Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

ENBE Orkestrası, Darüşşafaka için çalıyor

$
0
0
1863 yılından bu yana babası veya annesi hayatta olmayan çocuklara eğitim veren Darüşşafaka, geleneksel bağış konserlerine ENBE Orkestrası'yla devam ediyor.Behzat Gerçeker’in kurduğu ENBE Orkestrası 20 Mart Cuma günü saat 20.30’da Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda konser verecek. Betül Demir, Burcu Güneş, Erdal Çelik, Hayyam, Işın Karaca, Ziynet Sali ve genç yetenekler Büşra Periz, Cem Belevi, Haydar Yılmaz, İlyas Yalçıntaş, Rümeysa, Tuvana Türkay’ın eşlik edeceği konserin gelirleri Darüşşafaka sınıflarının teknolojik altyapısını yenilemek için kullanılacak.

‘Gergedan’ Ankara’da

$
0
0
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın yeni oyunu “Gergedan” Ankara Devlet Tiyatrosu Küçük Tiyatro Sahnesi’nde 17-21 Mart tarihleri arasında sahnelenecek.Eugene Ionesco’nun yazdığı dünya klasikleri arasında sayılan Gergedan’ın yönetmenliğini Barış Erdenk üstleniyor. Modern insanın çaresizliğini ele alan oyunda Mert Kırlak, Hakkı Kuş, Özlem Boyacı, Mete Ayhan, Mustafa Kılıkçı, Yalçın Özen, Emel Alnady, Ayhan Bekdemir, Gülşah Eraraç, Berkay Gökçek, Gamze Kılıkçı, Orçun Tiryaki, Mert Tiryaki, Didem Seçil Üner ve Sanem Yeles rol alıyorlar.

Bursa'nın kitaplı günleri başladı

$
0
0
Bu yı 13. kez düzenlenen TÜYAP Bursa Kitap Fuarı, dün kitapseverlerin katılımıyla açıldı.TÜYAP Bursa Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’nde 22 Mart’a kadar açık kalacak fuarda aralarında İlber Ortaylı, Gülten Dayıoğlu, Can Dündar, Doğan Hızlan, İnci Enginün, Deniz Kavukçuoğlu, Hakan Bıçakçı, Buket Uzuner, Yalvaç Ural ve Yekta Kopan’ın da bulunduğu pek çok yazar, şair ve bilim insanı okurlarıyla buluşacak. 300 yayınevinin katılımıyla gerçekleştirilecek fuarda, Çanakkale Zaferi’nin 100. yılı çeşitli etkinliklerle kutlanacak. Ayrıca, Türk tiyatrosunun usta ismi Haldun Taner’in 100. yaşı fuarda çeşitli etkinliklerle kutlanacak. Girişin ücretsiz olduğu 13. TÜYAP Bursa Kitap Fuarı her gün 10.00-19.30 saatleri arasında ziyaret edilebilir.

Ne yüzyıl ama!

$
0
0
Salt Beyoğlu'nda salı günü açılan “Yüzyılların Yüzyılı” sergisi, yankıları devam eden ve bugünü şekillendirmede önemli rol oynayan tarihsel dönüşümleri, travmatik deneyimleri ve toplumsal geçişleri ele alıyor. Sergide Türkiye ile birlikte 11 farklı ülkeden işler yer alıyor.Hafızamızı biraz yoklayalım… Son 100 yılın şahitlik ettiğimiz kısmında neler yaşadık, neler gördük geçirdik? Peki ya biz henüz dünyaya gelmeden önce yaşananlar?.. Biraz başa saralım isterseniz. Kurtuluş Savaşı, 1923'te Cumhuriyet'in kuruluşu, ardından devrimler… Savaşın etkileri Anadolu'da uzun yıllar devam etti. İleriki zamanlarda ise insanlar, yüzlerce yıldır iç içe yaşadığını unutup toplumsal belleğe bir darbe yaptılar. Yaşanan olaylardan sonra çoğu Ermeni, Rum, Yahudi ve Kürt, ülkeden göç etmek veya kimliğini gizlemek zorunda kaldı. Şimdi biraz da yakına gelelim: Roboski, Gezi olayları, artan kadın cinayetleri… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bir de bizim tanık olmadıklarımız, uzak coğrafyalarda yaşandığı için hiç de haberdar olmadıklarımız var… Hafta başında Salt Beyoğlu'nda açılan "Yüzyılların Yüzyılı" adlı sergi, toplumsal hafızada yer eden ve yankıları hâlâ süren bu tarihsel dönüşümleri inceliyor.Zarlar ve İnsanlar (Didem Pekün)“BİZ MATERYAL DEĞİLİZ!”Tarihsel bir süreci kapsayan çalışmaların yer aldığı sergi, video, resim, fotoğraf ve yerleştirmelerle farklı coğrafyaların, kültürlerin travmalarını ele alıyor. Mısır, Almanya, Türkiye gibi 11 ülkeden tarihi öneme sahip an, dönem ve olaylarının yer aldığı çalışmalardan en etkileyici olanı Kanadalı sanatçı Kapwani Kiwanga'nın “…Maji'nin yalan olduğuna dair rivayetler” isimli çalışması. 1905-1907 yılları arasında Tanzanya'daki savaştan izleri günümüze taşıyan Kiwanga, savaşla ilgili araştırmalarında Avrupa'da ve Tanzanya'da farklı bulgular elde etti. Etnografya müzelerinde ve ulusal müzelerde sömürgeci anlayışla yürütülen bu savaşa dair sadece somut materyallere rastlarken, Tanzanya'da hatıralara dayanan sözlü bir tarihle karşılaştı: “Biz materyal değiliz!” Sanatçı bu durumu anlatabilmek için iki video hazırladı. İlkinde Berlin Etnografya Müzesi'nde Maji Maji Savaşı'ndan kalan somut izler (taşlar, boncuklar ve belirsiz nesneler) ele alınıp incelenirken, diğerinde, elinde hiçbir şey olmadığı halde varmış gibi bir inceleme yapıyor, bu sayede acıları soyutlaştırarak, tarihe tanıklık edilmesini sağlıyor.Sergide dikkat çeken çalışmalardan bir diğeri, Dilek Winchester'a ait “Sanki bizden önce hiçbir şey söylenmemişçesine”. 1928 yılında gerçekleşen Harf Devrimi'ndan sonra bir gecede insanların ümmi (okuma-yazması olmayan) olması ve sonrasını inceliyor sanatçı. Arap alfabesinden Latin alfabesine geçişte konuşulan ve yazılan dil arasına sıkışmayı, oraya hapsolmayı; Ermeni, Yunan, İbrani, Latin ve Arap harfleriyle zengin bir dilsel karmaşayı ortaya seriyor. Böylece Winchester farklı kültürlerin tarihsel bir aradalığı konusunu ele alarak kültürel geçmiş ile şimdiki zaman arasında yeni bir diyalog kurma olasılığını irdeliyor. Didem Pekün ise ‘Zarlar ve İnsanlar' isimli çalışmasında yakın geçmişten, 2011'den günümüze, Londra ve İstanbul'da çektiği 26 mini-videoyla hem siyasi olayları (2011'de Londra'daki Occupy hareketi ile 2013 yılında gerçekleşen Gezi Parkı olayları), hem de hayatın ve doğanın heyecanını yansıtıyor.…Maji’nin yalan olduğuna dair rivayetler (Kapwani Kiwanga)EVİNİ YIK, TEKNE YAP...“Evini yık, ondan bir tekne yap ve hayat kurtar!” Hera Büyüktaşçıyan'ın 6-7 Eylül olaylarından yola çıkarak hazırladığı enstalasyon; Judith Raum'un 1889 yılında yapımına başlanan Anadolu ve Bağdat Demiryolları’na ait Alman arşivlerinden kaydettiği bilgilerle oluşturduğu “eser”; Yasemin Özcan'dan “üçyüzbir” ve diğer dört çalışmanın yanı sıra Erinç Aslanboğa, Natalie Heller ve Bahar Temiz'in "İz Sürücü" adlı sunum-performansı da görmeye değer bir çalışma. 3 Nisan'a kadar çarşamba ve cuma günleri 18.30 ve pazar günleri 16.30'da gerçekleştirilecek “İz Sürücü”de kişisel tarih, toplumsal bellek, imgeler, olayların üzerimizde bıraktığı izler, travmalar sorgulanıyor.Ulusal gerginlikler ve başarısız diplomasinin etkilerinden öznel tarih okumalarına uzanan “Yüzyılların Yüzyılı” sergisi 24 Mayıs'a kadar ziyaret edilebilir.Eser (Judith Raum)

Hafta sonuna ‘Selam’ damgası: 3 günde 418 bin seyirci izledi

$
0
0
13 Mart’ta vizyona giren, yılın en iddialı yapımı Selam Bahara Yolculuk, ilk 3 günde 418 bin 557 kişi tarafından izlenerek büyük bir başarı elde etti. 302 salonda vizyona giren film bu hafta sonunun en çok izlenen yapımı oldu. Birçok ilde büyük ilgiyle karşılanan yapım, neredeyse kapalı gişe oynadı.Yönetmenliğini Hamdi Alkan’ın yaptığı, başrollerinde Aslıhan Güner, Gürol Güngör, Merve Sevi ve Mert Yavuzcan’ın yer aldığı filmin vizyona girdiği sinema salonları önünde uzun kuyruklar oluştu. Aynı anda Avrupa'da da gösterime giren film, yurtdışındaki ülkelerde de yoğun bir ilgiyle karşılandı.'Selam Bahara Yolculuk’un yapımcısı Haluk Örgün, filmin başarısı ve gördüğü ilgiyle alakalı şunları söyledi:“Dünyanın tüm çocuklarını evlatları bilmiş, gittikleri her yeri vatan kabul etmiş, hayatlarını bir valize sığdırabilenlerin “mefkure muhacirleri”nin hayatlarına, filme giderek ortak olan tüm izleyicilere teşekkürlerimi sunuyorum. Görev yaptıkları ülkelerin güzellik ve zorluklarını anlatırken gözleri parıldayan, öğrencilerinden bahsederken gözyaşlarına boğulup onları usta bir hatip gibi anlatan bu öğretmenlere “isminiz nedir?” diye sorulduğunda, büyük bir mahcubiyetle başlarını aşağı eğip, isimlerini söylemek istemeyenlerin hikayesinin filmine ilk hafta gösterilen bu ilgi Anadolu insanının öğretmenlerine sahip çıktığının bir göstergesidir. Filme olan ilgi doğru bir iş yaptığımızı gösterdi. Vizyon öncesi ‘Selam Bahara Yolculuk’un, 2015 yılının en beğenilen filmlerinden biri olacağını düşünüyorduk. İzleyiciler de bu düşüncemizde bizi yanıltmadı. Tüm film ekibine ve oyuncularımıza da gösterdikleri büyük özveri için teşekkür ediyorum.”

Bağlama ustaları CRR’de buluşuyor

$
0
0
Yücel Paşmakçı, Erol Parlak, Erdal Erzincan, Nuray Hafiftaş, Çetin Akdeniz, Cengiz Özkan ve Okan Murat Öztürk'ün de aralarında olduğu Türkiye'nin bağlama ustaları 23-24 Mart'ta Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda buluşuyor.Bu yıl ilki gerçekleştirilecek Bağlama Günleri, 23 Mart Pazartesi günü saat 10.00'da bağlama sergisiyle başlıyor. Sergide, telli sazların çoğunun atası sayılan, folklorik anlamda halk müziğimizin asli sazı olan ve bin yılları aşan derin bir geçmişe sahip bağlamanın günümüzde yaygın kullanılan türleri sergilenecek. Program saat 12.00'deki Çetin Akdeniz Ustalık Sınıfı/Master Class eğitimiyle devam edecek. Saat 14.00'te başlayacak “Türkiye, Avrupa ve Çevre Kültürlerde Bağlama” başlıklı paneli Prof. Dr. Erol Parlak yönetecek, Prof. Dr. Gülnaz Abdullahzade, Doç. Martin Greve konuyu tartışacak. Birinci gün, 16.30'daki fuaye Rzayev Elçin Raşidoğlu, Adem Tosunoğlu'nun konserlerinin ardından saat 20.00'deki Âşık Veysel'i anma konseri ile sona erecek. Bağlama Günleri'nin ikinci günü saat 12.00'de Nuray Hafiftaş Ustalık sınıfı ile başlayacak. Yücel Paşmakçı'nın yöneteceği “Toplumsal, Kültürel ve Simgesel Özellikleriyle Bağlama” paneline Öğr. Gör. Okan Murat Öztürk, Araş. Gör. Erdem Şimşek katılacak. Bağlama Günleri'nin birincisi saat 20.00'deki ‘Erdal Erzincan ve Bağlama Orkestrası'nın konseriyle sona erecek.

Haldun Taner için bir sergi

$
0
0
Öykü, tiyatro, kabare yazarı ve gazeteci Haldun Taner (1915-1986), doğumunun 100. yılı vesilesiyle bir sergiyle anılıyor.Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ve Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi (CKM) işbirliğiyle hazırlanan “Bir güçlü yazar, bir güzel insan: Haldun Taner 100 Yaşında” sergisi yarın Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde açılıyor. Sanatçının fotoğrafları, özel eşyaları ve kitaplarının yanı sıra yazarın hayatının belirli dönemlerini, ilgi alanlarını ve edebi yolculuğunu anlatan sergi, 16 Nisan’a kadar görülebilir.

‘Türk ve Arap dünyası arasında sağlam köprüler kuruluyor’

$
0
0
Suudi Arabistan’ın en büyük kültürel etkinliklerinden Riyad Uluslararası Kitap Fuarı, önceki gün sona erdi.Başkent Riyad’da bu yıl dokuzuncusu düzenlenen ve 11 gün devam eden uluslararası kitap fuarının onur konuğu ülke Güney Afrika’ydı. 29 ülkeden 915 yayınevinin katıldığı fuarda Türkiye’den sadece Nil Yayınları yer aldı.Fuarda Nil Yayınları standını ziyaret eden Suudi Arabistan’ın önde gelen âlimlerinden belagat uzmanı Prof. Dr. Abdullah bin Salih bin Muhammed El-Urayni, Türkçeden Arapçaya çevrilen eserleri inceledi. Türkiye’de yayımlanan tek Arapça dergi olan Hira’da makaleleri de yer alan Prof. El-Urayni, Hira’nın Türk-Arap kültürü arasında mükemmel bir köprü görevi üstlendiğini ve ilişkileri güçlendirdiğini belirtti ve sözlerine şöyle devam etti: “Hira, bildiğim kadarıyla yaklaşık 100 yıldan sonra Türkiye’de yayımlanan tek Arapça dergi. Arap vatanı semalarında parlayan bir yıldız. Bizi birbirimize bağlayan bir köprü. Çağdaş Türk kültürü için bu köprüye ihtiyacımız var.”Hira Dergisi Suudi Arabistan Mekke bürosunda görevli Mehmet Altan ise fuara her yıl katıldıklarını, dünyanın farklı ülkelerinden, özellikle Arap dünyasından yüksek seviyede ilgi gördüklerini söyledi. Altan, önceki yıllardaki gibi bu yıl da en çok satan kitaplarının Risale-i Nur Külliyatı ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin kitapları olduğunu belirtti.‘Gülen’in üslubunda samimiyet var’Nil Yayınları standını ziyaret eden Suudi Arabistan’ın önde gelen âlimlerinden belagat uzmanı Prof. Dr. Abdullah bin Salih bin Muhammed El-Urayni, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserlerini değerlendirdi. Gülen’in kitaplarındaki üslup ve samimiyetin önemine işaret eden yazar, “Başka eserlerde bu lezzeti bulamıyorum.” dedi.Gülen’in ifadelerinde doğruluk ve derin bir samimiyet bulunduğunu dile getiren Prof. El-Urayni, “Bu doğruluk, samimiyet ve içtenlik onu sevmemi, söylediklerinden istifade etmemi sağlıyor. Fethullah Gülen Hocaefendi açık, net bir vizyona sahip.” dedi.Yirmiyi aşkın kitabı bulunan Muhammed El-Urayni, Gülen’in geleneksel duyuş ve anlatım metotlarının yanı sıra modern bir üsluba da sahip olduğunu ifade ederek şöyle dedi: “Söz kalpten çıkarsa kalbe girer. Gülen, açık, net bir vizyona sahip. Birçok âlimde bunu göremiyoruz. Mecazlar, benzetmeler ve ifade üslubunda kullandığı en modern söyleyişler, onun yazılarına farklı bir lezzet veriyor.”

Edebiyatın, Çanakkale ile acıklı imtihanı

$
0
0
1915 yılının Haziran ayında Çanakkale Cephesi’ne bir ‘Edebi Heyet’ gönderildi. Aralarında şair, yazar, ressam ve bestekârların yer aldığı bu heyetin ‘edebi başarısızlığını’Beşir Ayvazoğlu kaleme aldı.Mehmed Emin Yurdakul, Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Razi Bel, Nazmi Ziya Güran, Çallı İbrahim, Ömer Seyfeddin, Celâl Sâhir Erozan, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ahmet Yekta Madran, Müfid Râtib, Ali Cânip Yöntem, İbrahim Alâettin Gövsa, Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Hıfzı Tevfik Gönensay, Hakkı Süha Gezgin... 1915 Haziran’ının sonlarına doğru, otuz kadar şair, yazar, ressam ve bestekâr Harbiye Nezareti Karargâh-ı Umumi İstihbarat Şubesi Müdürlüğü’nden birer tezkere aldılar. Yazıda, Çanakkale’de muharebe alanlarını gezerek duygu ve düşüncelerini anlatmaları isteniyordu. Davete olumlu cevap verenler, 11 Temmuz Pazar sabahı, kollarında beyaz üzerine yeşil defne dalları işlenmiş işaretler bulunan haki keten elbiselerini giymiş, kabalaklarını başlarına geçirmiş olarak Sirkeci Garı’nda buluştular, fakat Abdülhak Hâmid, Tevfik Fikret, Halit Ziya, Süleyman Nazif gibi ünlü isimleri aralarında göremeyince büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Omuzlardaki yük daha da ağırlaşmıştı. Her birinden Arıburnu ve Seddülbahir cephelerini gezdikten sonra kendi sanatlarının diliyle kahramanlık ve zafer neşideleri bekleniyordu. Edebi Heyet, Arıburnu ve Seddülbahir’de on gün geçirir. Yazar Beşir Ayvazoğlu, bu geziyi, sonucunu ve bugüne kadar uzanan yansımalarını kaleme aldı. Ayvazoğlu, “Edebiyatın Çanakkale ile İmtihanı” (Kapı Yayınları) kitabının ilk bölümünde Edebi Heyet’teki isimleri fotoğraflarıyla birlikte tek tek tanıtıyor. “Kim Davet Edildi, Kim Edilmedi” başlığı altındaki ikinci bölümde Abdülhak Hamit Tarhan, Tevfik Fikret ve Mehmed Akif Ersoy’un heyette neden yer almadığını açıklıyor.Edebi Heyet’in Çanakkale’ye ziyaretini ve dönüşünü 13 bölümde anlatan Beşir Ayvazoğlu, edebiyatımızın bu konuda neden başarısız olduğunu Sonsöz’de şöyle açıklıyor: “Çanakkale’de yazılan, Mehmed Akif gibi büyük bir şairin bile bütün şairlik kudretini kullandığı halde zor anlatabildiği bir destanı, Mehmed Emin Yurdakul’dan ve gencecik, tecrübesiz –ve kabiliyetleri sınırlı- şairlerden beklemek büyük bir hata ve haksızlıktı. Başarısızlığın sorumluluğu elbette heyeti teşkil ederken yanlış kararlar verenlerindir.” Çanakkale ile ilgili bugün bile dişe dokunur bir film, tiyatro, sergi, yayın sayısının az olması acaba yine bu yanlış kararlarla açıklanabilir mi?

Bartın Tiyatro Festivali, 21. yılında

$
0
0
Her yıl 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü ile birlikte başlayan Bartın Uluslararası Tiyatro Festivali bu yıl 21. yılını kutluyor.Bartın Cumhuriyet Alanı’ndaki festival yürüyüşü ve bildiri okunmasıyla başlayacak olan festivalde 4 Nisan’a kadar Özgür Ateş Sanat Merkezi, Bartın Sanat Tiyatrosu, Mahşer-i Cümbüş, Ereğli Sanat Kurumu, YÖN Sanat Atölyesi, Bartın Belediye Tiyatrosu, Tiyatro Çınar, Irak Atölye oyunlar sahneleyecek, söyleşiler düzenleyecek. (0378 227 89 19)

Filmlerdeki yaş sınırlamasının kriteri ne?

$
0
0
Sinema filmleri için getirilen yaş sınırı her yıl bir tartışmaya sebep oluyor. Daha önce Recep İvedik 4’e 7 yaş sınırı konulmuş, Onur Ünlü’nün yönetmenliğindeki İtirazım Var’a ise 18+ yaş sınırı getirilmişti. Şimdi de Selam-Bahara Yolculuk filmine 13+ yaş sınırı gündemde.Bana çok tuhaf geliyor Atilla Dorsay: Bütün dünyada sansür kalkmış durumda ama yaş sınırlaması var. Bu da makul bir şey. Ama bu uygulamayı dünya görüşünüzü, hayat pratiğinizi ve ideolojinizi kabul ettirmek için bir araca dönüştürürseniz bu toplumsal bir suçtur. Bahara Yolculuk ile iki filmlik bir seriye ulaşan Selam filmlerini izlemedim. Ama filmlerin birçok Türk aydını gibi benim de gönülden tasvip ettiğim, ülke içinde ve dışında büyük hayranlıkla karşılanan “Türk okulları” olayına ciddi, içten ve içeriden bir yaklaşım getirdiğini biliyorum. Türk okulları son çeyrek yüzyılda yalnız bizim açımızdan değil, evrensel eğitim alanında bir büyük ve yararlı girişim sayıldı. Bunları anlatan filmlerin 13+ yaş sınırlaması ile gösterilmesi doğrusu filmleri görmemiş olsam da bana çok tuhaf geliyor. Bu filmlerde çocukları ya da çok genç insanları irkiltebilecek, incitebilecek ve yaralayabilecek ne olduğunu en geniş bir tahayyül ve tasavvur yaklaşımıyla bile düşünmek olanaksız. Belli ki burada da iktidarın bu girişime ve son dönemde “Cemaat”ten gelen her şeye karşı son derece menfi ve hatta yıkıcı bakışı egemen olmuş. Herhalde yaş sınırlaması denen şeyin dünya ölçüsünde en anlamsız ve vahşice uygulamalarından biri sayılabilir. Politik bir refleks... Uğur Vardan: İktidarın kendince düşman bellediği herkese karşı tavrı malum. Dolayısıyla bu tavır gün geliyor alanlarda, gün geliyor sinema salonlarında tezahür ediyor. Filmlere getirilen yaş sınırlama kriterleri de iktidarın tipik tavrını yansıtıyor; taraflı... Ben bir filmin erotik ya da pornografik olması durumunda getirilen yaş kriterlerinde bir problem olduğunu sanmıyorum, bu noktada ‘konsensüs’ her kesim tarafından kolayca sağlanabilir. Lakin iş filmin politik duruşuna ve iktidarın rahatsız olabileceği görüşlerine gelince sorun başlıyor. Nitekim bunun somut örneğini geçen sezon Onur Ünlü imzalı ‘İtirazım Var’da görmüştük. Sıra dışı bir imamın portresinin çizildiği filme önce 18+ yaş sınırı getirildi, sonra gelen tepkiler doğrultusunda sınır 15 yaşa indirildi. Bu konuda kriterler evrensel olarak aşağı yukarı bellidir. Irkçı, ötekileştirici, nefret suçu vs. gibi zaten normal hukukun ve hayatın kapsamı içinde suç sayılan unsurların dışında hareket eden her filmin fikirsel ve zihinsel yolculuğu açık olsun!.. Pornografik özellikler içeren yapımlar için zaten yaş sınırları bellidir, öte yandan mesela Lars von Trier’in ‘Nemfomanyak’ adlı filmi herkese yasaklanmıştı; buna da ‘sansür’ diyoruz... Son olarak ‘Selam’ örneğinde ise sanırım yine politik bir refleksin harekete geçirildiği anlaşılıyor.

Film yıldızı değil şovmenim

$
0
0
X-Men, Sefiller gibi Hollywood filmlerinde rol alan fakat daha çok X-Men'deki Wolverine karakteriyle tanınan Avustralyalı oyuncu Hugh Jackman, önceki gün İstanbul'a geldi.Bugünden itibaren dört akşam "An Evening With Hugh Jackman" (Hugh Jackman'la Bir Gece) müzikaliyle Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi'nde sahneye çıkacak. Zorlu Center PSM Sky Lounge’ta gazetecilerin sorularını cevaplayan Jackman, Türkiye'ye ikinci kez geliyor. İlk 19 yıl önce, Fethiye'ye balayı tatili için gelmiş ve eşiyle birlikte 18 saat otobüs yolculuğu yapmışlar. Jackman'a bu akşamki gösterisinde 32 kişilik orkestra, dans ekibi ve adı açıklanmayan bir Türk sanatçı eşlik edecek. Sahnede iki buçuk saat kalacak olan sanatçı, ‘Singin' in the Rain' ve ‘Guys and Dolls' gibi Broadway'in klasikleşmiş, en başarılı müzikallerinden 26 parça seslendirecek. Basın toplantısında Elves Presley'in 'Fever' şarkısından çok az bir bölüm seslendiren Jackman'ın konuşmasından öne çıkan başlıklar…Sefiller filminden de şarkılar olacakŞovum aslında benim hayatımı anlatıyor. Bu nedenle benim için farklı anlamları olan parçalar söyleyeceğim. Gösteride tiyatro oyunum Oklahoma, Sefiller filmi, sevdiğim rock and roll şarkıları olacak. Ayrıca biliyorsunuz Broadway şovlarında rol alıyorum, klasikleşmiş Broadway şarkılarını da söyleyeceğim.Türkçe şarkı söylememem sizin hayrınıza olurŞovu ilk kez 2011'de San Francisco'da sahnelemeye başladım. Sonra Toronto'da, Broadway'de ve birkaç şehirde daha sahneledim. Zorlu Center PSM'den davet aldığımda çok heyecan duydum. Daha önce sahnelemediğim yeni sahneler var şovumda. Özel bir sürprizim de olacak size. Hayır, Türkçe şarkı söylemeyeceğim, bu sizin hayrınıza olur zaten. Keşke söyleyebilseydim. Belki hafta sonuna doğru bir şeyler öğrenebilirim. Bir Türk sanatçıyla aynı sahneyi paylaşacağım. Umarım iyi bir ikili oluruz.Film yıldızı olmam beklenmedik bir gelişmeydiBenim için her şey sahnede başladı. Önce müzikallerde rol aldım. Profesyonel müzikal kariyerime 1996 yılında Melbourne'da sahnelenen Beauty and the Beast'in (Güzel ve Çirkin) Gaston rolüyle başladım. Sunset Boulevard'da, Summa Cabaret'te ve 1998'de Royal National Cabaret'de sahnelenen Oklahoma'da başrol oynadım. Sahne şovları en keyif aldığım işlerim. Film yıldızı olmak benim için beklenmedik bir gelişmeydi. Herkes beni Wolverine karakteriyle tanıdı ama ben ondan çok farklıyım. Hayatım boyunca yaptığım en beklenmedik şey X-Men'de oynamaktı. Ama bu müzikal, hayatımın ta kendisiyle ilgili. Film yıldızından çok, şov insanı olduğumu söyleyebilirim.Sabah uyanıp Boğaz'ı seyrettim...İşimi büyük bir aşkla yapıyorum. Bugün İstanbul'da uyandım. Dışarıya baktım, Boğaz'ı seyrettim, bu olağanüstüydü, inanılmazdı. Herhalde dünyanın en şanslı insanı ben olmalıyım diye düşündüm. Çocukken odamın duvarlarında rock and roll yıldızlarının fotoğrafları yoktu ama dünyayı gezen insanların fotoğrafları vardı. Bakın bugün ben de buradayım. Yaptığım şeyi iş gibi düşünmüyorum. Çok büyük mutluluk duyuyorum. Ailemi geçindiriyorum. Çocuklarıma iyi bir eğitim alma imkanı sağlayabiliyorum. Bütün bunlar çok büyük bir nimet. Oyuncular olarak bizler, ‘şöyle yoğunuz, böyle yoğunuz' demeye, abartmaya bayılırız. Ben aslında epeyce geziyorum da…“Son Umut" gibi bir film yapabilirimBu yılın, birlikteliği sembolize eden, uzlaşmayı yansıtan ve hep birlikte neler öğrenebileceğimizi simgeleyen çok önemli bir yıldönümü olduğunu düşünüyorum. Müzikalimin böyle bir zaman dilimine, Gelibolu'nun 100. yıldönümüne denk gelmesi güzel bir tesadüf oldu. Son Umut gibi bir film yapabilirim. Ben sadece sahnede olmanın gücüne değil, aynı zamanda bir film vesilesiyle insanlarla bağlantı kurmanın gücüne de inanıyorum. Son Umut filminde her iki tarafı anlamaya çalışıyorsunuz. Avustralya'da büyümüş insanlar olarak biz sadece madalyonun bir yüzünü biliyorduk, işte sinemanın gücü buradan geliyor. Bir şekilde kalbinizi yumuşatıyor. Tarihe ilgi duyan biriyim fakat, Osmanlı İmparatorluğu ve Atatürk ile ilgili kalın bir kitap okudum ve bunca yıl hüküm sürmüş imparatorlukla ilgili ne kadar az bilgi sahibi olduğumu görünce utandım.Birdman'i kendime çok yakın buldumWolverine karakterini 15 yıl canlandırmış biri olarak Birdman'de anlatılan hikâyeyi kendime çok yakın buldum. Burada karakterin yaptığı en büyük hata pes etmesiydi. Eğer pes etmeseydi, bence gayet yolunda olacaktı her şey. Bu rolü ölene kadar oynayacaksın dediler. Bana sorarsanız harika bir filmdi. Bir oyuncunun yaşamını anlamayan ve ondan neler beklendiğini bilemeyen insanlar işin içyüzünü çözemiyorlar. Wolverine 40 yıl daha oynamayı şu anda tahayyül edemiyorum ama ne olacağını da bilemeyiz.Her şovda 1,5 kilo kaybediyorumOyunculuğu gerçekten çok seviyorum. Bazı arkadaşlarım, ‘hiç merak etme yakında orta yaş krizi yaşarsın' diyor. Şu anda 46 yaşındayım ve öyle bir kriz henüz vurmadı beni. Her şey yolunda gidiyor, kendimi iyi ve genç hissediyorum. Performans sahneliyor olmaktan memnuniyet duyuyorum. Dans etmeye bayılıyorum. Aşağı yukarı her şovda 1,5 kilo kaybediyorum.Oyuncuların yüzde 98’i işsizYaşlanmak kaçınılmaz bir şey tabi… Yaşlanınca herhangi bir rol alamamaktan korkmuyorum.Dürüst olmak gerekirse, şu anda kariyerimin hayal ettiğimin on yıl daha ötesindeyim. Günümüzde dünyadaki oyuncuların yüzde 98’i işsiz. Türkiye’deki oranı bilmiyorum ama hayatına oyuncu olarak başlayıp oyuncu olarak bitiren insan sayısı çok az. ‘Ben 80 yaşına kadar çalışmayı hak ediyorum’ gibi düşüncelere kendinizi gark ederseniz hata yapabilirsiniz. Çünkü bu düşük bir ihtimal. Ben şu anda yaşadığım şeyi, büyük bir teveccüh olarak görüyorum.Başarı, para mutluluk getirmezTabi ki uzun yıllar oyunculuk yapmak istiyorum. Bundan 20 yıl önce eşimle tanıştığım zaman ilk tiyatro oyunumu sahneliyordum ve haftada aşağı yukarı 800 dolar kazanıyordum ve son derece mutluydum. Yani 19 yıl önce İstanbul’a geldiğimde de mutluydum, şimdi yine aynı derecede mutluyum. Nerede kaldığımızı tam hatırlamıyorum ama gecesi 25 dolar olan bir odada kaldık. Başarı, para size mutluluk getirmeyecek. Kim olursanız olun, ne öğrenmiş olursanız olun hayatınıza karşı sergilediğiniz tavırla ilgilidir mutluluk. Bir şeyin sonsuza dek süreceğiniz öngörmek sizi mutsuzluğa götürür.Kamera karşısında rahatlamam 20 yılımı aldıSahne üzerinde performans sergilemek beni daha çok mutlu ediyor. Film yapma süreci, son derece teknik bir süreç. Bütün gün çekimler sürüyor. İki dakikalık bir çekim çıkıyor sonucunda. Ama sahnede olmak da kamera karşısında olmak da beni tatmin ediyor. Bu arada film setinde (kamera karşısında) rahatlamam 20 senemi aldı. Filmler içinde en iyi performansımın Sefiller olduğunu söyleyebilirim. Kendini seyretmek çok zor bir iş, benim avuçlarım terliyor.Osmanlı torunu mu, Türk mü, değil mi?Hugh Jackman, Türkiye’ye gelmeden önce bir gazeteye röportaj vermiş ve dedelerinin Türk olduğunu, Osmanlı topraklarında yaşadığını söylemişti. Jackman dünkü toplantıda önce bu bilgiyi doğruladı ve şöyle dedi: “Avustralya’da doğdum büyüdüm ama İstanbul ile bağlantım var. Çünkü büyük büyükbabam burada yaşıyordu. Sanırım Sakız Adası’nda doğmuş ve sanırım burada bir bankada çalışmış. Babam birçok kez İstanbul’a geldi. Her zaman da bana der ki, ‘sen kısmen Türksün’. Belki o yüzden Türk kahvesine bayılıyorum. Sabahları uyanıp da bir fincan Türk kahvesi içmek kadar beni mutlu eden bir şey yok.” Jackman’a sonra tekrar aynı soru sorulunca bu kez gerçeği şöyle açıkladı: “Aslında biraz karışık bir durum. Ailemin bazıları ‘dedemiz Türk’tü, bazıları Yunan’dı diyor. Yani bilemiyorum. Ama bugün buradayken Türk diyorum. Dürüst olmak gerekirse yüzde yüz emin değiliz bundan. Dedemin sonra İngiltere’ye gidip bir İngiliz kızıyla evlendiğini biliyoruz. Yüzyıl kadar önce. Dolayısıyla tam emin değiliz.”

Geoff Eley, faşizmin tarihini anlatacak

$
0
0
Alman tarihi ve faşizm üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan İngiltere doğumlu tarihçi Geoff Eley, bugün Boğaziçi Üniversitesi’nin konuğu oluyor.Michigan Üniversitesi Tarih bölümü profesörü Eley, Boğaziçi Lectures programı kapsamında “Dünden Bugüne Faşizm” başlıklı bir konuşma yapacak. Rektörlük Konferans Salonu’ndaki konferans saat 16.00’da başlayacak. 15 kitabı ve 150’den fazla makalesi bulunan Geoff Eley’nin eserleri İspanyolca, Portekizce, Sırpça, Korece, Yunanca ve Türkçe gibi pek çok dile çevrildi. Konferansın dili İngilizce, çeviri yapılmayacak.

Adana, bir aylığına tiyatro şehri oluyor

$
0
0
Sabancı Vakfı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Tiyatroları işbirliğiyle bu yıl 17.'si düzenlenen Devlet Tiyatroları Sabancı Uluslararası Adana Devlet Tiyatrosu Festivali'nin biletleri bugün satışa çıkıyor. 27 Mart'ta Hacı Ömer SabancıKültür Merkezi Sahnesi'ndeİstanbulDevlet Tiyatrosu'nun 'Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş' oyunuyla başlayacakfestival, 30 Nisan'a kadar sürecek.Türkiye'den 16, yurtdışından 8 olmak üzere toplam 24 oyunun sahneleneceği festival bu yıl en zengin programıyla tiyatro severlerin karşısına çıkıyor.Festivalde Amerika Birleşik Devletleri'nden Summer Nite Theatre “Marat / Sade”, Çin'den Shangai Dramatic Arts Center “Köpeğin Yüzü”, Fransa'dan Demons Et Merveilles “Lulu'nun Beyaz Gecesi”, Portekiz'den Espetáculo da 'Dobrar “Gôda”, Makedonya'dan Üsküp Türk Tiyatrosu “Bir Yaz Gecesi Rüyası”, Yunanistan Ulusal Tiyatrosu “Pasta” ve Ukrayna'dan Kiev Modern Bale Tiyatrosu “Carmen TV” adlı oyunlarını sergileyecek. Türkiye'den ise İstanbul Devlet Tiyatrosu “Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş”, Trabzon Devlet Tiyatrosu “Rulet”, Sivas Devlet Tiyatrosu “Kanlı Düğün”, Ankara Sanat Tiyatrosu “Halktan Biri” ve “Tesadüfen Kadın Elizabeth”, Semaver Kumpanya “Kuşlar” ve “Veriler”, Tiyatro Adam “Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı”, İkinci Kat Tiyatrosu “Fü”, Çolpan İlhan-Sadri Alışık Tiyatrosu “Kafesten Bir Kuş Uçtu” ve Pürtelaş Tiyatrosu “Savaş” adlı oyunlarını sahneleyecek. Festival oyunları Adana'da Adana Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi sahnesinde ve İstanbul'da Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi'nde seyirciyle buluşacak. Festivalin bu yıla özel açık hava gösterisi Alman Panoptikum ekibinin hazırladığı “Transition” ismini taşıyor. Performans 10 Nisan Cuma akşamı, saat 20.00'de, Tren Garı'nda izlenebilecek.Genç tiyatro toplulukları da festivalde Adana Tiyatro Festivali, alternatif tiyatro örneklerini Adanalı tiyatroseverlerle buluşturmak için festival sahnesinde genç tiyatro topluluklarına da yer açıyor. Festival kapsamında 5 genç tiyatro topluluğu Adana Devlet Tiyatrosu Fuaye Genç Sahne'de oyunlarını sergiliyor. Kulis Sanat Tiyatrosu “Köprüdeki Adam”, Seyyar Tiyatro “Tehlikeli Oyunlar”, Ters Ağaç Kukla Tiyatrosu “Son İncir”, Ray Tiyatro “Pencere” ve Tiyatro Evi “Çirkin” adlı oyunlarıyla seyirciyle buluşma heyecanını yaşayacak. Sakıp Sabancı Yaşam Boyu Başarı Ödülü Tiyatro sanatının gelişmesine önemli katkılarda bulunmuş ustalara minnet ve saygı duymak amacıyla 2005 yılından bu yana verilen “Sakıp Sabancı Yaşam Boyu Başarı Ödülü” her yıl olduğu gibi festivalin açılış töreninde sahibini bulacak. Bugüne kadar Sakıp Sabancı Yaşam Boyu Başarı Ödülü'nü almaya hak kazanan ustalar şöyle: Cüneyt Gökçer (2005), Macide Tanır (2006), Bozkurt Kuruç (2007), Yıldız Kenter (2008), Genco Erkal (2009), Müşfik Kenter (2010), Gülriz Sururi (2011), Haldun Dormen (2012), Rutkay Aziz (2013), Prof. Zeliha Berksoy (2014). Ödülün bu yıl hangi sanatçıya takdim edileceği açıklanmadı.

"Ahlaksızlığın egemen olduğu bir şiddet toplumuna doğru gidiyoruz"

$
0
0
Yazar ve müzisyen Zülfü Livaneli, İsveççe'ye çevrilen “Serenad” romanının tanıtımı için geçtiğimiz hafta Stockholm'e geldi. Livaneli ile İsveç'te yaşadığı yıllar, dostu Yaşar Kemal ve yeni romanı 'Konstantiniyye Oteli'nden, Türkiye'nin demokratik ve ahlakî gidişatına, Türk toplumundaki şiddetli bölünmüşlüğe, medya, seçimler ve çözüm süreci gibi konulara uzanan geniş oylumlu bir söyleşi gerçekleştirdik.12 Mart askerî muhtırasının ardından, bir dönem yattığınız hapisten çıktıktan sonra, başka bir isim ve sahte pasaportla İsveç'e siyasi mülteci olarak sığınıyorsunuz. Arzu ederseniz o yıllarınızdan başlayalım söze… Evet, başka bir isimle, sahte bir pasaportla ilk defa 1973 yılında İsveç'e geldim. Daha önce yurtdışına hiç çıkmamıştım. 1971 yılında Türkiye'de askeri darbe oldu. Bu darbeden sonra bir arkadaş grubu olarak bizi tutukladılar ki bu arkadaş grubu içinde Altan Öymen, Uğur Mumcu, Erdal Öz, Emin Galip Sandalcı vardı. Okuyan, yazan insanlar… Çok vahşi bir dönemdi. Sistematik işkencelerin yapıldığı, insan haklarının ayaklar altına alındığı bir dönemdi. Ben de hapisteydim. Ağır suçlamalar yapıyorlardı ama ellerinde delil yok. Yani bizim alakamız olmayan suçlamalar yapıyorlardı. Sonra baktım ki yaşama şartları kayboldu; çünkü suçsuz bulunuyorsun, bırakılıyorsun sonra tekrar içeri alınıyorsun. Yani hayatınızı yok etmeyi planlamışlar. Bir de işkenceler var. Çıkınca tekrar aranmakta olduğumu öğrendim. Türkiye'de yaşama şansı kalmayınca dışarı çıkmaya karar verdim. İsveç'e gelmeye karar veriyorsunuz. Niye başka bir ülke değil de İsveç? Hep İsveç'e gitmek istedim. Çünkü İsveç'in imajı bende çok güzeldi. Daha ortaokuldayken Ankara Devlet Tiyatrosu'nda August Strindberg oyunlarını seyretmiştim. Knut Hamsun'un Göçebe romanı gibi birçok İskandinav yazarının kitaplarını okumuştum. İsveç gözümde güzel ormanlar, nehirler, tertemiz, insan hakları bakımından iyi yeri olan bir ülke idi. Bana bambaşka bir yer gibi geliyordu. Geldik ve burada güzel bir hayat kurduk. İSVEÇ, HAKİKİ SİYASİ MÜLTECİ ÜLKESİYDİ İsveç'te tanıdığınız kimse var mıydı? Buraya gelince nerede kaldınız? Heykeltıraş İlhan Koman vardı, bir gemide yaşıyordu. Arkadaşlar ona göndermişlerdi. M/S Hulda isimli o gemide bir süre kaldık. Sonra eşim geldi. O gemi şimdi Türkiye'de müze oldu. O zaman İsveç'te çok az mülteci vardı. Ama hakiki politik mülteci idiler. Ekonomik sebeplerle mülteciliği kullanıp buraya gelenler değillerdi. Mültecilere yönelik çok iyi bir politika vardı ve biz gayet güzel buraya yerleşebildik. Bir de benim bir şansım oldu. Ben müzisyen olduğum için hemen İsveç televizyonuna film müzikleri yapmaya başladım. Gelir gelmez İsveçli yazar ve yönetmen Barbro Karabuda'nın Yaşar Kemal'den “Bebek Hikâyesi” filminin müziğini yaptım. Sonra İşçi Eğitim Merkezi'nde (ABF) müzik hocası oldum. İsveççe kurslarına gittik. Eşim de çok ilginç bir şekilde İsveççeyi o kadar çabuk öğrendi ki, o da bir yıl sonra yabancılara İsveççe öğretmeni oldu. Çok da güzel maaş alıyordu. Ve dolayısıyla herkes soruyor ‘İsveç'te diska städa yaptınız mı?' (bulaşık yıkadınız mı) diye, yapmadık. Daha sonra konserler, turneler falan... İsveç'te ne kadar kaldınız? İlk gelişte beş yıl kaldık. Daha sonra 12 Eylül oldu, o zaman ben Fransa'daydım; gene buraya geldik, iki sene kaldık. 82 yılında da Paris'e göçtük, üç sene de Paris'te yaşadık. Yani toplam 11 yıl gurbette kaldık. YAŞAR KEMAL, 'KORKMA, SENİ ORADA YALNIZ BIRAKMAYACAĞIM' DEMİŞTİ Hayatınızda çok önemli bir yeri olan Yaşar Kemal ile burada da birlikteliğiniz olmuş. İsveç'e birlikte mi gelmiştiniz? Yaşar Kemal benim 44 yıldır en yakın dostumdu. Onun da en yakın dostu bendim. Biz her gün buluşur, görüşürdük. Onun buraya gelmesi de öyle oldu. Ben hapisten sonra buraya gelince bir süre ayrı kaldık. Fakat ben 76'da yani üç yıl sonra Türkiye'ye dönmek istedim. Çünkü af çıkmıştı, ben de normal pasaport almıştım. Vatanı özlemiştim, döneyim dedim. Bütün bu eleştirilerime rağmen ben Türkiye'den ayrılamıyorum; çünkü Türkiye'yi seviyorum ve orası benim ülkem. Niye böyle kötü diye şikayet ediyorum, daha güzel olsun diye söyleniyorum. 76'da döndüm ama ülke çok karışık, günde 20-30 kişi öldürülüyor. Cinayetler var. Polis şiddeti, faili meçhuller. Ülke korkunç bir durumda. Bir-iki de ihbar geldi; burası tehlikeli dediler. Ben istemeye istemeye 5-10 gün sonra buraya geri dönmek zorunda kaldım. İstanbul'da Yaşar Kemal'de kalıyordum. Bir gün o ve eşi Tilda beni SAS uçağına bindirecekler. Ama öğlende Kör Agop'un lokantasına gittik, balık yedik. Orada türküler falan söyledik, benim gitmek istemediğimi, zorla döndüğümü biliyorlar. O kadar üzüldüler ki Yaşar abi "Korkma ben orada seni yalnız bırakmayacağım, ben de geleceğim" dedi. Tilda ile orada karar verdiler tak diye geldiler. Ama Yaşar Kemal burada uzun kalmadı… Yaşar abi burada iki yıla yakın kaldı. Her gün çıkar yürürdük beraber; türkü söylerdik. Ben bestelerimi yapardım. O “Merhaba'nın sözlerini yazdı, ben bestesini yaptım. Çin lokantalarına giderdik. Çok güzel günler yaşadık burada. İki yıl boyunca burada hep yazdı. Romanlarına çok önem veriyordu. Hep yeni projelerini anlatıyordu bana. Bu son senelerde çıkan “Bir Ada Hikâyesi”ni bana ta o zamanlar Stockholm'deyken anlatmıştı. Dolu dolu yaşadı. Dolu yazdı. Türkiye'nin ve dünyanın büyük bir şahsiyetiydi. Cenaze törenini biz düzenledik. Halkın çok büyük bir saygısı vardı. Çıkarken halk ‘Sen bizim onurumuzsun' diye bağırdı. Bu kaç kişiye nasip olur? Cenazesinde Türkiye'yi birleştirdi. Türkiye'de kitaplarınızın neredeyse hepsi çok satanlar arasında. Almanya başta olmak üzere bazı başka ülkelerde de kitaplarınız büyük ilgi görüyor. İsveç'te de aynı ilgiyi bekliyor musunuz? Belli olmuyor. Bazı ülkelerde daha değişik gidiyor. Mesela Amerika'da da benim Serenad kitabım çok satmıştı. Hatta geçenlerde bir üniversite beni davet etti; okulun her bölümüne yeni giren 1500'den fazla öğrenciye ders kitabı olarak vermişler. Kitabı okuttular ve ondan yarışma düzenlediler. Dereceye girenlere ödüllerini verdik. Sınıflarda dersler yaptım, çok enteresan bir hafta yaşadık. Bir üniversitenin yeni giren bütün öğrencilerine okutmak çok ilginç. Amerika'da New York Times başta olmak üzere basın da çok ilgi gösterdi. Almanya'da benim kitaplar her zaman iyi gidiyor. Çok enteresan, Çin'de bestseller oldu. Yani bazı ülkelerde oluyor, bazı ülkelerde olmuyor. İsveç'te ne olacağını bilmem. HEP EDEBİYATLA MÜZİK ARASI BİR YERDE DURDUM Onurunuza verilen kokteylde büyükelçi sizi misafirlerine tanıtırken, ilgilendiğiniz birçok alan saydı. Müzik, sinema, edebiyat, köşe yazarlığı, politika vs… Bu kadar farklı alanlarda iş yapmak genelde odaklanamama problemi oluşturur. Ama siz el attığınız her şeyi başarıyla yapıyorsunuz. Nasıl yapıyorsunuz bunu? Çocukluğumdan itibaren düşündüğüm alan hep edebiyattı. Yani kitap okumaktan deliye dönmüş bir çocuk tasavvur edebilirsiniz. Bütün eğitimim de edebiyattı. Fakat İsveç'e geldiğim zaman, 12 Mart'ta öldürülen Deniz Gezmiş'ler ve diğerleri için şiirler yazdım ve bunları türkü biçiminde söyledim. Bu albüm burada çıktı. Bunu da görev olarak yaptım. Askerleri eleştirmek ve bu kurbanlar için ağıt yakmak… Sonra ben normal yazıma çizime devam ettim. Kitap yazıyordum burada; fakat bir sene sonra kardeşim geldi. O zaman Türkiye ile İsveç arasında bu kadar iletişim yok. Oradaki gelişmeleri duyamıyorsunuz. Dedi ki bana, bütün Türkiye'de öğrenciler senin parçalarınla yürüyor, on binlerce kişi... Ne demek benim parçalarım? Vallahi öyle ama, dedi. Sonra öğrendim ki öyleymiş. O albüm Türkiye'de Bakanlar Kurulu tarafından yasaklandı; hâlâ yasak. Ondan sonra benden yeni bir albüm istediler. Yeni bir albüm, yeni bir albüm, sonra konserler derken müziğe zorla çekip aldılar. Ama hep edebiyatla müzik arası bir yerde durdum. Ben şarkı yazardım. Pür müzisyen yaşamadım, kitaplarımı da yazdım. Odaklanma meselesi… Şimdi artık konser yapmıyorum. Müzikte de bir şey yapmıyorum. Tamamen kafamdaki hikâyeler, romanlar… YENİ ROMANIMIN BAŞINA HZ. MUHAMMED'İN HADİSİNİ ALDIM Yeni bir roman var mı? Evet, ‘Konstantiniyye Oteli'. Bitti, yayınevine verdim. Konusu İstanbul'da geçiyor. İstanbul'da bir Bizans sarayının kalıntıları üstüne Rus oligark ve İstanbul zengin sermayesiyle çok lüks bir otel inşa edilmiş. Onun açılış gecesi. 300 davetli var. İstanbul'un bütün burjuvaları, zenginleri falan. Onların içerisinde tipler var, kadın ve erkek… Bir de orada çalışan garsonlar var. Mesela biri Roboski'de kardeşini kaybetmiş. Biri ordan, biri burdan… Biri para biriktiriyor, IŞİD'e gitmek istiyor. Yani toplumun panoraması… Konstantiniyye Oteli'nin başrolünde İstanbul var. Şimdi bazı milliyetçiler diyecek ki ‘Efendim niye İstanbul değil de Konstantiniyye?' Kitapta bu da tartışılıyor. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u aldığında adını değiştirmiyor. Osmanlı'da resmen Konstantiniyye idi. İstanbul daha Yunanca. Kitabın başına, Hz. Muhammed'in “Konstantiniyye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne kutlu ordudur.” hadisini aldım. Şimdi bir kere, Peygamber'in hadisinde bir harfi değiştirmek günah; o Konstantiniyye diyor. O öyle diyorsa biz nasıl onu değiştirebiliriz!? İkincisi de Napolyon'un bir sözü. Diyor ki, “Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti muhakkak Konstantiniyye olurdu.” Kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde bağladım. Hadise mi karşı gelecekler! (Gülüyor).ERDOĞAN'DAKİ YETKİ, PADİŞAHLARDA BİLE YOKTU Biraz da Türkiye'yi konuşalım… Malum, Türkiye 17/25 Aralık yolsuzluğunu yaşadı ve ardından operasyonlar geldi. Sizin için ne ifade ediyor bunlar? Ben ilk defa 1993 yılında Sabah gazetesinin köşe yazarı iken dedim ki Türkiye üçe bölünüyor. O zamana kadar hep sağ-sol olarak anlaşılıyordu. Ben dedim ki, sağ-sol dağılıyor. Türkiye üç kutuplu bir Türkiye'ye gidiyor. Daha böyle din referanslı hareketler, laik milliyetçi ve Kürt kutup. Türkiye bu şekilde ayrılıyor dedim. Ve sahiden de maalesef o şekilde gitti. Türkiye'de eğer sağ ve sol dünya demokrasilerinde olduğu gibi merkez sağ ve merkez sol olsaydı daha sağlıklı bir demokrasi olacaktı. Hâlbuki etnik ve dini temellere bölünüyor. Şu anda Türkiye'de yapılanın siyasetle ilgisi yok. Bu bir rejim mücadelesi idi. Ama şu anda o da kalmadı. Şu anda tek kişinin mücadelesi haline geldi. Tayyip Erdoğan Türkiye'de kendisi ve ailesi için bir düzen kurmak istiyor. Kendisini garantiye almak istiyor. Ve bu konuda gene kendisi ile ilgili istekleri, beklentileri olan Öcalan'la işbirliği yapıyor ve şu anda bu iki kişinin kendileri için neler planladığıyla ilgili koca ülke… Görüyorsunuz partiler, konuşmalar, sözcüler yok; MİT'ten aldım, MİT'e koydum, hiçbirinin önemi yok. Sadece tek kralın ağzından çıkan laflar ki Osmanlı padişahlarında bile böyle bir yetki yoktu. En azından Şeyhülislam'dan fetva almaları lazımdı. Bakalım nasıl sonuç verecek? Ben Türkiye'de tek adam yönetiminin olamayacağına inanıyorum. Ve bu sistemin çatırdadığına inanıyorum.Hukuk devleti krizde mi yani? Kesinlikle krizde. Hukuk devleti kalmadı. Zaten her zaman hukuk askıya alınırdı. Bizde maalesef hukuk yönetimlerin üstünde değil, her zaman rejimin emrinde. Askeri dönemlerde de hukuk askıya alınmıştı. Ama bu sefer çok kör parmağım gözüne. Yani kendilerine bağlı bir medya yaratarak ve orada her şeyi tersine çevirmeye çalışarak gülünç olmak pahasına Türkiye'ye korkunç bir dönem yaşatıyorlar. Ama ben bu kadar geçmişi olan koskoca bir ülkenin buna layık olduğu ve buna tahammül edeceği kanısında değilim. Bence rejimin çatırdamalarını hissediyoruz, duyuyoruz.17 Aralık'tan sonra emniyet ve yargı bürokrasisinde yapılan değişikliklerle hükümet ne yapmak istedi sizce? Hükümet demeyelim. Hükümet diye bir şey yok. Soru “Tayyip Erdoğan ne yapmak istiyor?” olmalı. Şu anda herkes hükümetin göstermelik olduğunu görmüyor mu? Orada makamlar dolu; ama ne oluyor? MİT başkanlığından istifa etti, milletvekili adayı oldu. Yok ben bunu istemem, geri dönsün. E peki ne oldu? Döndü, gene koyduk oraya. Bunlar olacak işler mi Allah aşkına, çocuk oyuncağı gibi. Onun için Sayın Erdoğan ne düşünüyor, ne istiyor. Etrafına ne söylüyor… Onun iradesi hilafına yaprak kıpırdayamaz AKP'de. Ve dolayısıyla Türkiye de böyle gidiyor maalesef.Sizce ne oldu da AK Parti ilk yıllarda ısrarla vurguladığı hukuk devleti hedefinden saptı? İlk yıllarda gayet iyi gidiyorlardı… Bana hiç öyle gelmedi. Ben hiçbir zaman öyle düşünmedim. Öyle düşünen arkadaşlarımızla da orada yollarımız ayrıldı. Zaten söylemleri belliydi. Şematik bir şekilde düşünüldü. Özellikle Batı, Amerika ve Avrupa şöyle düşündü. Türk ordusunun şöhreti malum: İnsanları hapseder, öldürür, darbe yapar, demokrasinin gelişmesine izin vermez… Doğru. “Ee şimdi birileri çıktı, bu ordunun gücüne karşı bak bir şeyler yapıyorlar. E, o zaman biz bunları destekleyelim.” Bu çok naif bir düşünceydi. Türk aydınlarında da böyle oldu. Buralarda böyle oldu. Yahu evimdeki yangını söndürmek için sele muhtaç olmam iyi bir şey mi? İtfaiye isterim o yangın söndürülsün; ama ben ordu diktası yerine kendi diktamı geçireceğim diyen bir hareket ki başından beri düşünceleri buydu. E, ben böyle bir harekete niye destek vereyim? Şimdi ondan sonra döndü arkadaşlar, en sert muhalefeti yapıyorlar ama biraz da geç kaldılar. Onlar onu meşru hale getirdi. Onlar Batı'ya anlattılar, aman çok demokrat adam, çok iyi adam diye. Ya daha önce söylediği lafları bilmiyorlar mıydı?TÜRKİYE'DE DİNİ, AHLAKİ, TOPLUMSAL DEĞERLER YOK OLMUŞ DURUMDAPeki sizce bu gidişat nereye? Uluslararası kuruluşların insani değerler raporlarında da Türkiye sürekli geriye gidiyor… Valla Türkiye çatışmaya gidiyor. İç çatışmaya, bölünmeye gidiyor. Toplumun bölünmesi en korkunç şeydir. Çok bölündük, insanlar birbirlerinden nefret ediyorlar artık. Bu toplumsal mesele beni daha çok kaygılandırıyor. Hükümet gider. Herkes gibi Erdoğan da gider. Ama bu hasar nasıl giderilecek? Bu toplumdaki kan davası nasıl gidecek? Beni esas endişelendiren bu. İkincisi de, ahlaksızlık arttı. Toplumu koruyan değerler, buna din de dahil, -ahlak din kökenlidir; dini değerler, ahlaki değerler, toplumsal değerler yok olmuş durumda. Onun için her türlü tehlikeye açık, ahlaksızlığın egemen olduğu bir şiddet toplumuna doğru gidiyoruz. Beni en çok bu toplumsal çürüme kaygılandırıyor.Önümüzde, 7 Haziran'da seçimler var. Nasıl bir tablo ortaya çıkar sizce? CHP'yi, HDP'yi nasıl buluyorsunuz seçim sürecinde? CHP'de çok büyük kabahatler var. Ben CHP'den istifa ederken bütün düşüncelerimi yazdım, hatta 'bu parti vakıf olsun' demiştim. Çünkü normal bir siyasi parti gibi değil. Dolayısıyla şimdi HDP öne çıkıyor. Barajı geçecek herhalde. Çünkü insanlar hep ona doğru yöneliyorlar. Seçimden sonra AKP'nin biraz zayıflaması ve belki de ancak hükümet kuracak noktaya gelmesi, belki de kuramaması, koalisyona ihtiyaç duyması gibi noktaları görmek sürpriz olmaz. Çözüm sürecinden somut bir sonuç beklentiniz var mı? Tarafları samimi buluyor musunuz? Samimiyet yok. Çok tehlikeli bir süreç. Fakat Kürt hareketi amacına daha bilinçli bir şekilde yöneldi. Oraya doğru gidiyor. Hükümet de şu anda onları oyalamak derdinde; ama kendi başkanlık sistemini geçirmek için. Yani ben size bazı haklar veririm, siz de beni başkan olarak seçin diyor; ama ben bunun yürüyebileceğini zannetmiyorum. Samimiyet yok çünkü.Medyanın bugünkü genel durumunu nasıl buluyorsunuz? Felaket. Felaket!.. Ben Vatan gazetesinin yazarıydım. 30 senedir köşe yazıyorum. Fakat bu son hükümetin baskılarından sonra, gazetecilerin atılmasından sonra hükümeti protesto ettim, ‘artık yazmıyorum' dedim. Felaket!..

Böyle şehre böyle filozof

$
0
0

Kendine has hayat felsefesi olan Mustafaali ikinci filmde ‘kovuğundan' çıkarak İstanbul'a ayak basıyor. Gökova'nın Çökertme Koyu'nda tüm hırslardan arınmış bir şekilde yaşayan Mustafaali babasının hastalığı nedeniyle İstanbul'a gelmek zorunda kalır. “Ben böyle hayata karşıyım” diyen bu garip köylü ile karşılaşması İstanbul için hiç de iyi olmaz. İstanbul'un kafası iyice karışır.

]

Kentsel dönüşüm gençliği

$
0
0

İstanbul'un hızla değişen semtlerinden Çekmeköy'de yaşayan bir grup arkadaşın yaşadıklarını anlatan film, etkileyici bir gençlik ve değişim portresi sunuyor. Yaşadıkları mahallede gitgide alanları daralan gençler, yaptıkları müzik sayesinde hayallerini sürdürmeye çalışır. Mahallelerindeki kentsel dönüşüm ve hızla değişen demografik yapı, doğup büyüdükleri bu semtte onları bir ‘yabancı'ya dönüştürür.

 

]

Kader sana da gülecek

$
0
0

Kostümleri ve abartılı oyunculuklarıyla dikkat çeken filmde, babasına destek olmak isteyen Ella üvey annesi ile üvey kızkardeşlerini dostça karşılar. Ne var ki babası ölünce, onların kıskanç ve zalim yüzüyle karşılaşır. Sonunda küllerle kaplı bir hizmetçiden başka bir şey olmaz. Artık Sindirella olarak çağrılan Ella umudunu hiçbir zaman yitirmeyerek, kendisine yapılan kötülüklere rağmen cesur ve nazik olmaya kararlıdır.

]

Çanakkale Savaşı'nın derinlerini görelim

$
0
0

Bugün 13 Mart 2015... Beş gün sonra Çanakkale Zaferi’nin 100. yıldönümü kutlanacak. Aslında geçen yıldan itibaren 2015’e özel pek çok plan, program yapıldı. Geçen hafta sona eren CNR Kitap Fuarı’nın teması Çanakkale Zaferi’ydi. Eylül 2014’te gerçekleştirilen 4. Çanakkale Bienali’nin kavramsal çerçevesi de aynıydı. 31 Mayıs’ta başlayacak 43. İstanbul Müzik Festivali ise özel sipariş edilen Çanakkale bestesiyle açılacak. Türkiye’nin dört bir yanında büyük zaferin 100. yıldönümü için kutlamalar yapılıyor, sergiler açılıyor. Çanakkale ruhunu yaşatma gayesiyle hazırlanan ‘100 yılda 100 etkinlik’ kapsamında kitaplar yayımlanıyor, oyunlar sahneleniyor hatta defile düzenleniyor. İtiraf etmek gerekirse, iyi niyetlerle yola çıkılarak hazırlanan bu programlar arasında dişe dokunur iş sayısı çok fazla değil. İstanbul’da, Yeni Cami’nin arkasındaki İş Bankası Müzesi’nde 10 Mart Salı günü açılan ‘Derinlerden Siperlere Çanakkale 1915’ sergisi biraz farklı. Serginin arkasında belgeselci Savaş Karakaş’ın 20 yıllık emeği var.

Serginin küratörü Savaş Karakaş, 1974’te kaybettiği dedesinin kucağında, 5  yaşında.

BİR GAZİNİN UZUN HİKÂYESİ

Hafız Hilmi Coşkun, 31 Mayıs 1894’te dünyaya geldi. Subay ya da öğretmen olmak hayaliydi. Seferberlik ilan edilince Çanakkale Savaşı’nda İngilizlerle 14. Tümen’de 55. Alay’da savaştı. Ardından Kafkas ve Filistin cephelerinde Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Bu savaşlarda şarapnel parçalarıyla kolu, bacağı sakat kaldı. 22 Ekim 1922’de askerlikten terhis oldu, babasının vasiyetini tutarak emeklilik maaşını devlet hazinesine bağışladı. Bundan sonra hayatına Akçakoca’da öğretmenlik yaparak devam etti. Hilmi Coşkun, o yıllarda, yaşadığı acıları ve yoklukları yazmakla kalmadı, belki ileride bunlar hatırlanır diye torununa ‘Savaş’ adını verdi. Evet, torun Savaş Karakaş, 1995’ten bu yana Çanakkale Boğazı’nda yaptığı batık gemi araştırmalarıyla, 1974’te vefat eden dedesinin izini sürüyor. 1990’lı yıllarda özel televizyonlarda sunuculuk yapan Karakaş, 20 yılda pek çok savaş gemisini belgeledi, filme aldı. Ünlü sualtı araştırmacılarıyla Boğaz’ın dibini keşfe çıktı. Şimdi de bütün bunları dedesinin hikâyesiyle birlikte ‘Derinlerden Siperlere Çanakkale 1915’ sergisinde sunuyor.

Küratörlüğünü Savaş Karakaş’ın yaptığı, Prof. Dr. Haluk Oral’ın danışmanlığında hazırlanan sergide, deniz ve kara savaşları iki ayrı bölümde anlatılıyor. Kara savaşları holünde, Çanakkale Savaşları’nda kullanılmış askeri obje ve malzemeleri vitrinlerde görüyoruz. Burada her iki tarafa ait süngü, matara, kılıç, tel kesme makasları, siper kürekleri, tüfek ve tabancalar gibi askeri malzemenin yanında pipolar, taraklar, sefer tasları, kaşık, çatal gibi özel eşyalar sergileniyor. Bütün bu eşyaya savaş şartları ve siperlerde yaşananlara dair asker anıları eşlik ediyor.

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ, ÇÜNKÜ...

Çanakkale Boğazı, 65 kilometre uzunluğunda bir su yolu ama elbette dostça gelenler için... Düşmanca gelenler için geçilmez bir kale. 18 Mart’ı anlatan deniz savaşları holü, büyük bir Çanakkale Boğazı maketiyle başlıyor. ‘Çanakkale geçilmez’ cümlesinin romantik bir söylemden öte, nasıl bir gerçeklik olduğu bu bölümde anlatılıyor. Nusret Mayın Gemisi’nin kumandanı Tophaneli Yüzbaşı Hakkı Bey ile mayın grup komutanı Nazmi Bey, 7-8 Mart gecesi, 26 mayını Boğaz’ın en dar yeri olan Karanlık Liman’dan denizin derinliklerine gönderir. Dibe giden mayınlar 4 buçuk metre yükselir ve avlarını beklemeye başlar. 18 Mart’ta, yani zaferin kazanıldığı gün, Boğaz’dan geçmeye çalışan düşman gemilerinin altlarında büyük patlamalar olur. Her biri 2 metre 7 cm yüksekliğindeki 26 mayının replikasının sergilendiği bu bölümde, o gece hangi gemide, nerede patlama olduğunu dakika dakika anlatan panolardan okuyabiliyorsunuz. Serginin en dikkat çeken bölümü ise dalgaların altında neler yaşandığını gösteren küp şeklinde hazırlanmış mavi renkli hareketli panolar ile Mustafa Kemal Atatürk’ün bugüne kadar hiç sergilenmemiş üç tümen emri.

7 ÇANAKKALE BELGESELİ

Savaş Karakaş’ın, batırılan gemilerin belgeselini çektiğini söylemiştik. Sergi alanlarındaki ekranlarda ve projeksiyonlarda Kuş Bakışı Çanakkale Boğaz’ı, Kuş Bakışı Gelibolu Yarımadası ve Heroes of Gallipoli (Gelibolu’nun Kahramanları) videoları sessiz olarak tekrarlanırken, Çanakkale Savaşları üzerine yedi farklı belgeselin de gösterimleri yapılıyor. Derinlerdeki Tarih (54 dakika), Çanakkale Geçilemedi (110 dakika), Boğaz (5 dakika), Destanlaşan Gemiler (8 dakika), Çanakkale Geçildi mi? (45 dakika), Derinlerden Yansımalar (47 dakika), Gelibolu’nun Derin Sırları (45 dakika).

Serginin danışmanı Haluk Oral da 30 yıldan bu yana Çanakkale Savaşı ile ilgili bilgi, belge topluyor. Özellikle savaş alanındaki insan hikâyeleriyle yakından ilgileniyor. Sergide bu hikâyelere yer verilmiş. Oral’a göre adı az bilinen İbradılı İbrahim, hakkı verilmemiş kahramanlardan Yarbay Mehmet Şefik, Türk askerlerini anlatan Alman Hans Kannengiesser ve ateşkes gününde 300’den fazla fotoğraf çeken Plevne Ryan lakaplı Charles Snodgrass Ryan’ın Çanakkale’deki rollerini mutlaka bilmemiz gerekiyor. Oral’ın dediği gibi, zaferi kazanalı 100 yıl oldu ama Çanakkale ile ilgili keşfedilmeyi bekleyen daha çok hikâye, bilgi ve belge var.

Avustralya Savaş Müzesi’nden 20 özel fotoğraf

Çanakkale ile ilgili bir diğer önemli sergi, Pera Palace Otel’de açılacak. Avustralya Savaş Müzesi’nin arşivinde yer alan, Çanakkale Savaşı’nın bugüne kadar yayınlanmamış 20 adet fotoğrafından oluşan koleksiyon, 18 Mart-30 Haziran tarihleri arasında otelin Atatürk Müze Odası’nda sergilenecek.

‘Onbeşlilerin Trajedisi’ Küçükçekmece’de

‘100. Yılında Çanakkale’ sergisi ise 17 Mart’ta Küçükçekmece Cennet Kültür ve Sanat Merkezi Sergi Salonu’nda görülebilir. Küratörlüğünü Erkan Doğanay’ın yaptığı sergide, dönemin fotoğraflarından oluşan belgesel görüntülerde ‘Onbeşlilerin Trajedisi’ olacak.

Bursa Kitap Fuarı’nda konferans

Yarın başlayacak TÜYAP Bursa Kitap Fuarı’nda da Çanakkale’nin 100. yılıyla ilgili sergi, söyleşi ve paneller yapılacak. TÜYAP Bursa Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek fuarda ‘Yüzyıl Öncesinde Dünya Medyasında Çanakkale Savaşları Sergisi’ izlenebilir. Mustafa Armağan, 15 Mart Pazar günü saat 15.45’te Cumalıkızık Salonu’nda ‘Sultan Abdülhamid’in Çanakkalesi’ni, 16 Mart Pazartesi 15.45’te ise Çekirge Salonu’nda “‘anakkale Zaferi’ni anlatacak. 19 Mart Perşembe günü saat 18.00’de ise Çekirge Salonu’nda İhsan Sönmez, Halil Ersin Avcı, Bahadır Yenişehirlioğlu ‘Çanakkale Ruhu’nu konuşacak.

İstanbul Şehir Tiyatroları’nda özel gösterim

‘100. Yılda Darülbedayi’den Selam-Çanakkale 1915’ belgeseli ise 17 Mart Salı akşamı saat 20.00’de Kâğıthane Sadabat Sahnesi’nde ücretsiz sahnelenecek. İstanbul Şehir Tiyatroları’nın hazırladığı ve yaklaşık 100 sanatçının katılımıyla gerçekleştirilecek belgesel gösteride Seyit Onbaşı ile İngiliz Deniz Eri Joe Murray, Kınalı Ali’yle Anzak askeri Jonny 100 yıl sonra aynı sahnede buluşacak.

]

Bir mucizedir yaşamak

$
0
0

Prenses Kaguya Masalı, bir veda filmi. Gökteki Kale’nin, Komşum Totoro’nun, Ateşböceklerinin Mezarı’nın, Ruhların Kaçışı’nın, Rüzgârlı Vadi’nin, Yürüyen Şato’nun son yoldaşı; Ghibli Stüdyoları’nın son uzun metraj filmi. Ghibli’ye de böylesi bir veda yakışırdı; insanlığın dünyadaki ‘mucizevi’ macerasını anlatan bir masal...

Ateşböceklerinin Mezarı’nın (1988) yönetmeni Isao Takahata’nın imzasını taşıyor Prenses Kaguya Masalı. Bir zamanlar, bir orman köyünde yaşlı bir oduncu yaşarmış. Yaşlı karısından başka kimsesi olmayan bu oduncu, bir gün ormanda bambu kesmekle uğraşırken yerden bir bambunun filizlendiğini görür. Bambunun yanına gidince, içinden küçücük bir çocuk çıktığını fark eder. Çocuğun cennetten gönderildiğine inanan adam, akranlarına göre hızlı büyüyen bu çocuğa iyi bir hayat yaşatmak için şehre taşınır ve onu bir prenses gibi yetiştirir. Fakat Kaguya’nın aklı, doğup büyüdüğü kırlarda ve çocukluk arkadaşlarındadır.

Prenses Kaguya Masalı felsefesi, erdemi, gösterdiği ve göstermediğiyle tastamam bir doğu filmi. Hikâyeyi ‘eğlencelik’ hale getirmek için olmadık şaklabanlıklara ve plastik hamlelere girişmiyor. Bir suluboya tablosunun hareketlenip hikmetli bir masala dönüşmesini izler gibi izlettiriyor kendini. Prenses Kaguya’nın dünyaya gelişi, tıpkı insanın dünyaya gelmesi ve gözünüzün önünde bir çocuğun hiç fark etmeden büyümesi gibi bir ‘mucize’. Film, ölümün de bu mucizevi hayatın bir parçası olduğu gerçeğini, hatta dünyanın yükünü düşündüğümüzde ‘tesellisini’ ikna edici bir sadelik ile perdeye yansıtıyor. Prenses Kaguya Masalı, bir süredir animasyon dünyasının yönünün kaydığı ince hesaplı, formüllerle işlenmiş, eğlence dozu ve satılabilirliği ön planda olan Batılı çizgi formlardan uzak, Doğu’nun hikmetini kuşanmış felsefi bir masal...

]
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live