdi. Bu klişelerden gazeteler de sorumlu. Fotoğrafçılar da. Hepsi aynı hikayeleri yapıyorlar, fotoğraf editörlerinin beklentilerini öngörerek ve kolay olanı yaparak- maden işçileri, din, fakirler (zenginlere dair hikayeler üretmekten daha kolay). Etraflarındaki önemli şeyler üzerine yeterince düşünmüyorlar.”

DİJİTAL MEDYA YAYGIN, AMA KAZANDIRMIYOR

Subtil, “Foto muhabirleri için daha zor zamanlar olacak.” diyor ama karamsar değil. “Bir işi yapmadan önce konusu üzerinde düşünen, diğerlerini taklit etmeyen, kendine has bireysel bir düşünme tarzı olan, fotoğrafçı olduğu kadar gazeteci de olan ve dünyada ne olup bittiğine dair merak duyan iyi fotoğrafçılar için her zaman fırsat olacak.” diyor. Dijital medyanın yaygın olmasına rağmen henüz para kazandırmadığını söyleyen Marie-Pierre Subtil, satış kaygımız yok diyor. XXI, 50 bin kopya basılıyor. Çoğu kitapçılarda satılıyor. 11 bin de abone var. 6 Mois ise 30 bin kopya basılıyor ve yine kitapçılarda satılıyor. Dergiler şimdilik Fransızca. Fakat farklı dillerde tekliflere de açıklar.


Savaş kampında yazılan notalar

$
0
0

II. Dünya Savaşı’nda, Terezin ve Auschwitz toplama kamplarında öldürülen Pavel Haas, Viktor Ullmann, Gideon Klein ve Zikmund Schul’ün kamplarda yaptıkları besteler, bu akşam saat 20.30’da Zorlu Performans Sanatları Merkezi Drama Sahnesi’nde icra edilecek.

Şişli Belediyesi, 500. Yıl Vakfı ve Anadolu Kültür’ün birlikte düzenlediği konsere Alman besteci Richard Wagner’in torunu, müzik tarihçisi Dr. Gottfried Wagner konuşmacı ve anlatıcı olarak katılacak. Konserde, Wagner’in hazırladığı metinler eşliğinde, sanatçıların piyano ve koro eserlerini piyanist Renan Koen ve şef Erdem Nusret Karakaş yönetimindeki Nâzım Hikmet Akademi Korosu seslendirecek. (0212 708 81 65)

Bedri Rahmi ve çağdaşı aynı sergide

$
0
0

Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Amerikalı Romare Bearden birbirinin çağdaşı ve Odysseus izinde kendi geçmişlerinde yolculuğa çıkan iki sanatçı. 1911’de dünyanın farklı coğrafyalarında dünyaya gelen, 1950’lerde kariyerlerinin en verimli döneminde Paris’te Matisse ile Picasso’nun işlerinden beslenen ikili, yolları hiç kesişmese de benzer arayışların peşinde unutulmaz eserler üretti.

Bearden, Homeros’un Odysseus Destanı üzerinden evrensel bir Afro-Amerikan kimliği kurgularken, Mavi Anadoluculuk akımından esinlenen Eyüboğlu, yaşadığı topraklar üzerinde iz bırakmış bütün medeniyetleri kucaklayan yeni bir Anadolu kimliğinin izini sürdü. Caz ustası Bearden, resimlerinde müziğin ritminden ilham alırken, Eyüboğlu Anadolu halk ozanlarını resimlerine sıkça konu etti.

Bu ikiliyi bir araya getirmek Columbia Üniversitesi Zora Neale Hurston İngiliz Dili ve Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörü Dr. Robert G. O’Meally ile Columbia Global Centers | Turkey ve Columbia Üniversitesi doktor adayı Merve Tezcanlı İspahani’nin aklına geldi. İki akademisyen küratörlüğünde 16 Nisan’da açılacak serginin adı ‘Mavi Seyyahlar: Romare Bearden ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Sanatı’. İstiklal Caddesi’ndeki Sismanoglio Megaro’da 17 Mayıs’a kadar ziyaret edilebilecek sergide; Bearden’ın Siyahi bir Odysseus isimli çalışmalarına Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun aile koleksiyonunda yer alan Torun, Seni Düşünürken, Baltabaş Kemençeci, Kağnı, Ana ve Çoban, Âşık Veysel, Saz Çalan ve Yavuz Geliyor Yavuz gibi eserleri eşlik edecek. (0212 244 9335)

Sansür reloaded!

$
0
0

Daha altı ay geçmeden yeni bir sansür krizi hakkında yazıyor olmak sevimsiz, ama ‘Yeni Türkiye’ dedikleri böyle bir yer. Geçtiğimiz ekim ayında 51. Altın Portakal Film Festivali’ni iptal noktasına getiren sansür, şimdi gölgesini İstanbul Film Festivali’ne düşürdü. Buna tam olarak ‘kanuni sansür’ diyebiliriz. Şöyle ki:

Kültür Bakanlığı, 2004’te çıkan bir yönetmelik ile festivallere katılan yerli filmlerden eser işletme belgesi istiyor. Yani, ticari gösterime (vizyona) çıkan filmlerden istenen belge, vizyon yüzü görüp görmeyeceği meçhul filmlerden festivale katılma şartı olarak talep ediliyor. Daha açık söyleyelim; festivallerdeki yabancı filmlerden istenmeyen tescil belgesi, yerli yapımları denetlemek, içindeki ‘muzır’ düşünceleri ayıklamak, gerekirse gösterimini engellemek için bulunmuş bir yöntem. 5224 sayılı kanunun ilgili maddesine dayandırılan ve 11 yıldır yürürlükte olan bu yönetmelik İstanbul, Adana ve Antalya gibi büyük festivaller söz konusu olduğunda uygulanmıyor ya da esneklik gösteriliyordu. İki yıl önce Malatya’da bu sebepten iki film festivale katılamamıştı. 2013’te Antalya’da uygulanmak istenmiş, yapımcılar tepki gösterince mesele ‘tatlıya bağlanmıştı’.

2014’ün Ocak ayına gelindiğinde Sinema Genel Müdürü Vekili Mesut Cem Erkul imzasıyla İstanbul Film Festivali’ne gönderilen yazıda, festivale katılacak yerli yapımlar için kayıt ve tescil belgelerinin tamamlanmış olması zorunluluğu getirildi. Bu durum, 26 yıl sonra sansürün sinsice geri gelmesi demekti. 1988’de dünyaca ünlü yönetmen Elia Kazan öncülüğünde İstiklal Caddesi’nde yapılan sansüre karşı protesto yürüyüşü neticesinde festivallerin sansür kurulundan muaf olması sağlanmıştı. Keşke sinema camiası geçen yılın ocak ayında bu duruma yüksek sesle karşı çıksaydı, ama işler bir şekilde yürüyünce bu örtülü sansür sorun edilmedi. Söz konusu yönetmelik birer ikişer, filmlere uygulandıkça gündeme geliyor, sinemacılar, hep bir ağızdan tavır koyamıyordu. Nitekim Altın Portakal’da doğrudan kendini gösteren sansür karşısında sinema dünyası ortak bir tavır belirleyemedi.

Antalya’daki krizden altı ay sonra sansürün bu kez İstanbul’da patlak vermesinin sebebi Ertuğrul Mavioğlu ve Çayan Demirel’in yönettiği Kuzey / Bakur adlı belgesel film. PKK terör örgütünün dağdaki üyelerinin günlük yaşamını konu alan filmin dünkü gösteriminden bir gün önce bakanlığın festival yetkililerine söz konusu yönetmeliği hatırlatıp tescil belgesi istemesi, meselenin ‘hukuki’ değil, siyasi bir hamle olduğunu gösteriyor. Tepkilere rağmen bu belgenin özellikle istenmesinin ardında seçime yönelik siyasi hesaplar olabilir. İşin sinemaya bakan yönünde başka bir tehlike var. Sektör içinden konuştuğum yapımcı ve yönetmenler, yarışmalı ve yarışma dışı bölümlerdeki yerli filmlerin çok azının tescil belgesi olduğunu söylüyor. Dolayısıyla Bakur’un gösteriminin iptalinden sonra diğer yarışma ve yarışma dışı yerli filmlerin iptal haberi de gelecek. Dün akşam alelacele toplanan yapımcıların tavrı belirleyici olacak. Bu gelişmeler, 34. İstanbul Film Festivali’nin perdelerini erken kapatmasına kadar gidebilir...

Sansür krizinin sinema lehine aşılması için sinemamızın bütün temsilcilerine görev düşüyor. Sansüre karşı verilecek tavizin yakın geçmişte nasıl sonuçlandığı ortada. Bu noktada, festivali yıllardır başarıyla düzenleyen İKSV’nin de “biz de sansüre karşıyız, ama hukuki olarak elimiz kolumuz bağlı” demekten başka, daha ciddi ve etkin girişimlerde bulunması elzemdir. Sansür karşısındaki kararlı duruşuyla geçmişte iyi sınavlar veren festivalin, en azından, 34 yıldır kendisini bir okul gibi gören seyircisine ‘ilkesel duruş’ borcudur bu.

Festivalde boykot var

$
0
0

34. İstanbul Film Festivali’nde sansür krizi yaşanıyor. Sinema Genel Müdürlüğü, festival yönetimine yerli filmlerin eser işletme belgesi alma zorunluluğunu hatırlatınca Kuzey/Bakur filminin dünkü gösterimi iptal edildi. Bunun üzerine sinemacılar boykot kararı aldı; 23 film, festivalden çekildi.

34. İstanbul Film Festivali, sansür kriziyle sarsıldı. Dün 16.00 seansındaki Kuzey / Bakur filminin gösterimi, Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün uyarısıyla iptal edildi. Sinema Genel Müdürlüğü, “Sinema filmlerinin değerlendirilmesi ve sınıflandırılmasına ilişkin usul ve esaslar hakkında yönetmelik”in 15. maddesine göre festivallerde gösterilecek Türkiye’de üretilen filmlerin kayıt-tescil ve eser işletme belgesi almış olması zorunluluğunu festivalin düzenleyicisi İKSV’ye hatırlattı. Bu belgeye sahip olmayan Kuzey filminin gösterimi iptal edilince sinemacıların tepkisi sert oldu.

23 FİLM, FESTİVALDEN ÇEKİLDİ

Sinema meslek birlikleri dün akşam üzeri Cezayir Restaurant’ta acil bir toplantı yaparak festivali boykot kararı aldı. Kuzey adlı belgesel filmin yönetmeni Ertuğrul Mavioğlu’nun da aralarında bulunduğu sinemacılar, bu durumu sansür olarak nitelendirip Kuzey filmi gösterilene ve festival filmlerine tescil belgesi şartından vazgeçilene kadar filmlerini festivalden çekeceklerini duyurdu. Festivalin ulusal yarışma, belgesel ve Türkiye sineması bölümlerinden 23 filmin yapımcısı bu uygulamadan geri dönülmezse festivalden çekileceğini açıkladı. Ayrıca Nuri Bilge Ceylan, Erden Kıral, Tayfun Pirselimoğlu, Onur Ünlü, Reis Çelik, Yeşim Ustaoğlu gibi isimlerin de yer aldığı 200’ü aşkın sinemacı Kültür Bakanlığı’na bir mektup yazdı. İlgili yönetmeliğin yeniden düzenlenmesini isteyen sinemacılar, filmlerin eser işletme belgesi aranmaksızın tüm festivallerde özgürce gösterilmesini talep etti.

Festival süresince bu belgeye sahip olmayan bir belgesel ve beş kısa filmin gösterilmiş olması, Kuzey/Bakur’un siyasi sebeplerden dolayı sansürlendiği iddialarını güçlendiriyor. Ertuğrul Mavioğlu ile Çayan Demirel’in yönettiği film, PKK’nın dağ kadrolarının günlük yaşamlarını konu alıyor.

Günter Grass hayatını kaybetti

$
0
0

Almanya'nın en ünlü yazarlarından Günter Grass 87 yaşında Lübeck kentinde öldü.

Polonya'nın Danzig kenti doğumlu Grass 1959 yılında yayınladığı "Die Blechtrommel" (Teneke trampet) romanıyla Dünya çapında ün kazanmıştı.

Edebiyat Nobel ödüllü yazar, son olarak 2012'de yazdığı İsrail karşıtı şiiriyle gündeme oturmuştu. SPD'ye yakınlığı ile tanınan yazar, seçim kampanyalarında bu partiye destekleyici toplantılar yapmıştı.

Ünlü yazar "Danzig üçlemesi", "Köpek yılları" Anılar üçlemesi", Soğan soyarken", "Kutu" ve Grimm'in kelimeleri" gibi Dünyaca ünlü eserleri ardında bıraktı. (DHA)

Viewing all 7489 articles
Browse latest View live