Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Size anne diyebilir miyim?

$
0
0
Kaçırılmış bir fırsatın içinizi burkan boşluğudur bu. İlk filmi Yasak Bölge 9 / District 9 (2009) ile sinema dünyasına büyük bir umut veren Güney Afrikalı yönetmen Neill Blomkamp, bugün gösterime giren Chappie ile kredisini erken tüketiyor. Bir önceki filmi Elysium, kafalarda bir soru işareti oluşturmuştu ancak Chappie yönetmen hakkındaki birçok sorunun cevabını veriyor.

Üçüncü filminde de apokaliptik atmosferden vazgeçmeyen Neill Blomkamp, bir yapay zekâ öyküsü anlatıyor. Yakın gelecekte, Güney Afrika’nın başkenti Cape Town’da mekanik robotlardan oluşan polis güçleri, halkı bezdirmiştir. Şehirdeki suç oranı düşse de robotlar hakkında şikâyet çok fazladır. Robotların üretildiği ve kontrol edildiği şirkette mühendis olarak çalışan Deon Wilson (Dev Patel), diğerlerinden farklı olarak, yapay zekâya sahip bir robot üretir. Küçük bir suç çetesinin eline geçen Chappie adlı robot, tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibi her şeyi etrafından görerek öğrenir. Çetenin kadın üyesini annesi, erkek üyesini de babası olarak tanıyan Chappie, onu üreten Deon’un iyilik öğretileri ile ‘ailesinin’ değer yargıları arasında bocalar.

Babasıyla bazı suç olaylarına karışan Chappie, kısa zamanda büyük bir tehdit olarak görülür. Şehirdeki robot polislerin de devre dışı kalmasıyla bütün polis teşkilatı Chappie’yi yok etmek için seferber olur.

Chappie, birçok açıdan Steven Spielberg’in Yapay Zeka / Artificial Intelligence (2001) filmini hatırlatıyor. Stanley Kubrick’in son projesi Yapay Zeka, usta yönetmenin ölümüyle Spielberg tarafından çekilmişti. Spielberg’in Yapay Zeka’sının verdiği duygu Chappie’de de var: Kaçırılmış bir fırsat! Güzel bir hikâye, ustaca bir atmosfer çalışması ve etkileyici bir görsellik… Fakat bir bütün olarak bakıldığında ikisi de derinlikten yoksun. Chappie’nin Yapay Zeka’dan birkaç farkı var elbette. En başta, pek de inandırıcı olmayan ve filmin ‘eğlencelik’ düzeyini artırmak için yazılan uçarı karakterler ve yerel komedi unsurları. Ayrıca, olay örgüsü ve karakterler arası ilişkilerdeki motivasyon alabildiğine zayıf.

Yönetmen Neill Blomkamp, çocuksu bir film yapmak ile çocukça bir film yapmak arasındaki aslında hayli kalın çizgide ibrenin kontrolünü kaybediyor. Chappie, duygusal atılımlarına ve yaratıcı-insan, çevre-aile, toplum-insan göndermelerine rağmen çocukça bir film olmaktan kurtulamıyor. Gidenlerin sıkılmayacağı, fakat izledikten sonra da pek bir şey bırakmayacak eğlencelik bir bilim-kurgu.

]]>

Gözler yalan söylemez

$
0
0
Sıra dışı yönetmen nitelemesini hak eden sayılı isimlerden Tim Burton, orta halli bir biyografi filmi olan Büyük Gözler’de (Big Eyes) takipçilerini biraz şaşırtıyor. Böyle bir şaşkınlığı hedeflemiş midir bilinmez, fakat Büyük Gözler, etkileyici hikâyesine rağmen, kamera arkasında baskın bir yönetmen dokunuşu taşımayan, hele ki Tim Burton imzası gördüğümüzde şaşıracağımız kadar ‘düz’ bir film.

1950’lerde Amerika’da kadın olmanın zorluklarına dair birkaç kelam ile başlıyor film. Üstelik bu kadın, eli fırça tutan bir ressam. Toplumsal normlar, onun resim çizmesini bile yadırgar. Kocasından ayrılıp bir çocuğuyla ayakta kalabilmesi ise neredeyse imkansızdır. Fakat Margaret, tüm cesaretini toplayıp baskıcı kocasını terk eder ve bir arkadaşının yardımıyla San Francisco’ya taşınır. Elinde, büyük gözlü çocuk tablolarından başka bir sermayesi yoktur. Resimlerini sergilediği bir pazarda sokak resimleri çizen ressam Walter Keane ile tanışır ve kısa süre sonra onunla evlenir. İlk başta her şey iyidir; aslında bir emlakçı olan Walter, ticari kurnazlığıyla Margaret’ın resimlerini satışa çıkarır. Bir süre sonra Margaret’ın resimlere attığı Keane imzasından hareketle onun resimlerini de sahiplenir ve karısının resimlerini kendi resimleriymiş gibi pazarlayarak büyük bir üne kavuşur. Çocuğuna iyi bir hayat sağlamak için kocasının eser hırsızlığını sineye çeken Margaret, bu duruma yıllarca ses çıkarmaz. Zamanla gözünü iyice hırs bürüyen Walter, Margaret’ın içindeki mücadeleci ruhu ortaya çıkarır ve olay mahkemeye taşınır…

KADIN OLMAK ZOR, AMA NASIL?

Geçtiğimiz ay !f İstanbul’da gösterilen Büyük Gözler, iyi bir film olmasına rağmen yönetmen ve oyuncu kadrosunun oluşturduğu beklentinin altında kalıyor. Bunda, yönetmenin açılış sahnesinde vaat ettiklerini perdeye yansıtamamasının payı var. Yüzyılın ortalarında kadın olmak meselesine dokunup geçen film, bir süre sonra dönemin sanat dünyasına dalıyor, Margaret ile Walter’ın evliliği ise hep sisler ardında. Kadın olmanın zorlukları, açılış sahnesinden sonra finale kadar bir daha gündeme gelmezken, gelir gibi yaptığı bölümler de ikna edici değil.

Filmde önce Amerikan taşrasında kadın olmanın zorluğunu görüyoruz. San Francisco’da ise ‘özgürlüğüne’ kavuşuyor Margaret. Arkadaşı DeeAnn ile birlikte ‘trendy’ mekanları bile takip ediyor. Üstelik, Hawaii’de de kadın olmanın zorluklarına dair bir emare yok. Margaret’ın kocası Walter ile yaşadığı sorun ise pek bahsedilmeyen ilk evliliğinden farklı olarak sanat hırsızlığı ile ilgili. Tim Burton, açılışta bahsini ettiği “Bir zamanlar kadın olmak çok zordu” temasını âdeta unutuyor. Eğer mesele toplumsal baskılarsa bugün de aynı sorun dünyanın birçok yerinde ve Amerika’da mevcut. Uzatmayalım, Büyük Gözler, esas meselesiymiş gibi yaptığı ‘kadın olmanın zorlukları’ konusunda esaslı ve ikna edici bir şey söylemiyor.

BİR TEK AMY ADAMS

Gelelim sanat meselesine… Yakın dönem sanat tarihindeki ünlü intihal olaylarından birini anlatan film, büyük gözler temalı resimlerin sanatsal değerinden ziyade dönemin sanat piyasasıyla ilgileniyor. Bu bölümde de sanat âlemine dair bilinen durumları yüzeysel geçişlerle tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor yönetmen. Tamamen Walter üzerinden ilerleyen bu yolda, karakterin de ciddi boşlukları var. Quentin Tarantino’nun Hollywood’a kazandırdığı iki Oscar’lı Christopher Waltz, belki de bu yüzden Walter karakterinde kariyerinin belki de en çiğ ve yüzeysel performansını sergiliyor. Tepkileri, jestleri, mimikleri hatta bakışları o kadar klişe ki, perdede Walter Keane değil, üçkağıtçı, kurnaz bir ‘tip’ seyrediyoruz. Amy Adams ise tek başına filmin yıldızı. Karakterinin kırılgan ve naif yanlarını başarılı bir şekilde sergiliyor.

Tema geçişleri çok hızlı ve keskin olan filmin teknik açıdan tek devamlılığı renkler. Büyük Gözler’in bir Tim Burton filmi olduğuna inandırabilecek tek yanı ışık ve renk kullanımı ile iki sahnede görünen göz efektleri. Bunun dışında Büyük Gözler, etkileyici hikâyesine rağmen çok iyi olamayan ortalama bir biyografi-dram filmi. 

]]>

Puslu Kıtalar Atlası çizgi roman oldu

$
0
0

İhsan Oktay Anar - İlban Ertem

Ertem, çizgi romanı nasıl hazırladığını kitap için özel hazırlanan www.puslukitalaratlasi.com sitesinde şöyle anlatıyor:

“Puslu Kıtalar Atlası’nı ilk çıktığında okumuş ve çok sevmiştim, on iki sene sonra kitabı tekrar elime aldığımda ilk defa okuyormuşum gibi kaptırıp bir kez daha bitirdim. Büyüsü hâlâ aynı büyüydü... Görsel yanı çok kuvvetliydi, mizah dozu tam yerindeydi. Ne yaptığımın farkına varmadan (ne yapmağa kalkıştığımın farkına varsam yapar mıydım bilemiyorum) öylesine bir kaç eskiz çizdim, kitap kımıldamaya başladı, daha da hoşuma gitti.

Romandan planlar çizmeye başladıkça kendimi kitabın içinde dolanır buldum. Okuduğumda aklıma düşen görüntüler kağıda yansımaya başladıkça işler ciddileşti. Resimli romanı on iki yıl önce, yirmi yıl aralıksız çizmenin getirdiği bir usanmayla bırakmıştım... (Gırgır, Fırt, Hıbır, Joker, Resimli Roman...) Artık resim, illüstrasyon, küçük heykeller yapıyordum, rahatım iyiydi ama bir baktım ki yatıyorum, kalkıyorum kafamda kitaptan kokular, sahneler, fısıltılar var...

Baktım olmayacak; kitabın üzerinde ufak ufak çalışmaya başladım... Gidip İhsan Oktay Anar’la tanıştım, ne yapmak istediğimi anlattım, desturunu aldım. Eve döndüğümde masamın üzerinde çizilmeyi bekleyen okyanus büyüklüğünde bir roman vardı. Dehşet verici ama bir o kadar da keyifliydi.

Romanı bire bir uyarladım, ne kısaltmaya ne de tekrardan yazmaya içim elverdi. Ben onu okuduğum haliyle çok beğenmiştim aynen o şekilde de uyguladım. Üstelik İhsan Oktay da romanının değişmesini istemiyordu benim de öyle bir niyetim yoktu.

Yaklaşık üç yüz sayfa, iki bin kadar tek resim demekti ve renkli olacaktı. O zamanki hesabımla dört sene diye düşünmüştüm beşi biraz geçti. (araya iki göz ameliyatı girdi...) Çizerken çok eğlendim... Bitti diye içim burkuldu doğrusu...

Önce hikâyeyi yazarım, bir sürü not alırım, bu aşamada gerekiyorsa araştırma yaparım. Karakter, mekân eskizleri karalarım, sonra storyboard ve diyaloglar ardından orijinal çizime başlarım. Hikâyeye hâkim olabilmek için bence bu sıralama olmazsa olmazdır. Tek püf noktası bunu yazdım, şöyle planladım illa öyle olacak dememek. Esnek olmak gerekiyor, hikâyenin kendi akışını takip edebilmek çok önemli. Planlanandan farklı da gelişebilir kimi zaman... Çizerken en önem verdiğim şey çizdiğim her şeyin nefes alıp verebilmesidir, duruşuyla bile bir şeyler aktarabilmesidir. Bu bir saksı da olsa fark etmez.

Bence resimli roman da çizgi anlatımın hizmetindedir.

Seksenli yıllarda resimli romana sil baştan ederek yeniden giriştiğimde aklımda şu vardı: ışığını, kamera açılarını, dekorunu, kostümünü, hikâye anlayışını, benim hayata neresinden durup baktığımı, her şeyi yeniden ele almalıydım. Sinematografisini, dramaturjisini ince ince işlemek istiyordum resimli romanın... Var olan şekli beni tatmin etmiyordu...

Kısacası resimli romanı sinema gibi düşünmeye başladım. Aralarındaki fark; birinde yüzlerce kişi çalışıyor diğerini tek başına (ya da yazarı çizeri ayrı en fazla iki kişi) çizerek anlatıyorsun. Bence öncelikleri ve sistematiği hemen hemen aynı, en önemli fark tabii zaman. Sinemanın zamanıyla, resimli romanın zaman anlayışı farklı... Hayatımda ilk defa bir romanı çizgi romana uyarladım. Roman, çizgi romana dönüşürken kaç sayfa olacak bilmiyordum ama eş gittiler... Sinema yapsaydık herhalde üç saatten aşağı kurtarmazdı, gerçi çizgisi de üç yüz sayfa tuttu o ayrı...

Romanın geçtiği zamana ait yazılı malzeme bol olmasa bile vardı, esas dert görsel malzemeydi... Gravürlere güvenmiştim. İnceledikçe yarısından çoğunun uydurma olduğunu fark ettim. Çoğu çizdiği yeri ya hiç görmemiş ya da oraya gidip gelenin tarifine göre yapmıştı. Artık tarifi yapan ne kadar anlatabildiyse... Minyatürler ise, saraya yakın bir hayatı anlatıyorlardı... Ahali yoktu diyebilirim... Minyatürün dışında ressam yok, resim yok. Zaman o zaman...

Hazreti internet derdimi çözdü... Olmasa ne yapardım bilmiyorum... Bizim günlük hayatımızla ilgili gerçek görsel malzeme asıl oradan çıktı... Usturlaptan tutun da kıyafetlere kadar... Tabi yabancı sitelerde... Bizde aradığımızda; hele kıyafet ararken en çok sünnet çocuklarına padişah kıyafetleri çıkıyordu karşıma...

...Babadan kalma kurşun kalem, tükenmez (vazgeçilmezim) ve keçe uçlu kalem, romanın siyah beyaz orjinallerinin malzemeleriydi... Renklendirmeyi, çizim tableti ve bilgisayarla iki ayrı resim programını kullanarak yaptım... İlk aklıma gelen malzeme suluboya idi (bu sayfalarda kullandığım eskizlerin çoğu öyle)... Ama suluboyanın geri dönüşü yoktur adamın ceketinin rengi yanlış olduysa çaresiz çöpe gider... Bilgisayarda bu dert yok seçip değiştiriveriyorsun. Hatta istersen tüm renkleri değiştirebiliyorsun (Bunun kıymetini anlayabilmek için benim yaşımda bir çizer olmak lazım... Bir hata mı oldu; kırt kırt kazı, kes, biç yeniden çiz aah ah ne günlerdi...)

Çok rahat ettim... Aslında illüstrasyonlarda on, on iki senedir denediğim bir şeydi; bilgisayarda suluboyayı, yağlı pasteli, yağlı boyayı karışık kullanıyordum, nimetlerinin farkındaydım... Bu romanda ise vazgeçilmezim oldu... Eh işte benden bu kadar... Her ne kadar sürç-ü çizgi ettikse affola.”

İlban Ertem kimdir

1950’de Boğaz’ın kıyısında bir köyde doğdu ve hep denizin üzerinde, içinde ve kıyısında yaşamaya devam etti. Resim yapmaya ve kürek çekmeye çocukluk yaşlarında başladı. 1970’lerin başında bir süre yurtdışında yaşadı. 1973’te Türkiye’ye döndükten sonra 1990’lara kadar Gırgır’da ve Fırt’ta resimli romanlar çizdi; Avni ve Joker dergilerinde resimli romanları yayımlandı. Vicdan (İletişim Yayınları, 1991) ve Üniversiteli Mahmut (İletişim Yayınları, 1993) yayımlanmış kitaplarıdır. Puslu Kıtalar Atlası resim ve illüstrasyon tutkusundan vazgeçmeyen Ertem'in en son yayımlanan resimli romanıdır.

]]>

Elif Şafak’ın romanı İtalya’da tiyatroya uyarlandı

$
0
0
Sanat ve tarihin başkenti Floransa'daki Rifredi Tiyatrosu, Tarkan, Sezen Aksu ve Baba Zula şarkılarının eşlik ettiği, ezan sesinin duyulduğu, aşurelerin pişirilip, tarifinin verildiği, Türk ve Ermeni mutfağının vazgeçilmez lezzetleriyle sofraların kurulduğu bir temsile; Baba ve Piç'e ev sahipliği yaptı. Böylece Türk ve dünya edebiyatına 15'in üzerinde önemli eser kazandırmış olan Elif Şafak'ın ilk kez bir romanı tiyatro sahnesine uyarlanmış oldu.  

Türkiye'de ilk baskısını yaptığı 2006 yılında en çok okunan kitap olan "Baba ve Piç", aynı yıl "La Bastarda Di İstanbul (İstanbul'un Piçi)" adıyla raflarda yerini aldığı İtalya'da sahneye yine bu isimle konuldu. Müslüman-Türk Kazancı ailesiyle Türkiye kökenli Ermeni-Amerikalı Çakmakçıyan ailesinin İstanbul- San Francisco hattında iç içe geçen ve 90 yıla dayanan öykülerini konu edinen eser, 1915 yılında yaşanan olayların etrafında iki toplumun ilişkilerini inceliyor. Bu aynı zamanda, erkeklerin zamansız ve açıklamasız öldüğü ve geride hep kadınların kaldığı bir sülaleden dört kuşak kadının da hikayesi. Oyunda Asya'nın teyzelerinden biri olan Banu Kazancı'yı oynayan Serra Yılmaz ile birlikte 7 oyuncu rol alırken ansızın ABD'ye taşınmaya karar veren evin oğlu, ailenin hayatta kalan tek erkeği Mustafa (Riccardo Naldini) yegane aktör olarak karşımıza çıkıyor.

KAPALI GİŞE OYNUYOR

"La Bastarda Di İstanbul", Rifredi Tiyatrosu'nda salı akşamı yapılan prömiyer gibi, gösterileceği 15 Mart'a kadar kapalı gişe oynayacak. Giuseppe Ragazzini'nin, İstanbul sahneleri başta olmak üzere özel animasyon efektlerden oluşan video sahneleriyle bezediği sahne fonu da beğenildi. Angelo Savelli'nin romana sadık kalarak yazıp yönettiği temsil, ilk sınavını verdiği gün yoğun alkış aldı. Bir Türkiye aşığı olan Rifredi Tiyatrosu'nun yöneticisi Angelo Savelli, 11 yıldır aynı tiyatroda kapalı gişe oynayan ve başrolünde Serra Yılmaz'ın yer aldığı Son Harem'i (L'Ultimo Harem) de Floransa izleyicisiyle buluşturan isim.

"ELİF ŞAFAK'A VE ESERLERİNE MEFTUN OLDUM"

Savelli, La Bastarda Di İstanbul'u sahnelemek için Elif Şafak'tan güçlükle izin alabilmiş ve bunun için 2 yıla yakın süre gerekmiş. Serra Yılmaz'ın da yoğun çabalarının buna katkı sağladığını dile getiren Savelli, prömiyer öncesi yaptığı açıklamada, "Serra Yılmaz gibi çok başarılı ve sempatik bir oyuncuyla burada çalışmaya devam etmekten memnunum. Floransa halkı, Türkiye üzerine yaptığımız her projeyi ve Serra Yılmaz'ı çok seviyor. Ben Türk dünyasını, kültürünü tanımaya devam ettiğim bu yolculuk için çok mutluyum. Bir diğer toplumun mantalitesine, psikolojisine girmek için tiyatro çok önemli bir araç. Çok uzun yıllardır takip ediyorum Türkiye'yi. Oraya aşığım" diye konuştu. "Baba ve Piç" hikayesinin kendisini çok etkilediğini anlatan Savelli, "Ben Orhan Pamuk'tan sonra bir diğer evrensel yazar olan Elif Şafak'ı keşfettim ve kişisel olarak onu tanımasam da tüm kitaplarını okuduktan sonra O'nun tam bir meftunu oldum" sözleriyle  yazara olan hayranlığını ifade etti.  

"Baba ve Piç"in, İtalya'da en çok okunan Türk kitapları arasında yer aldığı bilgisini paylaşan Savelli, "Şafak'ın destansı eserlerini burada çok seviyorlar. Bu oyunu sahneleme fikrini ortaya atıp, ‘Ama Elif Şafak asla izin vermez' dediğimde, Serra beni cesaretlendirdi ve onu ikna etti. Gerçekten zor ikna oldu. Bunun için Serra'ya teşekkür ediyorum." dedi.

"FLORANSA'DA, TAŞRADA DOKTORLUK YAPAN BİRİ GİBİYİM"

"La Bastarda Di İstanbul"da da olduğu gibi Valentina Chico ve Riccardo Naldini ile Son Harem oyununda 11 yıldır birlikte sahne alan Serra Yılmaz, temsiller için sık sık geldiği Floransa'da halkın gözbebeği olmuş. "Bana burada çok büyük sevgi gösteriyorlar" diyen Serra Yılmaz, bunu şu sözlerle destekliyor "Geçtiğimiz günlerde Son Harem iki gün boyunca iptal oldu, çünkü hastalanmıştım. Seyircilerin paraları iade edildi, ama kimse de şikayet etmedi. Herkes bana özel ilgi gösterdi, kartlar, hediyeler gönderdiler. Kendimi zaman zaman taşrada doktorluk yapan biri gibi hissediyorum, çünkü kimi balını, kimi yumurtalarını getiriyor. Floransa'da çok mutluyum. Adeta benim ikinci şehrim gibi. Floransa macerası her zaman mutlu bir macera benim için."     

24 bin seyirciye ulaşan Son Harem'in başarısından sonra yeni bir oyuna karar vermenin kolay olmadığını vurgulayan Yılmaz, "Yönetmenimiz Angelo Savelli bana bir takım önerilerde bulundu. Hiçbiri hoşuma gitmedi. Biz 6 yıl önce Baba ve Piç'in burada bir okumasını yapmıştık. Elimizde bir metinle oynamıştık. Çok hoşumuza gitmişti. Seyirci de çok beğendi. Sadece bir okuma olmasına rağmen çok talep gördü. İkinci bir akşam daha oynamak zorunda kaldık. Dolayısıyla kafamızın ucunda hep bu vardı, ancak hikayede çok kahraman vardı ve prodüksiyonu maddi açıdan daha ağırdı. Bir ortak yapım girişimi oldu, ama sonuç alamadık" diye konuştu.

Son Harem'in önümüzdeki yıllarda da devam edeceğini, ancak artık yeni bir oyunla da izleyici karşısına çıkmak isterken Baba ve Piç'te karar kıldıklarını anlatan Yılmaz, "Angelo Savelli, adaptasyon konusunda çok başarılı bir yönetmen. Bu oyunu geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz, çok büyük bir tiyatro yönetmeni olan Luca Ronconi'ye adadı. Bunun nedeni de Ronconi, tiyatroya 3. şahıs anlatımları getirmiş bir insan. Yani ben Banu'yu oynuyorum, ama aynı zamanda da Banu'nun kim olduğunu anlatıyorum. Aynı yöntemi bundan önceki oyunda da kullanmıştık." diye sözlerini sürdürdü. Zengin bir hikaye ve çok karakteri olan Baba ve Piç'i sahneye uyarlamanın kolay olmadığını savunan Yılmaz, Savelli'nin bu işten alnının akıyla çıktığını düşündüğünü de ekledi.

"1915 OLAYLARININ 100. YILINA DENK GELMESİ GÜZEL BİR ŞEY"

Söz konusu piyesin, 1915 olaylarının 100'üncü yılına denk geldiği hatırlatılan Yılmaz, "Bu çok anlamlı oldu, ancak biz özellikle böyle organize etmedik, kendiliğinden oldu ve kendiliğinden olması da güzel bir şey" dedi. Elif Şafak'a teşekkürü de ihmal etmeyen Serra Yılmaz, "Çünkü bu iş tamamen bana güven duymasıyla oldu. O da seyredebildiği zaman oyunu beğenecektir" öngörüsünde bulundu.   

TCK 301'DEN YARGILANMIŞTI

Baba ve Piç, raflarda yerini almasını takiben, roman kahramanlarının kendi aralarında yaptıkları konuşmalar nedeniyle bir yargılama süreci geçirmişti. Ermeni Tehciri'ne atfen yapılan bu konuşmalarda, "Türklüğü aşağıladığı" öne sürülen ve dönemin Türk Ceza Kanunu'ndaki (TCK) ünlü 301'inci maddeden yargılanan Elif Şafak, daha sonra beraat etti.

Avukat Kemal Kerinçsiz'in şikayet ettiği Şafak'ın dava süresince, "Ben iki toplum arasında insancıl ve barışçıl ortamın yaratılmasına katkıda bulunmak istedim" açıklaması hatırlatılan Serra Yılmaz, "Türkiye'de hangi yazar yargılama süreci geçirmedi ki! Geçmişle yüzleşmek çok önemli. Bu toplumsal ruh sağlığı açısından önemli" dedi.

]]>

Bilge mimar Turgut Cansever anılıyor

$
0
0
İstanbul Deniz Müzesi’nde bugün saat 09.00’da başlayacak “Bilge Mimar Turgut Cansever Sempozyumu”na Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Kara, Beşir Ayvazoğlu, Mustafa Armağan, Korhan Gümüş gibi isimlerin yanı sıra Cansever’in kızı mimar Emine Öğün de katılacak. Üç oturumun yapılacağı sempozyumda Cansever’in düşünce dünyası, modern Türk mimarisideki yeri ve yeni şehirler üzerine yaptığı özgün çalışmalar ile günümüz dünyasına uyarlanması tartışılacak.]]>

Kutluğ Ataman Venedik Bienali’nde

$
0
0
29 Nisan 2014 tarihinden itibaren Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergilenmeye başlayan eser, Sakıp Sabancı’nın 10. ölüm yıldönümü için Sabancı Ailesi tarafından 2011 yılında sanatçıya sipariş verilmiş ve Sakıp Bey’in bir şekilde temas kurduğu 30 bin kişinin vesikalık fotoğrafı bir araya getirilerek oluşturulmuştu. Konumu, yaşı, önemi, mevkii ne olursa olsun insana değer veren Sakıp Sabancı’nın her konuya “Önce insan” felsefesiyle yaklaşmasını, insanlara olan sevgisini ve saygısını yansıtan eser; keskin zekâsı, ince esprileri ve candan tavırlarıyla halkla özdeşleşen Sakıp Sabancı’nın, yaşamı boyunca insanlara ve hayata açtığı pencereleri görünür kılıyor. Başkanlığını Paolo Baratta, küratörlüğünü Nijeryalı yazar ve sanat eleştirmeni Okwui Enwezor’un yaptığı bienalin başlığı, “All The World’s Futures-Dünyanın Tüm Gelecekleri”. Kutluğ Ataman’ın eseri, Enwezor’un 5 Mart Perşembe günü yapılan basın toplantısında vurguladığı ve bienalin ana fikri olarak nitelendirdiği birliktelik, çok seslilik ve insanlığı farklı ufuklara yaklaştıracak yeni vizyonlar anlamında 56. Venedik Bienali ile paralellik gösteriyor.]]>

St. Petersburg’da Hilmi Yavuz şiiri

$
0
0
Nastenka, Neva, Nevski... Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ini anlattığı St. Petersburg’da bir şubat sonu, Türk şiirinin müstesna mısralarıyla bahara adım atmak... Donmuş Neva Nehri, yazılmayı bekleyen bir sayfa gibi uzanırken önümüzde, Puşkin’in izlerini aramak, Ahmatova’nın dizelerini mırıldanmak, Dostoyevski’yi düşünmek... Kuzeyin esrarlı göğü altında hatırası kalbe ışıklarla dökülecek anlara gark olmak...     

Derken bir şiir dökülür şairin dudaklarından: “şiir hangi sözcüklerle yazılmalı ki/zakkum sözcüklerle mi: ‘yaz’, ‘dostoyevski’?//şiirler akşamın içyüzü/neler söyler neler onlar, öyle ki/anlaşılır, dildir, her gülün/kendi bahçesine çekildiği/yaklaşılır, şiirdir/orada durmada//ve her yeni okumada bir bir/giderek daha artan yoğalmalarda/erguvan kesilir. Zaman’ı dokumada/şiir kendini nasıl erteleyebilir ki?” Şiir kendini ertelemedi ve Hilmi Yavuz bir kelime ile hülâsâ etti her şeyi: Dostoyewski! St. Petersburg hem ‘zakkum sözcükler’in hem ‘erguvan sözcükler’in mekânı oldu. Şiir ‘büyü üretimi’ydi, şehir de öyle oldu, şair de.

DEVLET ÜNİVERSİTESİNDE ŞİİR ŞÖLENİ

Turgenyev, Mendeleev, Brullov, Stravinsky gibi isimleri mezun etmiş St. Petersburg Devlet Üniversitesi’nin o gerçekten müstesna salonunda güneşin ışıkları bir kuzey gününü henüz tam manâsıyla bir şölene dönüştürmemişken şiirin güneşi, Hilmi Yavuz için toplanan kalabalığın yüzlerini aydınlatıyordu. Üniversitenin Şarkiyat Fakültesi’nin 160., Türkoloji Bölümü’nünse 180. yılı kutlamaları münasebetiyle Türk-Rus Vakfı ile ortaklaşa düzenlenen toplantıya Hilmi Yavuz, Aydın Afacan ve Ercan Yılmaz konuşmacı olarak katıldı. Programı izleyenler arasında ünlü Türkologlar Viktor Grigorevic Gusev ve Apollinariya Avrutina ve Türk-Rus Vakfı Genel Sekreteri Ali Ertuğrul Türkeli de yer aldı.

Modern Türk şiirinin usta ismi Hilmi Yavuz adına düzenlenen ve Türk Filolojisi Bölüm Başkanı Prof. Nikolay N.Telitsin’in yönettiği panelde ilk olarak Ercan Yılmaz konuştu. Hilmi Yavuz’un, Divân şiirinin rahle-i tedrisinden geçen, Şeyh Gâlib gibi ‘tarz-ı selefe takaddüm eden’ ve ‘yeni bir lügat tekellüm eden’ bir şair olduğunun altını çizdi. Sadece Doğu’nun şiir geleneğini değil, Batı şiir geleneğini de ‘temellük’ etmeyi sahih olmanın başat şartı sayan Yavuz’un yol açıcı özelliğini vurgulayan Yılmaz, şairin Cumhuriyet sonrası Türk şiirinin mükemmellik standardı olduğunu anlattı. Varoluşunun şiir yazmakla meşrulaştığına inanan ve yeryüzünde şairane konaklayan Yavuz’u, T.S.Eliot’ın ‘Bilgelik ve şiirsel söyleyiş gibi iki erdem bir kişide bir araya geldi mi, o zaman büyük ozanla karşı karşıya bulunuyoruz demektir.’ cümlesinden hareketle ‘bilgelikle şiirsel söyleyiş’i bir araya getiren büyük bir şair olarak nitelendirdi.

Şair Aydın Afacan ise ‘Hilmi Yavuz’un Şiirine Mito-Poetik Bir Bakış’ başlıklı konuşmasında Hilmi Yavuz’u kendi mitolojisini kuran ender şairlerden biri olarak değerlendirdi. Yavuz’la St. Petersburg arasındaki benzerliğe Apollonik ve Dionysostik bağlamda dikkat çeken Afacan, şairin eserlerini Eşrefoğlu’dan Orpheus’a kadar geniş bir mitos evreni bağlamında anlattı. Mitolojinin dili ile Yavuz’un şiir dili arasındaki ortaklığa vurgu yapan Afacan, metaforlar üzerinden bir okuma gerçekleştirirken ‘ne zaman bir suya eğilip baksam/orda suyun hayâlini görürüm’ mısralarını mırıldanıyordum ben de.

Etkinlik kapsamında Nadir Sarıbacak, tek kişilik oyunu Yeraltından Notlar’ı Dostoyevski Müzesi’nde oynadı.

“SAHİH ŞİİRİN PEŞİNDEYİM”

Hilmi Yavuz, poetikasını anlattığı konuşmasına ‘St. Petersburg’da bir flaneur gibi hissediyorum kendimi, bakışlarımla estetize ediyorum bu şehri’ diyerek başladı. Şiirinin Doğu ile Batı medeniyetinin kesiştiği yerde konumlandığını söyleyerek şiir ile medeniyet arasındaki ilişkiye vurgu yapan şair, ‘sahih’ bir şiirin peşinde olduğunu, ne yaptığını bilen bir şair kimliğini önemsediğini, şiirin dil meselesi olduğuna ilişkin düşüncelerini, şairliğin zanaatkârlık yönünün göz ardı edilmemesi gerektiğini, şiir-ahenk ilişkisini poetikasının merkezinde konumlandırarak sıraladı. Retoriğe karşı lirik şiirin öne çıkarıldığı konuşmada Divan şiirinden dünya şiirinin ustalarına kadar geniş bir coğrafyada gezinen Yavuz, şiir tarihine ve Rus edebiyatına dair kuşatıcı ve kışkırtıcı tespitlerle salondakileri kâh şaşırttı kâh düşünceye sevk etti. Niokolay N. Telitsin’in Hilmi Yavuz’un Petersburglu şair Anna Ahmatova’dan tercüme ettiği bir şiiri Rusça okuması ve Yavuz’un ona Türkçe mukâbele etmesi de programın sürpriziydi. Kendi şiirlerini seslendirdikten sonra Türk ve Rus akademisyenlerin ve öğrencilerin sorularını cevaplayan Yavuz’un kitaplarını imzalamasıyla program sona erdi.

Nazım Hikmet’in Gâlib Dede’den tercüme ederek okuduğu ‘Bir şu’lesi var ki şem-i cânın/ Fanûsuna sığmaz âsmânın’ mısralarını defalarca dinleyen Mayakovski “Bizim ulaşmak için çırpınıp durduğumuz şiir idealine meğer sizin eski şairleriniz çoktan ermişler.” demekten kendini alamamıştı. Tarih tekerrürden ibarettir; Hilmi Yavuz’un kendi şiirlerini okumasından sonra benzer cümleleri işitmek ayrı bir bahtiyarlıktı. Ve gün sonunda hepimizin fark ettiği şuydu: ‘bize doğunun büyük şiiri kaldı.’

]]>

Projeniz varsa SineTabip’e gösterin

$
0
0
8-18 Mayıs 2015 tarihleri arasında 18. yaşını kutlayacak olan Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali kapsamında, her zaman olduğu gibi bu sene de düzenlenecek ve sinemaseverlerin ilgisini çekecek atölyelerden birisi olan “SineTabip”, başvuru sırasına göre ilk 12 kişinin film üretimi konusundaki dertlerine deva olmayı amaçlıyor. “18’in Halleri” temasıyla yola çıkan festivaldeki bu atölye ile Gülden Treske, Berrin Balay ve Andreas Treske, alanla ilgili deneyimlerini katılımcılara aktaracak. “SineTabip” Atölyesi’ne son başvuru tarihi 10 Nisan 2015. (www.sinetabip.com)]]>

Dünya Kadınlar Günü’nde sanat

$
0
0
Bugün Dünya Kadınlar Günü. Kültür-sanat dünyası da bugünü kadınlara özel etkinliklerle kutluyor. Türkiye'nin dört bir yanından bugüne özel konser, sergi, tiyatro ve sinema etkinliklerinden bir seçki hazırladık…

Tiyatro severler için Kadıköy Terminal Sahnesi'nde Bir Zamanlar Kadın oyunu tercih sebebi olabilir. Saat 15.00'te başlayacak oyun, istanbulimpro tarafından sahneleniyor. Konsepti Koray Tarhan ve Tolga Erdoğan'a ait oyun, bu kez kadın moderatör ve kadın oyuncular eşliğinde henüz kimsenin bilmediği bir kadın öyküsünü sahneye taşıyor. O kadın kim, neler hayal ediyor, neler yaşıyor oyun anına dek kimse bilmiyor. Her oyun yepyeni bir öykü gözlerinizin önünde yazılıyor. İzmirli tiyatroseverler için Sahne Tozu Tiyatrosu Haldun Dormen Sahnesi'nde Bir Şehnaz Oyun var. Turgut Özakman'ın bu iki perdelik tarihî komedisi saat 14.00'te başlayacak.

Bugün sinemayı tercih etmek isteyenler için Pera Film'in özel bir etkinliği var. 6 Mart'ta başlayan Sinema Seni Seviyorum etkinliği bugün yapılacak gösterimler ile sona erecek. Programda sinemayı ve sinema sevgisini vurgulayan ilginç belgesel ve kurgu filmlerden bir seçki yer alıyor. Etkinlik, romantik filmleri bir araya getirmek yerine, film yapım sanatını öven ve coşkusunu paylaşan gerçek ve hayali hikâyeler arasında bir yolculuğa çıkarıyor. Bugün 14.00'te Agnes Varda'nın yönettiği Agnès'in Plajları, 16.00'da Pip Chodorov'un Bir Deneysel Sinema Tarihi ve 18.00'de Rodney Ascher 237 No'lu Oda adlı filmleri gösterilecek.

TANGONUN KRALLARI KADINLAR İÇİN SÖYLÜYOR

Müzikseverler için günün en uluslararası etkinliği Türker İnanoğlu Show Center'da. "Tangonun Kralları" olarak bilinen Los Reyes Del Tango Orkestrası, Dünya Kadınlar Günü'nde İstanbul'da sahne alıyor. Tango tarihine damgasını vurmuş eserlerin seslendirileceği konserde, dünyanın en iyi 6 tango çifti olarak gösterilen dansçılar da orkestraya eşlik edecek. Konser akşam saat 20.30'da. Birçok müzik tutkununun göz ağrısı olmaya devam eden İncesaz da 8 Mart'ta sesini yükseltenlerden. CRR Konser Salonu'nda saat 20.00'de sahne alacak İncesaz, Dünya Kadınlar Günü'ne özel Mehveş Hanım, Neveser Kökdeş, Leyla Saz gibi İstanbul'un en özel hanım bestekârlarının şarkılarına yer verecek.

8 ÜLKEDEN 8 RESSAM

Kadınlar Günü'nün en ilgi çekici ve 'uluslararası' etkinliği Zonguldak'ın Ereğli ilçesinde gerçekleştirilecek. ‘8 Mart Dünya Kadınlar Günü Resim Çalıştayı ve Sergisi'nin açılışında 8 ülkeden 8 ressam, kadına şiddeti resimlerle anlatacak. Ereğli Atatürk Kültür Merkezi sinema ve sergi salonundaki etkinliğin açılışına dünyaca ünlü İtalyan fotoğraf sanatçısı Antonio Manfredi katılacak. Bugün saat 14.00'te açılacak sergi ve çalıştay kapsamında dünyaca ünlü resim sanatçılarından Bulgaristan'dan Aynur Açıkgöz, Beyaz Rusya'dan Anna Buhovsova Belarus, Kosova'dan Dije Bllaca, Gürcistan'dan Maia Chyonia, Fransa'dan Snezana Milovanovic, Romanya'dan Dalila Özbay, Makedonya'dan Alma Idrızı ve Mısır'dan Lamia El Sayedda canlı performanslarını sergilerken, kadına şiddet konusu resimlerle anlatılacak.

Bunlar yetmez diyenler için, Sabancı Vakfı ‘Fark Yaratanlar' programı, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde kadınların güçlenmesi için çalışan Fark Yaratanlar'ın anıldığı özel bir bölüm yayınlıyor. Özel bölümde, kadınların ekonomik ve sosyal yönden güçlenmesi için fırsatlar yaratan, yeteneklerini ortaya çıkaran, hayallerinin ve hedeflerinin olması için çalışan, daha iyi yarınların daha güçlü kadınlarla geleceğini akıllarından çıkarmayan kadınların öyküleri izlenebiliyor.

Sultanahmet'te bulunan Karikatürcüler Derneği'nin ev sahipliğinde "8 Mart Dünya Kadınlar Günü Karikatür Sergisi" açılıyor. Bugün dernek sergi salonunda açılacak sergi aynı gün dernek temsilciliklerinde ve Mimarlar Odası Ankara Şubesi'ne bağlı temsilciliklerde de gezilebilecek.

]]>

‘İstanbul’ rekor fiyata satıldı

$
0
0
Açılışı 800 bin TL ile yapılan resim 1.830.000 TL’ye yeni koleksiyonerinin oldu. 195 x 335 cm ebatlarındaki ‘İstanbul’, tuval üzerine yağlıboya yapılmış, çift imza atılmış, 1955 tarihli bir eser. Ferid Edgü’nün “Tüm görsel motifler, camiler, kuleler, surlar, deniz ve balıklar, deniz kızları, dalgalar, bulutlar, bu renk cümbüşü, şiirlerinde, resimlerinde, yinelemekten bıkmadığı ‘Güzel İstanbul’un bir yansıması gibidir. Bir şehre duyulan aşk, bir ressamın fırçasından ancak böyle dile getirilebilirdi.” diye bahsettiği eser Eyüboğlu’nun aile koleksiyonunda yer alıyordu.

Olgaç Artam yönetiminde gerçekleşen müzayedede ayrıca modern Türk resminin önemli ismi Ali Çelebi’nin ‘Dünyayı Gören Göz’ adlı yağlıboya tuvali 945 bin liraya satılarak sanatçının müzayede rekoru oldu. Müzayedede Fahrel Nisa Zeid’in soyut çalışması 410 bin TL,  Bedri Rahmi Eyüboğlu ‘Soyut Boğaziçi’ resmi 410 bin TL, Eren Eyüboğlu portresi 240 bin TL, Peter Halley’in eseri 225 bin TL, Hakkı Anlı’nın soyut resmi 277 bin TL, Nejad Melih Devrim’in soyut eseri ise 200 bin TL’ye alıcı buldu.

]]>

Hayal Perdesi tekrar rafta

$
0
0
Sinema atölyeleriyle yola çıkan dergi, 2003’te fanzin olarak başlayıp, 2010’dan itibaren e-dergi olarak sürdürdüğü yayın hayatına iki aylık periyodunda matbu devam edecek. Elektronik ortama taşınmasıyla yayın akışı düzenli hale gelen derginin hedefi, teori ile pratiğin birlikte yürüdüğü bir sinemaya dair fikir geliştirmek... Beş yıldır e-dergi formatında yayınlanan ve 44. sayıya ulaşan Hayal Perdesi’nin editörü Celil Civan, okuyucuların bugüne kadar internetten ulaştıkları dergiyi ellerinde görmek ve arşivlemek istedikleri yönünde talep olduğunu belirtti. Civan, sinema dergiciliği alanında fazla yayın olmadığına değinirken, Hayal Perdesi’nin bir ihtiyacı karşılayacağını düşündüklerini aktardı. Son dönemde sinemaya ilginin arttığını vurgulayan Civan, genişleyen sinema literatürüne katkı yapmak istediklerini kaydetti. ]]>

‘Sıradışı İnsanlar’ destek arıyor!

$
0
0
“Türkiye’nin en sıra dışı insanları hangi bölgededir?” sorusuna aşağı yukarı herkes aynı cevabı verir. İlginç insanlardır Karadenizliler. Pratik zekâları, şaşırtan buluşları, yaşam tarzları ve eğlence kültürleriyle bu toprakların neşe kaynağıdırlar. Zorlu doğa şartları onları kıvrak zekalı yapabiliyor. Özellikle icatlarıyla insanı hayrete düşürürler. İtalya’da tez konusu olan bile var. İşte onlardan biri; kayaların üzerine çelik halatlarla ev ve rüzgâr hızıyla dönen çardak yapan Rize Güneysu’dan Bilal Atasoy. Aslında onu tüm Türkiye tanıyor, onlarca kez televizyon haberlerine konu oldu. Atasoy, hikayesini bu kez Orhan Tekeoğlu’na anlatacak. Ama daha ayrıntılarıyla… Kayalıklara ev dikmesine neden olan inadının/kırgınlığının sebebini, sabah uçuruma bakarak uyanmanın heyecanını, kaya köşküne yeni bir oda eklemek için yaptığı planları…

Yirmi beş yıl gazetecilikten sonra yönetmen koltuğuna oturan Orhan Tekeoğlu’nun ilk belgeseli 2010’da tamamladığı ‘İfakat-Uçuruma Yürüyen Kadınlar’, hem Türkiye’de hem de yurtdışında çok beğenildi. Güçlü, çalışkan ve fedakâr Karadeniz kadınının çilesini anlatan belgesel pek çok ödül aldı. Tekeoğlu, daha sonra ‘Öyle Sevdim ki Seni’ adlı bir sinema filmi çekti. Şimdi ise ikinci belgeseli ‘Sıradışı İnsanlar’ için hazırlık yapıyor. Çekimleri ağustos ayında başlayacak belgeselde, en popüler diyebileceğimiz beş Karadeniz hikâyesi anlatılacak. En popüler çünkü, Giresun’da yüz yıldır konuşulan kuşdilini (ıslık dili), Çamlıhemşin’de gençlerin tahta arabalarla yaptığı Lazralli ya da Formulaz yarışmalarını, çay, odun taşımak için icat edilen yöre adıyla ‘varengel’i (iki vadiyi birleştiren teleferik) ve 364 gün büyük bir heyecanla beklenen Trabzon’un ünlü Sisdağı horon şenliğini bilmeyen neredeyse kalmadı. Zaten Tekeoğlu’nun amacı, ‘İfakat’ın Avrupa’da gördüğü ilgi üzerine, Karadeniz insanının renkli kişiliğini farklı bir pencereden dünyaya anlatmak. İlk belgeselde acı, hüzün, bitmek bilmeyen bir çile vardı, ikincisinde eğlence, pratik zekâ ve doğayla mücadele olacak.

Onlıne imece

Yapımcılığını Nurdan Tümbek Tekeoğlu’nun yaptığı ‘Sıradışı İnsanlar’, dünyada sinema ve müzik sektöründe yaygın olan, Türkiye’de ise yeni duyulmaya başlayan ‘kitlesel fonlama platformu’ www.fongogo.com üzerinden yapılan bağışlarla çekilecek. Ali Çebi, Ali Türkeş ve Louise Westerlind tarafından bir yıl önce kurulan Fongogo, yerli projeler için bir bağış, fon toplama sitesi. Hayata geçirilmek istenen her türlü proje, deyim yerindeyse, sitede görücüye çıkıyor, isteyenler de buradan ekonomik katkıda bulunuyor. Başvuran ve kabul edilen her proje sitede 60 gün kalıyor. Bu süre içinde bağışçılara hediyeler vaat ediliyor. Mesela ‘Sıradışı İnsanlar’a 20 TL veren filmin galasına davet edilecek, 2 bin TL veren belgeselin jeneriğinde ‘yardımcı yapımcı’ olarak yer alacak. Yirmi günde belgesel bütçesinin yüzde 52’si toplanmış. 78 kişi, sıra dışı insanlara 10 bin 500 TL bağışta bulunmuş. Belgeseli desteklemek için 40 gün daha var.

Belgeselde, Giresun Kuşköy’de konuşulan ıslık dili, Çamlıhemşin’de tahta arabayla yapılan Lazralli yarışmaları ve çelik halatlarla

kayalıklara ev yapan Bilal Atasoy’un hikâyesi anlatılacak.

Sarmaşık için 27 bin TL toplandı

Fongogo’da bugüne kadar 80 projeden 23’ü hedefine ulaşmış ve toplamda bu projelere 300 bin TL bağış yapılmış. İlk başarılı proje, Tolga Karaçelik’in ikinci uzun metrajlı filmi ‘Sarmaşık’. Geçtiğimiz aralık ayında bağımsız filmlerin kalesi Sundance Film Festivali’ne seçilen ‘Sarmaşık’ için bu sitede 27 bin TL bağış toplanmış. Karaçelik, filmini aslında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteklediği parayla çekmiş ama post prodüksiyon için para kalmayınca Fongogo’da kampanya başlatmış. İkincisi, yapımcı Zeynep Özbatur’un üç kısa filmden oluşan projesi ‘Gerçekler Gizlidir’. Hatice Aslan ve Alican Yücesoy gibi oyuncuların hem rol aldığı hem bağış yaptığı proje için 54 bin TL toplanmış. En çok bağış toplayan 81 bin TL ile SineMasal.

Tolga Karaçelik ve Zeynep Özbatur’un

kategori lideri olarak adlandırıldığı Fongogo, aslında Özbatur’un projesiyle sesini duyurmaya başladı. Filmin en başından itibaren, yönetmen ya da yapımcıyı izleyiciyle buluşturan, duygusal bir bağ kurmasını sağlayan Fongogo, sinemaya maddi olduğu kadar manevi katkı sunuyor.

Kitle fonuyla gerçekleşen projelere en güzel örneklerden biri İngiliz müzik grubu Marillion olarak gösteriliyor. Grup, 1997’de internette başlattıkları kampanya ile ABD’ye turne düzenlemiş. Bu olaydan sonra kitle fonlaması film ve müzik sektöründen hızlı yayılmış. Bugün pek çok alanda kullanılıyor.

]]>

Çanakkale Savaşı’nın 100. yılında anlamlı buluşma

$
0
0
‘Derinlerden Siperlere Çanakkale 1915’ isimli sergi, Fransız denizaltısı Turkuaz’ı batıran Müstecip Onbaşı’nın kızı Ulviye Balkan ile yine onbaşının batırdığı E20’den kurtulan William Long’un torunu John Shelton’u bir araya getirdi.Çanakkale Savaşları’nın 100’üncü yılı vesilesiyle Eminönü’ndeki İş Bankası Müzesi’nde dün “Derinlerden Siperlere Çanakkale 1915” sergisi açıldı. Küratörlüğünü Savaş Karakaş’ın, danışmanlığını Prof. Dr. Haluk Oral’ın yaptığı serginin iki misafiri vardı. Fransız denizaltısı Turkuaz’ı 30 Ekim 1915 tarihinde Çanakkale’de batıran Müstecip Onbaşı’nın kızı Ulviye Balkan ile yine Müstecip Onbaşı’nın batırdığı tahmin edilen, 21 kişiden 9 askerinin kaçabildiği İngiliz denizaltısı E20’den kurutulan William Long’un torunu John Shelton. Dedesini anmak için 100 yıl sonra Türkiye’ye gelen Shelton ve Ulviye Balkan, yan yana objektiflere poz verdi. Shelton, “Dedem 9 yıllık bir denizaltıcıydı. Daha ağustosta yepyeni gemide göreve başlamıştı. Ekim-kasım gibi Çanakkale’ye gitmişti.” dedi. Babasının fotoğraflarına bakarken gözyaşlarını tutamayan Ulviye Balkan ise, “Babam yaşadıklarını anlatırdı ama o kadar ufaktık ki, pek kulak vermezdik. ‘Ah kızım Kilithabir’lerde çürüdük’. derdi. Keşke onu daha çok dinleseydim.” sözleriyle duygularını dile getirdi.20 yıl boyunca denizaltında dedemin Çanakkale’de kaybettiği elini aradımBasın toplantısında konuşan Prof. Dr. Haluk Oral, serginin, 100 yıl önce Çanakkale’de yaşananlara, cephede karşı karşıya gelmiş her iki tarafın gözünden tanık olma imkânı verdiğini belirterek, “Bu konuda pek çok kitap yazılmasına rağmen hâlâ anlatılacak öyküler, aydınlatılması gerek sırlar vardır.” ifadelerini kullandı. 1995 yılından bu yana Çanakkale Boğazı’nda batan savaş gemilerini araştıran Savaş Karakaş ise, “Bu sergi, bana ‘Savaş’ adını veren Çanakkale gazisi dedem Hafız Hilmi Coşkun’a bir vefa borcuydu. Çünkü dedem, Çanakkale’de yaralanmıştı. Çocukluğumda onun, şarapnel parçaları ve bombalar yüzünden sakat kalan elinden korktum. Dedemi 1974’te kaybettik. 1995’ten bugüne geçen 20 yılda, korktuğum dedemin elini denizin derinliklerinde aradım. Pek çok savaş gemisini belgeledim, filme aldım. Türkiye’nin ünlü sualtı araştırmacılarla denizin dibinde iz sürdüm. Şimdi bütün bunları dedemin hikâyesi ile birlikte sergide sunuyoruz.” dedi.Sergide Çanakkale deniz ve kara savaşları iki ayrı bölümde anlatılıyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün el yazısıyla imzaladığı, daha önce kamuoyuyla paylaşılmamış 3 askerî emir de serginin ilgi çeken belgeleri arasında. 10, 11 ve 12 Mayıs 1915 tarihli emirlerde Mustafa Kemal savaşa ilişkin takdir, görüş ve emirlerini diğer kumandanlara iletiyor. Toplamda 6 adet olan fırka emirleri, hem birebir transkripsiyonları hem de sadeleştirilmiş versiyonlarıyla sergileniyor. Nusrat mayın gemisinin, düşman gemilerinin projektörlerine aldırmadan Karanlık Liman’a mayınlarını bırakmasının yıldönümü olan 7 Mart’ta açılan sergi, 15 Ağustos’a kadar açık.

Ragıp Ertuğrul, Tiyatro Eleştirmenleri Birliği Başkanı

$
0
0
Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği’nin Türkiye birimi olağan genel kurulu, 7 Mart’ta İstanbul’da yapıldı.Genel Kurul’da yönetim kurulu başkanlığına oybirliğiyle eleştirmen Ragıp Ertuğrul seçildi. Sahne sanatları alanında eleştiri disiplininin gelişmesi, yurtiçinde ve dışında tanıtılmasında güvenilir bir değerlendirme kaynağının oluşması amacı ile 1990 yılında kurulan dernek, bugüne değin Türk tiyatrosunu sayısız ulusal ve uluslararası platformlarda temsil etti.

Yaşar Kemal’in yeniden keşfi

$
0
0
Yaşar Kemal’i geçtiğimiz hafta ebedi yolculuğuna uğurladık. Usta yazarın vefatının ardından kitap satışlarında 4 kat (% 417) artış oldu. Yaşar Kemal edebiyatını yakından tanıyan iki yazara, bu durumu nasıl değerlendirdiklerini sorduk.“İlginin kalıcı olması temennimdir” Işık Öğütçü: Yaşar Kemal’in, vefatıyla tüm okurlarını yasa boğduğu bir gerçek. Tüm canlılar dünyaya gelir, yaşar ve ölürler. İnsanlar yaşadıkları sürece insanlığa faydalı çalışmalar yaparsa kalıcı olurlar. Yaşar Kemal hem edebiyatımıza hem de insanlığa düşünceleri ve yazdıkları ile katkı sağlamış bir sanatçımızdır. Yaşarken böyle sanatçılar ve bilim insanları pek fark edilmiyor maalesef. Ölümünden sonra eserlerine olan talebin artmış olmasının, okurların sanatçının değerini anlamış olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Şimdiye kadar kitaplarını okumamış olan okurlar, ölümü üzerine yazarla ilgili yapılan etkinlikler ve hakkında yazılan yazılarla sanatçımız Yaşar Kemal’i okumadıklarını düşünerek kitaplarına yönelmeleri, alıp okumaları hem meraktan hem de bu mücadele insanına duydukları saygı gereğidir. Bunun kalıcı olması temennimdir. Ölüm acıdır ama bir gerçektir. İnsanlığın daha iyi yaşam koşullarında yaşaması için fikir üretmiş, bunu sanatında yapmış olan pek çok sanatçı gibi Yaşar Kemal de eserleriyle daha çok okunarak geleceğe taşınacaktır. “Onun kitapları insanlığın vicdanıdır” Ayfer Tunç: Ressamların ölümünden sonra eserlerinin değer kazanması bir sanat değil piyasa meselesidir. Ama bir yazarın ölümünden sonra eserlerinin tekrar basılması ise piyasa değil, sanat meselesidir. Yaşar Kemal, bu coğrafyanın en gür sesiydi; gür, adil ve isyankardı. Yetmişli yıllarda insanın insana ettiğinin daha çok kalp yaraladığı zamanlarda sesi daha çok duyuluyordu. İnsan acısının, çığlıklarının arşa yükseldiği bu vicdansız ve kirli çağda duyulmaz oldu. İnsanlık bugün inliyor ama dünyanın paraziti bütün insani sesleri bastırıyor. Ne yazık ki Yaşar Kemal’in o güzelim sesi ancak bir ölüm ardı çığlığı olarak yer buldu. Yaşar abi son sesiyle Türkiyeli okura vicdanı hatırlattı bence. Genç okur Türkiye’nin has evladının sesini merak edip kitaplarını okumak istedi. Onun kitapları budur çünkü. İnsanlığın vicdanıdır.

T.S.Eliot hiç genç oldu mu?

$
0
0
Türk okurunun daha çok Çorak Ülke adlı eseriyle tanıdığı, 20. yüzyılın önemli şairlerinden, denemeci ve eleştirmen T.S. Eliot, ölümünün 50. yılında anılıyor. Modern şiire katkıları ve geride bıraktığı benzersiz eserlerle anılan şair için yıl boyunca pek çok etkinlik düzenlenirken, hakkında yayımlanan yeni biyografi, zihinlerdeki Eliot imgesini değiştiriyor.Her yazar, kalıcı olmakla bir imtihan yaşar. Ingeborg Bachmann, geleceğe kalmayı yazarın dilinin kalıcı olmasına bağlarken, bunun eksikliğinin ‘yazmanın cehennemi’ni artırdığını söyleyebiliriz. 20. yüzyılın usta şairi Thomas Stearns Eliot (1888-1965), “Hiçbir dürüst şair, yazdıklarının kalıcı değerinden emin olamaz. Bütün zamanını ziyan etmiş ve bir hiç için hayatını altüst etmiş olabilir.” diye yazdığında, kendisinin de seneler sonra okunacak bir yazar olduğunu düşünmüştür içten içe, zira genç yaşta yakaladığı kalıcı bir ses vardı. Amerika doğumlu İngiliz şair, oyun yazarı ve edebiyat eleştirmeni Eliot, 4 Ocak 1965’te öldüğünde, İngiliz modern şiirine yön veren bir usta ve dünya edebiyatına büyük katkılar sunan bir isim olarak anılmayı çoktan hak etmişti. Eliot, ölümünün 50. yılında sempozyumlar, sergiler ve çeşitli etkinliklerle anılırken, hakkında yayımlanan yeni kitaplar da zihinlerdeki imgesini değiştiriyor.Robert Crawford’un Young Eliot: From St Louis to ‘The Waste Land’ adıyla kaleme aldığı yeni biyografi, şairin birer başyapıt olarak değerlendirilen “J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı”ndan “Çorak Ülke”ye uzanan eserlerinin yanı sıra edebi üretimine odaklanarak yeni bir portre sunuyor. Crawford, Eliot için ‘hiç genç oldu mu?’ sorusunun peşine düşüyor. Bu yeni biyografi eleştirmenleri karşı karşıya getirse de Eliot’un soğuk, yavan ve zor bir kişi olmadığını ortaya koyuyor. Şairin çocukluğunun geçtiği St Louis’ten Çorak Ülke’yi yazdığı döneme kadar geçen süreye odaklanan kitap, utangaç, zeki ve yaralı; ailesinin isteklerine karşı gelip İngiltere’ye göç eden Amerikalı bir genç şairin hayatına dair; mektuplar, şiirler ve kaleme aldığı metinler üzerinden yeni bir okuma yapıyor. Kitap, yazarın eserlerinden alıntılar, onun hakkında yapılan röportajlar, arşiv belgeleri ve daha önce yayımlanmamış anılarına da yer veriyor.“Kuvartet, en iyi eserim”Genç Eliot’un biraz ıskalanan bu dönemi, şairin yazı yolculuğunda pek çok taşı yerine oturtuyor. 26 yaşında tanıştığı Vivien Haigh-Wood ile üç ay sonra evlenen şair, sorunlu bir ilişki yaşar. Çorak Ülke’nin ilk okurlarından olan Wood, genç şairin edebi üretiminde önemli bir rol oynasa da bu evlilik uzun sürmez. Crawford, biyografide bu ilişkinin tüm ayrıntılarına değiniyor. 1957’de 68 yaşında iken evlendiği sekreteri, 30 yaşındaki Valerie Eliot, şair hakkında yeni bir biyografinin yazılmasına pek de müsaade etmez. Yazarın tüm edebi mirasına sahip çıkıp bir kısmını da elden geçiren Valerie, 2012’de ölür. Eliot’ın ailesi ve eski eşiyle mektuplaşmalarının izine rastlayamayan Crawford, şairin Yahudi düşmanlığına da odaklanarak şiir ve mektuplarında bunun izlerini arıyor. Sinirli ve çoğu zaman mutsuz bir birey olan Eliot’ın parlak bir şair olduğunun altını çizen Crawford, kalemiyle biraz silik kalan Eliot portresini renklendiriyor.T.S. Eliot, iki yıl kadar üzerinde çalıştığı Çorak Ülke’yi bitirdikten sonra arkadaşı Ezra Pound’a gösterir. Pound, şiirin ilk taslağından tam 360 dizeyi siler. Geriye 434 dize kalır ve eser 1922’de yayımlanır. Eliot, 1948’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. Pek çok okur onu Çorak Ülke ile anarken, “Kuvartet’in en iyi eseriniz olduğuna inanıyor musunuz?” sorusuna, “Evet, her birinin bir öncekinden daha iyi olduğunu düşünüyorum. İkincisi birinciden daha iyi, üçüncüsü ikinciden daha iyi ve dördüncüsü hepsinden daha iyi. Bu da benim kendi kendime avuntum işte.” der.Crawford eleştirmenlerden iyi not alan bu biyografinin ikinci serisini hazırlarken, 25 Mart’ta İngiltere’deki Oxford Edebiyat Festivali’nde “J.Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı”nın yayımlanmasının 100. yılı dolayısıyla çeşitli etkinlikler düzenlenecek. Harvard Üniversitesi’nde nisan ayında açılacak ve hazirana kadar ziyaret edilebilecek “Ragged Claws: T.S. Eliot’s Prufrock at 100” adlı sergide ise “J.Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı”nın ilk baskıları ve şairin bilinmeyen yönleri konuşulacak. Eliot’un, her okurda bir karşılığı olan, seneler önce dile getirdiği şu sözler, tıpkı o benzersiz şiirleri gibi hâlâ önemli: “Edebi yargı yahut değerlendirme için aynı anda keskin biçimde iki şeyin birden farkında olmamız gerekir: ‘Neyi sevdiğimizin (veya neden hoşlandığımızın)’ ve ‘Neyi sevmemiz gerektiğinin’ Çok az kimse her ikisini bilecek kadar dürüsttür.”

Basın Müzesi’nde şiir ve müzik konuşulacak

$
0
0
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin düzenlediği Basın Müzesi Şiir ve Musiki Günleri, 14 Mart Cumartesi günü saat 13.00-15.30 arasında yapılacak.TGC Genel Sekreter Yardımcısı Ahmet Özdemir ve Mualla Tetik’in yöneteceği etkinlik, Çembelirtaş’ta bulunan Basın Müzesi’nde gerçekleştirilecek. Etkinlikte, mart ayı içinde aramızdan ayrılan sanatçılar, yazarlar, gazeteciler ve müzisyenler anılacak. 20. ölüm yılı nedeniyle Mustafa Necati Karaer’in yaşamı ve sanatına ilişkin bilgiler verilecek. Basın Müzesi Şiir ve Musiki Günleri’nde; savaş, barış ve türlü sanatlar içindeki kadın emeği konuları işlenecek. Kadın şair ve bestekârların eserlerinden örnekler sunulacak. (0212 513 84 58 )

Altın Lale şehri gözlüyor

$
0
0
4-19 Nisan arasında düzenlenecek İstanbul Film Festivali’nde yirmiden fazla bölümde 62 ülkeden 204 film gösterilecek. Zeki Demirkubuz’un jüri başkanı olduğu Altın Lale Ulusal Yarışma’da genç yönetmenlerin filmleri yer alırken, uluslararası yarışmada Thomas Vinterberg’in Çılgın Kalabalıktan Uzak filmi dikkat çekiyor.Sinemaseverlere baharı müjdeleyen İstanbul Film Festivali, bu yıl 34. kez takipçileriyle buluşacak. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından on birinci kez Akbank sponsorluğunda düzenlenen festivalin programı dün İstanbul Martı Otel’de düzenlenen basın toplantısıyla açıklandı. 4-19 Nisan arasında gerçekleştirilecek festivalde dünya sinemasının yeni örneklerinden ödüllü filmlere, Türkiye sinemasının en yenilerinden klasiklerine, yeni keşiflerden başyapıtlara, yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapılacak söyleşilerden partilere, şehrin gözü iki hafta boyunca festivalde olacak.Takipçileri için ‘okul’ olmayı sürdüren festivalde bu yıl yirminin üzerinde bölümde 62 ülkeden 222 yönetmenin 204 filminin yanı sıra ücretsiz olarak gerçekleştirilecek usta sinemacıların katılacağı söyleşi ve atölye çalışmaları, sinema dersleri gibi etkinlikler de yer alıyor.MEKÂN SIKINTISI SÜRÜYORFestivalin ulusal ve uluslararası Altın Lale yarışmaları ile FACE Sinemada İnsan Hakları Yarışması’na bu yıl ilk kez Ulusal Belgesel Yarışması da eklendi. Yıllardır ana üssü İstiklal Caddesi olan festivalin mekân sıkıntısı bu yıl daha da belirgin bir hal alıyor. Geçtiğimiz yıllarda İstiklal Caddesi’nde beş mekânda film gösterimi yapılırken bu yıl sadece Atlas ve Beyoğlu sinemaları ile Fransız Kültür Merkezi var. Dolayısıyla Emek Sineması’nın yokluğuyla başlayan festival dağınıklığı bu yıl da sürüyor. İstiklal Caddesi’ndeki mekânlar dışında Ortaköy Feriye, İstanbul Modern ve Kadıköy Rexx sinemaları gösterim ve etkinliklere ev sahipliği yapacak.Festivalin Sinema Onur Ödülleri, bu yıl yönetmen ve yapımcı Yılmaz Atadeniz, müzisyen Cahit Berkay, oyuncu Nebahat Çehre, senarist ve yönetmen Safa Önal ve oyuncu Süleyman Turan’a verilecek. Beş ustaya ödülleri 3 Nisan Cuma akşamı Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleştirilecek açılış töreninde takdim edilecek.Zeki Demirkubuz’un jüri başkanlığını yaptığı Altın Lale Ulusal Yarışma’da 11 film var. Sarmaşık, Nefesim Kesilene Kadar ve Kar Korsanları gibi yurtdışı festivallerinde prömiyer yapmış filmlerin yer aldığı bölümün yanı sıra 2007’de Pazar Bir Ticaret Masalı filmiyle Altın Portakal alarak tartışmaların odağına oturan İngiliz yönetmen Ben Hopkins’in yeni filmi Hasret de var. Genç yönetmenlerin filmlerinin ağırlıkta olduğu ulusal yarışmada Erden Kıral’ın geçen yıl kasım ayında gösterime giren Gece filmi de bulunuyor. Ulusal yarışmada En İyi Film’e 150 bin TL, En İyi Yönetmen’e ise 50 bin TL ödül verilecek.ÇILGIN KALABALIKTAN UZAKAltın Lale Uluslararası Yarışma, ulusal bölüme oranla daha göz alıcı. Yönetmen Rolf de Heer başkanlığındaki jüri 12 film arasından seçim yapacak. Danimarka sinemasının yıldız ismi Thomas Vinterberg’in uyarlaması Çılgın Kalabalıktan Uzak, Venedik Film Festivali’nin kapanış filmi Altın Çağ, Fransız yönetmen Cedric Kahn’ın ödüllü filmi Vahşi Yaşam, Christian Petzold’un yeni filmi Yüzündeki Sır bu bölümün öne çıkanları. Murat Düzgünoğlu’nun Neden Tarkovski Olamıyorum filmi de uluslararası yarışmada Türkiye’yi temsil edecek.Sinemaseverlerin en çok ilgi gösterdiği Akbank Galaları yine merakla beklenen yapımlardan oluşuyor. Bu bölümde 13 filmin Türkiye’deki ilk gösterimleri gerçekleştirilecek. Akbank Galaları’nda bu yıl usta yönetmenler Paul Thomas Anderson ve François Ozon’un son filmlerinden Cafer Panahi’nin Berlin’de Altın Ayı kazanan filmi Taxi’ye, modanın dev ismi Yves Saint Laurent’in hayatını konu alan filmden dokuz ünlü yönetmenin kısa filmlerinden oluşan Words with Gods’a kadar birbirinden ilginç, ödüllü, dikkat çekici yapım yer alıyor.YILANLARIN ÖCÜ YENİDENİstanbul Film Festivali sekiz yıldır Groupama işbirliğiyle sürdürdüğü “Türk Klasikleri Yeniden” projesi kapsamında bu yıl Metin Erksan imzalı Yılanların Öcü, restore edilerek sinemaya yeniden kazandırılıyor. Fikret Hakan, Nurhan Nur ve Aliye Rona’nın oynadığı 1962 yapımı Yılanların Öcü, köy yaşantısı kadar kadın-erkek çatışmasını da işleyen, sade ve gerçekçi bir anlatıma sahip. Filmin 1962’de ilk kez gösterime girmesiyle Ankara, Adana gibi bazı şehirlerde olaylar çıkmış ve bir sinema hasara uğramıştı. Filmin gösterilebilmesi ancak dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in onayıyla mümkün olmuştu.İstanbul Film Festivali’ne bu yıl yeni bölümler de eklendi. Balkanlar: Ateşin Sineması, bu özel bölgenin en iyi ve en güncel sinema örneklerini bir araya getirecek. Aile Bağları, en çok kutsanan, en çok eleştirilen, en sık sömürülen toplumsal kurum olan aile içi bağlar festivalin bu bölümünde ele alınacak. Özel Gösterim: Ufak Hakikatler ve Alman Canlandırma Sineması da festivalin yeni bölümlerinden. Ayrıca Latin Amerika’nın en gözde yönetmenlerinden Arjantinli sinemacı Lisandro Alonso’nun tüm filmleri de festivalde özel bir bölümde gösterilecek.HAFTA İÇİ GÜNDÜZ SEANSLARI 5 TLFestival gösterimleri 11.00, 13.30, 16.00, 19.00 ve 21.30 seanslarının yanı sıra artık festivalin gelenekselleşen geceyarısı gösterimleri cuma geceleri Beyoğlu, cumartesi geceleri ise Atlas Sineması’nda 24.00 seanslarında gerçekleştirilecek. Festival biletleri 28 Mart Cumartesi günü 10.30’da Biletix satış kanalları, Atlas ve Rexx sinemalarında açılacak ana gişelerden satışa çıkacak. Hafta içi gündüz seansları 5 TL, hafta içi 19.00 ve hafta sonu tüm seanslarda tam 17 TL, öğrenci ile 65 yaş ve üstü 12 TL, 21.30 seansları 17 TL;Atlas ve Rexx sinemalarında yapılacak Akbank Galaları ilk gösterimlerinin biletleri ise 20 TL. Festivalde bu yıl 28 Mart’tan itibaren gösterimlerin başlayacağı 4 Nisan tarihine kadar tüm izleyiciler biletlerini % 10 indirimli alacak.Altın Lale Ulusal YarışmaLimonata (Ali Atay)Eksik (Barış Atay)Nefesim Kesilene Kadar(Emine Emel Balcı)Kümes (Ufuk Bayraktar)Misafir (Mehmet Eryılmaz)Yeni Dünya (Caner Erzincan)Saklı (Selim Evci)Kar Korsanları(Faruk Hacıhafızoğlu)Hasret (Ben Hopkins)Sarmaşık (Tolga Karaçelik)Gece (Erden Kıral)Altın Lale Uluslararası YarışmaGerçeklik / Réalité (Quentin Dupieux) Neden Tarkovski Olamıyorum (Murat Düzgünoğlu)Altın Çağ / Huang Jin Shi Dai (Ann Hui) Vahşi Yaşam / Vie Sauvage (Cédric Kahn)Taşa Yazılmış Hatıralar / Bîranînen Li Ser Kevirî(Shawkat Amin Korki) Itsi Bitsi (Ole Christian Madsen)Star / Zvezda (Anna Melikyan) Kara Ruhlar / Anime Nere (Francesco Munzi)Yüzündeki Sır / Phoenix (Christian Petzold) Bana Bak Philip / Listen Up Philip (Alex Ross Perry) Fanusta Yaşayanlar / Vonarstræti (B. Zophoniasson)Çılgın Kalabalıktan Uzak (Thomas Vinterberg)

Almanya ile Türkiye sinemada buluşuyor

$
0
0
Bu yıl 20. kez düzenlenen Almanya Türkiye Film Festivali yarın başlıyor.22 Mart’a kadar sürecek festivalin açılış töreninde Hanna Schygulla, Şener Şen ve Yavuz Turgul’a onur ödülü verilecek. Klaus Eder, Cem Yılmaz ve Uğur Yücel’in de katılacağı törende Eşkıya, açılış filmi olarak gösterilecek. Törende, Kardeş Türküler de bir konser verecek. Festivalin 20. yılında 38 filmin gösterimi yapılacak. Festivalin bütün etkinlikleri için bilet satışları Kultur-Info (Königstr. 93, 90402 Nürnberg, Tel: 0911 231 4000) adresinde gerçekleştiriliyor. (www.fftd.net)

İzmir Öykü Günleri’nde kadın ve kent konuşulacak

$
0
0
Bu yıl 13.sü düzenlenen İzmir Öykü Günleri nitelikli edebiyatı iyi okurlarla buluşturuyor.Aralarında Handan İnci, Sibel K. Türker, Yıldız İlhan, Ahmet Bozkurt, Gürsel Korat ve Kerem Işık’ın da olduğu yazarlar 13-14 Mart günlerinde Selahattin Akçiçek Kültür Merkezi’nde bir araya geliyor. Öykü Günleri’nin bu yılki teması ‘Kadın ve Kent’ olarak belirlendi. Etkinliğin onur konuğu öykücü Nursel Duruel başta olmak üzere öykücü ve akademisyenler ‘Kadın ve Kent’ teması çerçevesinde çeşitli konuşma ve panellerle bir araya gelecek.
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live