Quantcast
Channel: ZAMAN-KÜLTÜR
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live

Seyirciyi yönlendiren filmleri sevmiyorum

0
0
Önceki gece sona eren 65. Berlin Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’nü, El Club filminin yönetmeni Pablo Larrain aldı. İstanbullu sinemaseverlerin yakından tanıdığı Şilili yönetmen, filminde Katolik Kilisesi’ni sert bir dille eleştiriyor. Larrain ile ödül gecesinde konuştuk.65. Berlin Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü alan Kulüp (El Club) filminin yönetmeni Pablo Larrain, İstanbullu sinemaseverlerin yakından tanıdığı bir isim. Larrain, 2009’da Tony Manero filmiyle İstanbul Film Festivali’nin uluslararası yarışmasında Altın Lale ödülünü kazanmıştı. Şilili yönetmen, ilk gösteriminden itbaren Berlin’i ‘çarpan’ ve festivalin en çok konuşulan filmi Kulüp’te bir grup rahibi anlatıyor. Şili’nin bir sahil kasabasında ‘kilise’ adını verdikleri bir evde yaşayan altı rahip üzerinden toplumdaki adalet duygusunu ve bazı rahiplerin adının karıştığı çocuk istismarı skandallarında Katolik Kilisesi’nin yaklaşımını sert bir şekilde eleştiriyor. Pablo Larrain’in yolu da Katolik Kilisesi’nden geçmiş. Şahsi tecrübe ve gözlemlerinin filme yansıdığını ama bundan daha fazlasının araştırmalar, rahipler ve istismara maruz kalan çocuklar ile görüşmelere, konuyla ilgili gerçek olaylara, makalelere dayandığını vurguluyor.Çocuk istismarı veya rahiplerin skandallarından ziyade olayın sonrasına odaklanıyorsunuz. Size göre meselenin odağında adalet mi var?Kilise böyle bir sorunun olduğunu nedense kabul etmiyor. Ve kendini adaletle yükümlü olarak görüyor. Halbuki Vatikan mahkeme değildir. Böyle bir olay olduğunda, yani bir çocuk bir rahip tarafından istismara uğradığında kilise içinde halledilecek bir mesele olarak bakılıyor. Ama bu normal, sivil bir mahkemede incelenmesi gereken bir sorun. Yani sadece Tanrı-kilise-rahip üçgeninde bu sorunun çözülmesini bekleyemeyiz. Zaten işler böyle yürüdüğü için bu büyük bir sorun olmaya devam ediyor. Eğer bir suç işlenmişse bu iyice araştırılmalı ve suçlular hapse girmeli, adalet sağlanmalı. Fakat medyada müthiş bir korku var, kiliseye karşı.Filminiz kimi eleştirmenler tarafından aşırı sert bulundu. Filmde resmedilen o karanlık dünya gerçekte var mı?Ben Katolik okuluna gittim. Dünyayı kurtarmak, iyi bir yer haline getirmek için uğraşıyorlar, bunları biliyorum. Filme başlamadan önce çok araştırma yaptık. Bu konuların üzeri sistematik bir şekilde kapatılıyor. Filmde anlatılan rahipler evi yapısının aynısı gerçekte var. 1950’lerden beri faaliyet gösteren ve 2004 yılında kapatılan Servants of the Paraclete adlı Katolik bir grup var, aynen filmdeki gibi yaşıyor ve karar alıyorlar. Rahipler kendi ‘problemleri’nin icabına kendi aralarında bakıyor, işi mahkemeye götürmüyorlar. Yıllardır, kilisenin çocuk istismarıyla ilgili haberlerini takip ettim, makaleler, araştırmalar ve kitaplar okudum suçunu kabul eden, “Evet yaptım, özür dilerim.” diyen bir tek rahibe rastlamadım.Kulüp, önceki filmleriniz gibi insanın karanlık yönlerine dair ama daha öfkeli ve daha sert bir film gibi...Evet, kişisel ve kurumsal dokunulmazlıkla, adaletle ilgili. Tabii ki şiddetle de... Güney Amerika’da olduğu gibi, benim ülkemde de kilise çok uzun yıllardır etkin bir kurum ve filmde anlatılanlar yeni değil. Mesela 70’lerde Meksikalı ünlü bir rahip var, Marcial Maciel. Yüzlerce çocuğu istismar etti, onlarcasına tecavüz etti, türlü sapkınlıkları var. Katolik Kilisesi’nin en büyük skandallarından biri, ama kilise bununla yıllar sonra yüzleşti. Bu bir kısır döngü, hiç değişmiyor. Filmin açılış sahnesinde, köpeği eğiten rahibin çizdiği dairesel döngü gibi... Işık ve karanlık birlikte, ayrı değildir. İnsanın içinde iyilik ve kötülük birlikte yer alıyor.Yeni Papa Francis’in bu konuda bir şeyleri değiştirebileceğini düşünüyor musunuz?Büyük bir fırsatı olduğunu düşünüyorum. Birçok insan onunla gurur duyuyor ve ondan umutlu. Değişim, çok büyük bir sorun, büyük bir olay ve bir çırpıda çözülmesi zor. Ne yapabileceğini zaman gösterecek.Kiliseden herhangi bir tepki aldınız mı? Şili’de nasıl dönüşler bekliyorsunuz?Hayır, hiçbir şekilde geri dönüş olmadı. Kilise bu tür konuları işleyen filmleri ya da kitapları hep görmezden geliyor. Bu onlar için bir kuraldır, asla kamuoyuna bununla ilgili konuşma!Karakterleri yazarken onların arasındaki mesafeyi ve ahlaki yaklaşımı nasıl kurdunuz?Onların insani ilişkilerini dikkate aldım. Ahlakçılık yapan aptalca filmleri sevmiyorum. Her şeyi bilen ve her şeyi seyirciye açıklayan, seyircinin karakterler hakkında ne düşünmesi gerektiğini söyleyen, şu şöyledir, bu böyledir diye seyirciyi yönlendiren filmler benim tarzım değil. Beklentiler ile ilgilenmiyorum. Benim ilgilendiğim karakterlerin insanlık durumları ve gerçeklikleri.Katolik okulu geçmişinizden bahseder misiniz biraz? Filmdeki kadar karanlık mıydı?Hiç tecavüze uğramadım, onu soruyorsanız! Okula gitmeyi kendim seçmedim, bir Katolik de değilim artık. Kilise Güney Amerika’da çok önemlidir. Katolik Kilisesi’ni ve kültürümüzü birbirinden ayırmanız mümkün değil.Sinema ve insan iç içedir“Sinema her türlü insanlık durumunu ve insan davranışını kapsar, din de onlardan biri. Sinema, hayatın ve insanlığın yansımasıdır ve insanlar arasındaki iletişime katkı sağlar. Elbette ki din de bunun içine girer, dolayısıyla sinemayla herhangi bir insan davranışını ayırmak mümkün değil. Dinin olduğu yerde elbette ki sinema da olacaktır.”

Altın Ayı ‘Taksi’yle İran’a gitti

0
0
65. Berlin Film Festivali, önceki akşam yapılan kapanış ve ödül töreniyle sona erdi.5 Şubat’ta başlayan festivalde en iyi filme verilen Altın Ayı Ödülü’nü Cafer Panahi’nin yönettiği Taksi alırken, Pablo Larrain imzalı Kulüp, ikinci filme verilen Büyük Jüri Ödülü’nü kazandı. İngiliz yönetmen Andew Haigh’in yeni filmi 45 Yıl’ın başrol oyuncuları Charlotte Rampling ile Tom Courtenay’ın kadın ve erkek oyuncu ödüllerini alması da şaşırtıcı değildi. En iyi yönetmen ödülü ise bu tür A sınıfı festivallerde pek görülmeyen bir kararla iki isim arasında paylaştırıldı. Aferim! filmiyle Romen yönetmen Radu Jude ve Body filminin kadın yönetmeni Polonyalı Malgorzata Szumowska, En İyi Yönetmen ödülünü paylaştı.Genel olarak sinema ölçülerine göre şekillenen bu yılın ödül listesinde sadece Altın Ayı kararının ‘politik’ olduğu söylenebilir. Festival başkanı Dieter Kosslick de törende yaptığı konuşmada, festivalin ‘politik duruş’unu vurguladı. Darren Aronofsky başkanlığındaki jüri, iyi bir film olan ve yasaklı yönetmen Cafer Panahi’yi desteklemek amacıyla ödül listesine girmesi beklenen Taksi’yi en iyi film seçti. Bu kararın, ülkesinde film çekmesi yasaklanan bir yönetmene Altın Ayı takdim ederek, sinemanın gücünün bütün baskıların ve yasakların üzerinde olduğu mesajını vermek için alındığı açık. Panahi, daha önce Berlin’de Perde (2013) ile En İyi Senaryo, Offside (2006) ile de Büyük Jüri Ödülü almıştı. Büyük filmde, Cafer Panahi taksi şoförlüğü yapıyor ve arabaya yerleştirdiği kamera sayesinde müşterileri ile diyaloğa giriyor. Böylece, İran’ın sosyo-kültürel durumu perdeye yansımış oluyor. Yurtdışına çıkış yasağı bulunan Cafer Panahi’nin ailesi törene katıldı. Altın Ayı ödülünü ise Panahi’nin yeğeni Hana Saidi aldı. Sahneye gelen küçük Hana, “Bir şey söyleyemeyeceğim.” diyerek gözyaşlarını tutamadı.65. Berlin Film Festivali’nin ‘en iyi’leriFilm (Altın Ayı):Taksi (Cafer Panahi)Büyük Jüri Ödülü:Kulüp (Pablo Larrain)Yönetmen:Radu Jude (Aferim!), Malgorzata Szumowska (Body)Kadın oyuncu:Charlotte Rampling (45 Yıl)Erkek oyuncu:Tom Courtenay (45 Yıl)Senaryo:Patricio Guzman (İnci Tanesi / El Boton de Nacar)Alfred Bauer Özel Ödülü:Jayro Bustamante (Ixcanul)İlk film:600 Millas (Gabriel Ripstein)Kısa film (Altın Ayı): Hosanna (Na Young-kil)

Osmanlı hat sanatından nadide örnekler müzayedede

0
0
Asar-ı Atika Antika Sanat Galerisi, Osmanlı ve karma eserlerden oluşan 17. müzayedesini 1 Mart Pazar günü gerçekleştiriyor.1 Mart Pazar günü Conrad İstanbul’da başlayacak müzayedede Osmanlı saray eserleri, Türk seramik ve Osmanlı hat sanatının nadide örnekleri, farklı dönem ve coğrafyalardan klasik tablolar ve Tombak parçalar satışa sunulacak. Danışma Kurulu'nda Agop Egoyan, Avni Baturer, Bayram Karşit, Prof. Dr. Erdinç Bakla, Güner Liman, Garo Kürkman, Doç. Dr. Hüseyin Gündüz gibi isimlerin yer aldığı müzayedenin, hat eserlerinde Hamid Aytaç, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Mehmet Şefik Bey, Eğrikapılı Mehmed Rasim ve Hasan Tahsin Efendi’nin lat levhaları yer alıyor. 25 bin TL’den müzaydeye çıkan Hamid Aytaç ketebeli lehvanın alt kısmında “Faziletli el hac Hulusi Topbaş’a nişane-i meveddet ve mahmedet” yazılı. Levhadaki ayet ise Yusuf Suresi’nin 101. ayeti, celi davani hat ile yazılmış: “Ey Rabbim! Sen bana mülkten bir nasip verdin ve bana rüyaların tabirinden bir ilim öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada ve ahirette benim yardımcınsın; beni Müslüman olarak vefat ettir ve beni salihlere kat.” Eserin tezhibi, koyu kahverengi zemin üzerine iki renk altın kullanılarak telkari tarzında yapılmış. 18 bin TL’den müzayedeye çıkan Kazasker Mustafa İzzet Efendi ketebeli levhada ise Mümin Suresi 44. ayet var: “Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Süphesiz ki Allah kullarını çok iyi görendir.”Kazasker Mustafa İzzet EfendiMüzayedede öne çıkan eserlerTombak zemzemlik (360.000 TL) Osmanlı, Tombak dövme tekniği ile yapılmış oval bir kaide üzerinde şişkin gövdeli, geniş boyunlu, kulbu stilize dal formunda, kapak tutamağı sarık formunda, kazıma tekniği ile İstanbul işi tabir edilen çiçek, yaprak ve dal motifleri işli, orijinal zinciri üzerinde, tombak kondisyonu %100 ayarında, olağan üstü kalitede ve büyü ebadda müzelik tombak zemzemlik. 18. yy. sonu - 19. yy. başıTombak Çift Kapaklı Sahan (90.000 TL)Osmanlı, dövme tekniği ile bakırdan yapılımış, kapak tutamakları kozalak formunda, kapak üzeri kazıma ve nokta vurma tekniği ile İstanbul işi çiçek ve yaprak motifli, olağanüstü tombak kondisyonunda, Saray işi çift kapaklı tombak sahan. 18. yy. sonu - 19. yy. başı İbrahim Kemali Kuran-ı Kerim (190.000 TL)Osmanlı, İbrahim Kemali Efendi ketebeli, nesih hat ile yazılmış, tüm sayfa kenarları altın cetvelli, ser levhası 24 ayar altın, lacivert mürekkep ve muhtelif renklerde klasik üslubda tezhiplenmiş, sure isimleri beyaz mürekkep ile altın üzerine yazılmış, orijinal cildi içerisinde müzelik Kuran-ı Kerim.
1106 Hicri Edepname-Osmanlı İmparatorluğu Devlet Hitap Kuralları (150.000)Bu eseri Sultan II. Mustafa’nın emri ile Ali bin Halil İzmiri yazmıştır. Sultan’a sunulan bu nüshanın baş kısmında Sultan II. Mustafa’nın altın ile çekilmiş tuğrası ve orijinal tezyinatı bulunmaktadır. Divani ve nesih hatları ile yazılmış olan eser Osmanlı devletinde gelenek ve kurallara nekadar önem verildiğini ve Sultan’ın bu kuralları ne kadar önemsediğini göstermesi açısından çok önemlidir. Sultan Abdülaziz Anıtsal Tuğray-ı Hümayün (49.000 TL)Osmanlı, Sultan Abdülaziz Han’ın saltanatında, muhtemelen tahtın arkasına asılan ahşaptan oyma ve 24 ayare altın kaplama olağanüstü anıtsal tuğra. Tuğranın çevresi şualarla bezelidir ve şuaların etrafı 16 Türk devletini temsil eden 16 adet Yıldız ile çevrelidir. Tuğranın sağ üst köşesinde “Mucibince Amel Oluna” ibaresi bulunmaktadır. Antranik Efendi Murassa Tasvir-i Hümayun (59.000 TL)Osmanlı, fildişi üzeri Ermeni saray sanatçısı Antranik Efendi imzalı,
oval formda, Sultan’ı ön yandan olağanüstü incelikte tasvir eden, altın montüründe ve yüksek kalite de elmaslar ile bezeli şaheser tasvir-i hümayun. 19. yy.
8,5x5,5cm
59.000 ̈

320 yıllık Kuran-ı Kerim müzayedede

0
0
Asar-ı Atika Antika Sanat Galerisi, Osmanlı ve karma eserlerden oluşan 17. müzayedesini 1 Mart Pazar günü gerçekleştiriyor.Conrad İstanbul’da saat 14.30’da başlayacak müzayedede Osmanlı saray eserleri, Türk seramik ve Osmanlı hat sanatının nadide örnekleri, farklı dönem ve coğrafyalardan klasik tablolar, tombak parçaları satışa sunulacak. Müzayededeki en önemli eser, İbrahim Kemali Efendi imzalı 320 yıllık bir Kuran-ı Kerim. Açılış fiyatı 190 bin TL olan Kuran-ı Kerim, nesih hat ile yazılmış, tüm sayfa kenarları altın cetvelli, ser levhası 24 ayar altın, lacivert mürekkep ve muhtelif renklerde klasik üslubda tezhiplenmiş, sure isimleri beyaz mürekkep ile altın üzerine yazılmış. Hafız Osman’ın öğrencisi olan İbrahim Kemali Efendi’nin eserleri Türk İslam Eserleri Müzesi’nde ve koleksiyonerlerde yer alıyor.Hamid AytaçDanışma Kurulu'nda Agop Egoyan, Avni Baturer, Bayram Karşit, Prof. Dr. Erdinç Bakla, Güner Liman, Garo Kürkman, Doç. Dr. Hüseyin Gündüz gibi isimlerin yer aldığı müzayede Osmanlı’nın son hattatı Hamid Aytaç, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Mehmet Şefik Bey, Eğrikapılı Mehmed Rasim ve Hasan Tahsin Efendi’nin de hat levhaları yer alıyor. 25 bin TL’den müzaydeye çıkan Hamid Aytaç ketebeli lehvanın alt kısmında “Faziletli el hac Hulusi Topbaş’a nişane-i meveddet ve mahmedet” yazılı. Levhadaki ayet ise Yusuf Suresi’nin 101. ayeti, celi davani hat ile yazılmış: “Ey Rabbim! Sen bana mülkten bir nasip verdin ve bana rüyaların tabirinden bir ilim öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada ve ahirette benim yardımcınsın; beni Müslüman olarak vefat ettir ve beni salihlere kat.” Eserin tezhibi, koyu kahverengi zemin üzerine iki renk altın kullanılarak telkari tarzında yapılmış. 18 bin TL’den müzayedeye çıkan Kazasker Mustafa İzzet Efendi ketebeli levhada ise Mümin Suresi 44. ayet var: “Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Süphesiz ki Allah kullarını çok iyi görendir.”Kazasker Mustafa İzzet EfendiAsar-ı Antika Sanat Galerisi'nin sahibi ve kurucusu kendiside koleksiyoner olan Can Önen, “Müzayede, Osmanlı ağırlıklı eserler çoğunluklu ama araya 30-40 tane çağdaş eser serpiştirilen bir koleksiyon oldu. Hepsi saray parçası, ya bir sultanın elinden çıkmış ya bir sultana yapılmış ya da bir Osmanlı padişahının başka bir sultana hediye ettiği eserler. Çok önemli parçalar bulunuyor. Hepsinin de bir hikayesi var. Müzayedede satışa sunulan Abdülazize ait iki çok önemli eser mevcut, bir adet anıtsal boyutta etrafı 16 Türk devletini temsil eden 16 adet Yıldız ile çevreli tuğra ve devasa boyutta bir Sultan Abdülaziz portresi. Eser Sultan Abdülaziz’in Stanisław Chlebowski tarafından yapılmış olan ve Devlet Resim Heykel Müzesi’nde bulunan eserinden sonra görülmüş tek tam boy portresidir. Bunun dışında Dünyaca tanınmış ünlü Rus gümüş ustası Carl Faberge ve oğullarına ait şaheser gümüş işleri, daha önce hiç bir örneği görülmemiş Osmanlı Sarayı'nda devlet adabını anlatan "Edepname" Divani ve nesih hatları ile yazılmış olan eser Osmanlı devletinde gelenek ve kurallara nekadar önem verildiğini ve Sultan’ın bu kuralları ne kadar önemsediğini göstermesi açısından çok önemlidir. Neredeyse %100 tombak kondisyonunda formu ve ebadı bakımından çok nadir, olağan üstü kalitede ve büyü ebadda müzelik tombak zemzemlik.” dedi.Müzayedede öne çıkan eserlerTombak zemzemlik (360.000 TL)Osmanlı, Tombak dövme tekniği ile yapılmış oval bir kaide üzerinde şişkin gövdeli, geniş boyunlu, kulbu stilize dal formunda, kapak tutamağı sarık formunda, kazıma tekniği ile İstanbul işi tabir edilen çiçek, yaprak ve dal motifleri işli, orijinal zinciri üzerinde, tombak kondisyonu %100 ayarında, olağan üstü kalitede ve büyü ebadda müzelik tombak zemzemlik. 18. yy. sonu - 19. yy. başıTombak Çift Kapaklı Sahan (90.000 TL)Osmanlı, dövme tekniği ile bakırdan yapılımış, kapak tutamakları kozalak formunda, kapak üzeri kazıma ve nokta vurma tekniği ile İstanbul işi çiçek ve yaprak motifli, olağanüstü tombak kondisyonunda, Saray işi çift kapaklı tombak sahan. 18. yy. sonu - 19. yy. başıİbrahim Kemali Kuran-ı Kerim (190.000 TL)Osmanlı, İbrahim Kemali Efendi ketebeli, nesih hat ile yazılmış, tüm sayfa kenarları altın cetvelli, ser levhası 24 ayar altın, lacivert mürekkep ve muhtelif renklerde klasik üslubda tezhiplenmiş, sure isimleri beyaz mürekkep ile altın üzerine yazılmış, orijinal cildi içerisinde müzelik Kuran-ı Kerim.
1106 HicriEdepname-Osmanlı İmparatorluğu Devlet Hitap Kuralları (150.000)Bu eseri Sultan II. Mustafa’nın emri ile Ali bin Halil İzmiri yazmıştır. Sultan’a sunulan bu nüshanın baş kısmında Sultan II. Mustafa’nın altın ile çekilmiş tuğrası ve orijinal tezyinatı bulunmaktadır. Divani ve nesih hatları ile yazılmış olan eser Osmanlı devletinde gelenek ve kurallara nekadar önem verildiğini ve Sultan’ın bu kuralları ne kadar önemsediğini göstermesi açısından çok önemlidir.Sultan Abdülaziz Anıtsal Tuğray-ı Hümayün (49.000 TL)Osmanlı, Sultan Abdülaziz Han’ın saltanatında, muhtemelen tahtın arkasına asılan ahşaptan oyma ve 24 ayare altın kaplama olağanüstü anıtsal tuğra. Tuğranın çevresi şualarla bezelidir ve şuaların etrafı 16 Türk devletini temsil eden 16 adet Yıldız ile çevrelidir. Tuğranın sağ üst köşesinde “Mucibince Amel Oluna” ibaresi bulunmaktadır.Antranik Efendi Murassa Tasvir-i Hümayun (59.000 TL)Osmanlı, fildişi üzeri Ermeni saray sanatçısı Antranik Efendi imzalı,
oval formda, Sultan’ı ön yandan olağanüstü incelikte tasvir eden, altın montüründe ve yüksek kalite de elmaslar ile bezeli şaheser tasvir-i hümayun. 19. yy.
8,5x5,5cm
59.000 ̈

Çanakkale Bienali’nden bir seçki İstanbul’da

0
0
İki yılda bir düzenlenen ve geçtiğimiz eylül ayında dördüncüsü gerçekleştirilen Çanakkale Bienali’nin 3 ve 4.sünden bir seçki geçtiğimiz cuma günü İstanbul Tütün Deposu’nda sergilenmeye başladı.“Çanakkale Bienali: Koordinatlar 3 ve 4” başlıklı seçki, Çanakkale bienallerinin açtığı kavramsal çerçeveden hareketle, Çanakkale kentinin sosyal ve kültürel dokusunu belirleyen tarihsel belleğini ele alıyor. Küratörlüğünü Beral Madra, bienal direktörlüğünü Seyhan Boztepe’nin yaptığı sergi 8 Mart’a kadar açık kalacak. 4. Çanakkale Bienali 1. Dünya Savaşı’nın 100. yılı nedeniyle ‘Savaşın Sonunu Yalnız Ölüler Görür’ temasıyla 27 Eylül-2 Kasım 2014 tarihleri arasında yapıldı. (www.depoistanbul.com)

‘Çocukluğumun hayatı Fellini filmleri gibi kaldı’

0
0
Aylık hayat ve sanat dergisi Yedirenk, şubat sayısının kapağını yönetmen, oyuncu, müzisyen ve yazar Uğur Yücel’e ayırdı.Sadece sanatıyla değil, hayata karşı duruşu ve topluma bakışıyla da özgürlükçü çizgisini koruyan Yücel, Yusuf Bülbül’ün sorularını cevapladı. 100. yılı Türk sinemasının geleceğine dair önemli tespitlerde bulunan ve sinemada nitelik-nicelik tartışmalarına kayıtsız kalmayan usta yönetmen, devlet desteğiyle ayakta duran sinemanın geldiği son noktayı anlatıyor. Yücel, daha önce bir röportajda söylediği ‘hayatımı kaybettim...’ sözlerine ise şöyle açıklık getiriyor: “Gelecekten umut kesilince geçmişe sarılıyorsunuz. Eski İstanbul’da en çok çocukluğumu özlüyorum. Ben hayatımı kaybettim dediğimde çok şaşırmışlardı. İnsanını kaybetmek hayatını kaybetmekle eştir. Çocukluğumun hayatı şimdi Fellini filmleri gibi kaldı. Meğer sinemanın içinde yaşıyormuşuz.”Sadece Uğur Yücel değil, derginin 14. sayısı müzikten tiyatroya, edebiyattan resim sanatına adeta bir söyleşi şöleni sunuyor. Müzik sayfalarında Ali Pektaş, Taksim Tio Türkiye (Hüsnü Şenlendirici, İsmail Tunçbilek, Aytaç Doğan) üçlüsünü ağırlıyor. Merve Kıyak Şahin ise İstanbul Modern’de retrospektifi açılan Mehmet Güleryüz’le konuşmuş. Abdülkadir Büyükbingöl, 50. sanat yılını kutlayan usta tiyatrocu Zihni Göktay’a yöneltiyor sorularını.Derginin ilgi çekici dosyalarından biri de Zilciyan zilleriyle ilgili. Saro Dadyan’ın kaleme aldığı yazıda, İstanbul’dan başlayıp dünyaya yayılan zillerin 400 yıllık öyküsü anlatılıyor. “Ziller Kimin İçin Çalıyor” adlı yazıda ise 5 dalda Oscar adayı Whiplash’in başarı hikâyesi ve tabii filmde kullanılan İstanbul zilleri yer alıyor.

ABD, 'başşair'ini yitirdi

0
0
Pulitzer ödüllü ABD'li şair Philip Levine, 87 yaşında hayata veda etti. Bir süredir pankreas kanseriyle mücadele eden ve 14 Şubat'ta öldüğü açıklanan Levine, doğup büyüdüğü Detroit'teki işçi sınıfı hakkında yazdığı şiirleriyle tanınıyordu.Şair, "The Simple Truth" adlı eseriyle 1995 Pulitzer ödülüne değer görülmüştü. Levine 2011-2012 yıllarında ABD Kongre Kütüphaesi tarafından "başşair" ilan edilip, bu sıfatı alan 18. şair olarak ödüllendirilmişti. 2013 yılında Amerikan Şairler Akademisi taafından verilen Wallace Stevens Ödülü'ne de değer görülen Levine, otuz yıldır Fresno'daki Kaliforniya Eyalet Üniversitesi İngilizce Bölümü'nün onursal profesörüydü.Rusya'dan göç etmiş yoksul bir Yahudi ailenin çocuğu olan Levine, beş yaşında babasını kaybetti. Levine, çocuk yaşlarından itibaren otomobil sanayinin merkezi sayılan Detroit'te yedek parça üreten bir atölyede çalıştı. Detroit'de liseyi bitirdikten sonra Wayne'de yüksek okula başladı. İlk şiirlerini de bu yıllarda yazdı. Annesine ithaf ettiği "The Mercy" adlı şiir kitabında bu ilk şiirlerini yayınlayan Levine, 1950'de “aptalca işler” olarak nitelendirdiği Chevrolet ve Cadillac fabrikalarında çalıştı. Levine, sinema oyuncusu Frances J. Artley ile evlendi. 1957'de Iowa Üniversitesi'ni, teknik yazım ve güzel sanatlar alanındaki başarısıyla bitiren şair, aynı yıl Stanford Üniversitesi'nin “Jones Fellowship in Poetry” ödülünü aldı. 1958'de Fresno'daki Kaliforniya Eyalet Üniversitesi İngilizce bölümünde öğretim üyeliğine başladı ve 1992'de emekli oldu. Philip Levine, Princeton, Columbia, Berkeley gibi üniversitelerde de misafir öğretim üyesi olarak ders verdi. Levine için Detroit şairi dense yeridir. Şiirlerinde buradaki insanların, işçi sınıfının yaşantısını, aile ilişkilerini ve sorunlarını yansıtır. İşçi sınıfından portreler çizerken, bir anlamda edebiyatta onların dili de olur. Bu sebeple ABD'lilerin hayatına şiiri getiren şair olarak nitelendirilir. Levine, parlak bir dünya olarak sunulan Amerikan ideallerini sorgulamaktan da çekinmez.

Aydın Doğan Ödülü, "Roman" dalında Orhan Pamuk’un

0
0
Doğan Vakfı Yönetim Kurulu, vakfın kurucusu adına 1996 yılından bu yana düzenlediği Aydın Doğan Ödülü'nün 2015 yılında "Roman" dalında verilmesine karar vermişti. Seçici Kurul, bu dalda Aydın Doğan Ödülü'ne Orhan Pamuk verdi.Doğan Hızlan başkanlığında, Prof. Dr. İnci Enginün, Prof. Dr. Nüket Esen, Semih Gümüş, Prof. Dr. Handan İnci, Prof. Dr. Turan Karataş, Prof. Dr. Jale Parla, Ömer Türkeş ve Metin Celal Zeynioğlu'dan oluşan Seçici Kurul 6 Şubat 2015 Cuma günü, yaptığı toplantıda; Eserleri ile Türk edebiyatına romanın farklı türlerini getirdiği ve bu farklı türlerle kendisini izleyen genç romancılara yeni uygulama ufukları açtığı; burası ve ötesi, dünyevi ve uhrevi, Doğu ve Batı kutuplarını ustalıkla bir araya getirdiği; Türk romanını dünyada temsil eden ustalarımız arasında yer aldığından 2015 Aydın Doğan Ödülü'nün "Roman" dalında Orhan Pamuk’a verilmesine oy birliği ile karar verdi. Aydın Doğan Ödülü, ülkemizde kültür, sanat, edebiyat ve bilim eserlerini yaratıcılarının kişiliğinde, çeşitli dallar için verilen uğraşları, özveriyi, kaliteyi ve mükemmelliğinin yanı sıra emek verenlerin çalışma ve birikimleri ile ulusal ve uluslararası platformda övgü kazananları, mesleklerine başladıkları günden bugüne kadar gösterdikleri başarılar doğrultusunda ödüllendirerek, Türk insanının kültürünü ve yaşam kalitesini yükseltmek amacıyla verilmektedir.1) 1997 Aydın Doğan Ödülü: Roman Adalet Ağaoğlu2) 1998 Aydın Doğan Ödülü: Soysal ve Beşeri Bilimler Prof. Dr. Doğan Kuban ve Prof. Dr. Emre Kongar3) 1999 Aydın Doğan Ödülü: Görsel Sanatlar Ara Güler4) 2000 Aydın Doğan Ödülü: Şiir Melih Cevdet Anday5) 2001 Aydın Doğan Ödülü: Tarih İlber Ortaylı6) 2002 Aydın Doğan Ödülü: Klasik Batı Müziği Ankara Devlet Konservatuarı7) 2003 Aydın Doğan Ödülü: Arkeoloji Ord. Prof. Dr. Sedat Alp ve Prof. Dr. Altan Çilingiroğlu Hizmet Ödülü: Türk Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü ve Suna-İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araşt. Enstitüsü8) 2004 Aydın Doğan Ödülü: Türk Halk Müziği Yücel PaşmakçıHizmet Ödülü: İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı ile Folklor Kurumu9) 2005 Aydın Doğan Ödülü: Kent Mimarisi, Kent Dokusuİzmir Konak Meydanı Düzenlemesi ve Kastamonu Tarihi Kent Dokusu İyileştirme Projeleri10) 2006 Aydın Doğan Ödülü: Resim Adnan Varınca11) 2007 Aydın Doğan Ödülü: Moda Tasarımı Özlem Süer ve Ümit Ünal12) 2008 Aydın Doğan Ödülü: Heykel Seyhun Topuz13) 2009 Aydın Doğan Ödülü: Tiyatro Genco Erkal14) 2010 Aydın Doğan Ödülü: Sinema Nuri Bilge Ceylan15) 2011 Aydın Doğan Ödülü: Türk Halk Müziği Mehmet ÖzbekHizmet Ödülü: Ege Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuarı16) 2012 Aydın Doğan Ödülü: Öykü Selim İleri17) 2013 Aydın Doğan Ödülü: Türk Müziği Prof. Dr. Nevzat AtlığTürk Musikisi Vakfı18) 2014 Aydın Doğan Ödülü: Fotoğraf Ozan SağdıçHizmet Ödülü: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fotoğraf Bölümü

12 Eylül’ü ailemize yapılmış zannediyordum

0
0
Ece Temelkuran iki yıl aradan sonra okurlarının karşısına bir 80 dönemi romanıyla çıktı. Can Yayınları’ndan çıkan ‘Devir’, darbe günleri ve sonrasına henüz 8 yaşındaki iki çocuğun, Ayşe ile Ali’nin gözüyle bakıyor. Temelkuran ile bu iki ‘makul’ roman kahramanını ve yazarın 12 Eylül’ünü konuştuk…Anne-babanızdan devraldıklarınızı, bu kitabı yeğenlerinize adayarak bir nevi onlara devrettiniz. Kitaba ismini de veren bu ‘devir’ duygusu bir sorumluluktan mı kaynaklanıyor?Bu seçilmiş bir sorumluluk mu yoksa doğar doğmaz içine doğduğum ve yüklendiğim bir sorumluluk mu bilmiyorum ama evet bir sorumluluk duygusu var. Biz zaten bu sorumluluk duygusuyla büyütüldük. Eğer sol görüşlü bir aileden geliyorsanız hayatı öğrendiğiniz yer yemek yenen masalar oluyor. Ve o masalarda aslında bir tedrisattan geçiyorsunuz. Hem bir tür duyarlılık tedrisatı, hem tarih bilgisi, hem insanlık bilgisi, hayat bilgisi, ne derseniz ona, o masalarda hayatı öğreniyorsunuz. Ama sadece bu konuyla ilgili değil, Ermenilerle ilgili de çalışırken hep şunu düşünmüşümdür, devretmek doğru bir şey midir? Ya da nasıl devrediyoruz? Acıları devretmeyi insanlar neden isterler? Bu sorumluluk duygusunu biraz da öğretiyorlar insana. Çünkü eğer o hikâyenin anlattıkları o tarihin, o hikâyenin bir parçası olmazsan, sahipsiz, kimsesiz, yersiz yurtsuz, kalacağını biliyorsun.Peki, bu ağır sorumluluk neden çocuk dilinden aktarıldı?Çünkü dönem çok karmaşık, çok çılgın ve çok kutuplaşmış. Herhalde bu sıfatlar bugünü de anlatıyordur. Tıpkı bugün gibi, herhangi bir sözün hangi tarafça söylendiğine bakarak insanlar yargılıyorlar, anlamlandırıyorlar, sınıflandırıyorlar... O dönem de öyle. Kutuplaşma artık insanların birbirini sokaklarda gırtlaklamasına kadar varmış durumda. Bu kadar kutuplaşılan bir ülkede çocuk diline dönmek bana makul olanı anlatmanın tek yolu gibi geliyor. Ben mesela Gezi’nin de makul olana geri dönüş çağrısı olduğunu düşünüyorum. O kadar karmaşıklaştı ki her şey ve sözcükler o kadar sahiplerinin dışındaki insanlar tarafından çalındı, gasp edildi ki o sözcüklerin ve anlamların geri dönmesi için bir makule çağrıydı. Bu iki çocuğun anlatmasının nedeni o. O dönemdeki makul iki çift göz Ali ile Ayşe. O kadar karmaşayı yalınlaştırabilecek ve insanlığın temel değerlerinde deneyebilecek iki çift göz. O yüzden çocuk dili.Bu dili kullanmak riskli gelmedi mi size? Edebiyattaki örnekleri de çok yaygın değil, üstelik kurması, sürdürmesi de güç...Kurması çok zordu. Gerçekten. Çünkü çocuksu bir dili aramıyoruz, çocuk dilini arıyoruz. Çocuksu dil yaratmak çok kolay ama benim yapmaya çalıştığım şey çocuk şiirine, çocuğun şiirli kafasına geri dönmekti. Onun için de gerçekten hatırlamak gerekti. Herhangi bir nesneye baktığımda ne hissediyordum, ne görüyordum?.. En zoru da çocukluktaki boş zamanı hatırlamaktı. Kendi çocukluğumdaki boş zamana geri döndüm; hiçbir şey yapmadığım, hiçbir şey yaptırılmadığım, atıyorum, perdenin renklerine baktığım o zamana geri döndüm. Olayları hatırlayabilirsiniz ama aklınızdan geçenleri... Ancak böyle çocuk diline, şiirine dönebileceğimi düşündüm ve kendi arkeolojimi yaptım. Ve çocuklara bir şey yaptırmak istedim. Çünkü bizim çocukluğumuzda okuduğumuz çocuk kitaplarında çocuklar bir şey yapardı. Bayağı mücadele verirlerdi. Şimdiki çocuk kitaplarında çok az öyle şeyler görüyorum. Ben o ilk kitapların çocukların kaderlerini değiştirdiğini düşünürüm. Şimdi de benim çocuk karakterlerimin bizim okuduğumuz kitaplardaki çocuk karakterlere benzemesini istedim. Güçsüzlüğüne ve küçüklüğüne rağmen bir şeyler yapabilen çocuklar.80 darbesi olduğu sırada siz de Ali ve Ayşe’nin yaşlarındaydınız. Olan biteni onlar gibi mi algılıyordunuz?İkisi gibi de değil aslında. Benimki Ayşe kadar neşeli, Ali kadar da canlı bir 12 Eylül öncesi değildi. Çünkü Ali mücadelenin içinde büyüyor, onun için umutsuzluk yok mesela. Ya da acı, korku, tehlike var ama büyük bunalım diye bir şey yok. Ayşe’de ise hiçbir şey görmediği için tereddüt, korku var. Gerçek bir orta sınıf ile yoksul sınıf arasındaki fark, iki çocuğun arasındaki ilişkide görülüyor. Ben 12 Eylül’ü, bize yapılmış bir şey zannediyordum. Bizim ailemize. Olayı kişisel algıladım. Gerçekten, şimdi bakıyorum ki çok uzun yıllar öyle algılamışım. Bizim ailemiz çok mutsuzdu. Hâlbuki değil, bütün memleket mutsuzdu. Yıllar sonra bile öyle hissettiğimi fark ettim. Hâlbuki toplumsal bir bunaltı var, o dönemde bilemezdim. Şimdi bilincine vardım.Unutmamakla hatırlamanın farkına da dikkat çekiyorsunuz. Sizin o yıllardan unutmadıklarınız neler? Unutmadıklarımı zaten hayatım boyunca taşıdım, öyle gazetecilik yaptım, öyle yazı yazdım, öyle ilişki kurdum, yaşadım; dünyaya öyle baktım. Unutma denmedi ama unutmamam gereken şeyler hep önümdeydi. Deniz Gezmiş’lerin nasıl öldürüldüğü, evde en çok konuşulan Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, -kardeşimin ismi oradan geliyor. Hepimiz, üç aşağı beş yukarı gitmişlerin isimlerini sırtımıza alıp doğduk zaten. Bu ülkenin böyle bir tarihi var. Unutmadıklarımız böyle şeyler ama bir de hatırlamadığımız şeyler var. Bir orta sınıf çocuğu olarak o korkuyu, mücadeleyle kendini koruma arasındaki sürekli tereddüdü… Bunları hatırlamadığımı sonra fark ettim. Birçok şeyi sonradan bakınca hatırlıyorum ve aslında dönemin, benim, bir neslin ruhunu kuran da ‘unutma, unutma’ diye tekrar edilenler değil, hep üstünden geçilen o küçük hayat aralıkları, ayrıntılar, daha tereddütlü ruh halleri.Karşı görüşten neredeyse kimse yok romanda. Kitabı yazarken hiç o dönemi yaşamış, olaylara karışmış ülkücülerle, sağcılarla görüşme imkânı buldunuz mu? Onlar ne diyor?20 yıl gazetecilik yaptım, o yüzden her türden insanla çok derinlemesine konuşmuşluğum var. Ama bu kitap için, hayır. Dürüst olmak lazım, ben başka bir şey anlatmak için bu kitabı yazdım; bu ülkenin muhalefetinden ne devrediyor, insan doğasında her türlü unutturmaya karşı direnen bir öz var mıdır, dirence dair bir öz var mıdır? Ve daha birçok soruyla ilgili bir şey. Bunun içinde ne sağcılara ne de faşistlere, ülkücülere filan yer yoktu. Onlar kendi hikâyelerini yazmalılar bence. Ben onu yazmak istemedim, öyle bir ihtirasa kapılmak da istemedim doğrusu.BU DELİLİĞİN DE BİR AKLI VARKitapta Birgül’ün bir cümlesi var, çok dikkatimi çekti. Diyor ki: “Mahalleden eyleme, eylemden mahalleye derken... Buradaki insanlar ne yapıyor haberimiz yok. Normal insanlar. Gerçi normal insanların da bizden haberi yok ya! Acaba öfkelendiğimiz için mi görmek istemiyoruz onları Ali, ne diyorsun bu işe? Onlar bizi yok sayıyor diye mi biz de onları yok sayıyoruz?”Ben yeni muhabirliğe başladığımda Türkiye’de en büyük ölüm oruçları oldu. Açlık grevleri vs. bu politik tutukluların anneleri de Kızılay’da bir binada ölüm orucuna yattılar. O daireyi unutamam, içeride delirme halini... Tansu Çiller’le Mehmet Ağar onlara randevu bile vermiyor. 16 yaşında bir kız öldü içerde. Hepsini izliyorum orada. Korkunç bir şey. Ve her gün oradan çıkıyordum, sokakta başka bir hayat var. İndirim var, şu var, bu var. Diyorum ki, bu kadar nasıl farkında olmazlar? İçeridekiler, başka bir hayat yok gibi yaşıyorlar. Dışarıdakilerin olanlardan haberleri bile yok. Bu ikisi arasında gidip gelmek beni hasta ediyordu. Sadece orada yaşasam o kadar hasta olmam. Ama duymama, görmeme, hiç ilgilenmeme halini görünce delirecek gibi oluyordum.Şimdi de benzer bir görmezden gelme durumu var toplumun her kesimi için. Neden yapıyoruz bunu? Geçmişte bunun adı sağ–sol çatışmasıydı. Peki, şimdi ne bunun adı?İşler çok karıştı. Bir yandan çok yalınlaştı, bir yandan çok karıştı. Bir yandan çok yalın; iktidar var, iktidarın karşısında olanlar var. Öte yandan Kürt meselesi var, Alevi meselesi var, işte Gülen Hareketi ile ilgili bir mesele var. Bu çatışmaların ne kadar ilkesel düzeyde, ne kadar günün siyasi konjonktürüyle ilgili olduğuna dair bir kafa karışıklığı var. Durum çok karışık şimdi. Ad koymak gerekmiyor ama anlamaya çalışmak gerekiyor. Ben bu ülkeyi artık delilik yönetiyor diyorum ama bu deliliğin de bir aklı var. Hiç öyle gelişine vurmuyor topu. Bir hedefi var, bize delice gelebilir ama bir hayali de var. Ve o hayalde benim gibi insanlar yok, korkarım senin gibi insanlar da yok.Şiddet sokağa inmedi belki ama kutuplaşma tıpkı o zamanlardaki boyutuna ulaşmak üzere. Toplum dinamiklerini takip eden biri olarak bu gerilim sizce ne zaman sona erer? Ya da bunun için ihtiyacımız olan nedir?Ben bu kitabı bunun için yazdım. Yani amok koşucusu gibi, nereye gittiği belli olmayan, çılgınca bir koşu var. Herkes de görüyor, korkunç bir yere doğru gidiliyor. Ama kimse hiçbir şey yapamıyor. Böyle bir gaflet hali sanki. Bu yaşandı Türkiye’de, demek için yazdım. Şimdi mesela 80 gazetelerini okurken, “Nasıl bir şey yapmazlar, nasıl bir şey olamaz bir türlü! Nasıl cumhurbaşkanı bir türlü seçilemez? Darbe geliyorum diyor, karanlık bir şey geliyor insanların üstüne tıpkı bugünkü gibi, nasıl hiçbir şey olmaz!” diye düşünüyorum. Olmayabiliyor ve inisiyatif alınmazsa evet, işler daha kötüye gidebiliyor. İnsanların bazıları, daha kötüsü olamaz, diyor ama öyle değil, daha kötüsü oluyor ve eğer insanlar bir inisiyatif ortaya koymazlarsa daha kötüsü de olacak.

Gazeteci roman kahramanları

0
0
Üç ayda bir yayımlanan Roman Kahramanları dergisi, Ocak/Mart 2015 sayısında Japon edebiyatını ele alıyor.Ali Volkan Erdemir’in editörlüğünde hazırlanan ‘Japon Roman Kahramanları’ dosyası bu uzak ülkenin yalnızca edebiyatını değil, aynı zamanda sosyal, kültürel yaşamını da yakınımıza getiriyor. Derginin kapağına taşıdığı diğer bir dosya Gazeteci Roman Kahramanları. Adnan Gerger’in editörlüğünde hazırlanan dosyada, Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ının kahramanı Celal, Ayşe Kulin’in Bir Gün romanındaki Nevra ve 1980’li yıllarda Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ve çok sevilen çizgi roman karakteri Hızlı Gazeteci inceleniyor. Dosya içindeki Sema Özher Koç’un kaleme aldığı “Attila İlhan’ın Kurtlar Sofrası Romanı’nda Gazetecilik Algısı ve Gazeteci Roman Kahramanları’ yazısı dikkat çekiyor. Dergi, bu sayıdan itibaren yeni bir araştırma konusu başlatıyor. Her sayıda farklı bir ilin roman kahramanının anlatılacağı bu dosyanın ilki ‘İzmirli Roman Kahramanları’na ayrılmış. (www.romankahramanlari.com)

Üsküdar’da Murat Menteş’e yer yok!

0
0
Üsküdar Belediyesi’nin Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde bu yıl ilk kez düzenlediği Üsküdar Kitap Fuarı, bir krize sahne oldu.Sanal âlemde aleyhinde linç kampanyası yürütülen yazar Murat Menteş’in fuardaki imza günü ve söyleşisi iptal edildi. Olay önceki gün, Menteş’in 15 Mayıs 2014’te Kocaeli Kitap Fuarı’nda yaptığı bir konuşmanın www.haber10.com sitesinde yayınlanmasıyla başladı. “Murat Menteş’ten Erdoğan’a ağır hakaret!” başlığıyla verilen haber, kısa sürede tüm haber siteleri ve sosyal medyada hararetli bir tartışma başlattı. Birkaç saat sonra ise Üsküdar Belediyesi, Menteş’in 21 Şubat Cumartesi günü gerçekleşecek söyleşi ve imza gününü iptal ettiğini duyurdu.Gelişmeler üzerine aynı fuarda söyleşisi ve imza günü olan yazar Tuna Kiremitçi ile İzdiham dergisinin yayın yönetmeni-şair Bülent Parlak, Murat Menteş’in yanında yer aldıklarını belirterek fuardaki etkinliklere katılmayacaklarını duyurdu. Kiremitçi adına yayıncısı April Yayınları şu açıklamayı yaptı: “Aylar önce yapılan bir konuşmanın belirli bölümlerini cımbızlayarak sosyal medyada paylaşan art niyetli kişilerin tahriklerine kapılarak yazarımız Murat Menteş’in imza gününü iptal eden Üsküdar Belediyesi Kitap Fuarı’na, davet ettikleri diğer yazarımız Tuna Kiremitçi de katılmayacaktır. İfade özgürlüğü engellenemez.” Murat Menteş ise cevabını www.afillifilintalar.com sitesinde yazdığı (yanda bir kısmını yayınladığımız) yazıyla verdi.Murat Menteş’in yaşadığı ilk değil. Özellikle Gezi sürecinden sonra sanatçılara yönelik ihbar ve linç kampanyası birçok oyuncunun dizilerden çıkarılmasına, bazı dizilerin yayından kaldırılmasına yol açtı. Dönemin başbakanını eleştiren tweet attığı gerekçesiyle bazı sanatçıların konserleri iptal edilmişti.Yüzden fazla yayınevi ve birçok yazarın katıldığı Üsküdar Kitap Fuarı 22 Şubat Pazar günü sona erecek. (www.uskudarkitapfuari.com)Yoksulu tekmeleyenlere “bana vurmayın!” demem“Twitter’da bugün benden bahsediliyor. Haber siteleri, gazetelerin internet sayfaları hakkımda haber yapmışlar. Bir konuşma yapmışım… Cumhurbaşkanına “ağır” hakaretlerde bulunmuşum… Milleti aşağılamışım… Sağlık olsun. Ne diyebilirim, hayat bu. Konuşmanın videosunu izleyince, ben de şaşırdım. Çünkü…1] Sözlerimin öncesi, sonrası kesilerek bir “klip” hazırlanmıştı. Soma faciasından, orada ölen 301 işçiden, yetim kalan çocuklardan bahsettiğim cümleler aradan çıkarılmıştı. Maun Sûresi’ndeki “Yetimi itip kakarlar” ayeti kesilip atılmıştı. Nedensiz, mesnetsiz bir öfke tablosu vardı ortada.2] Halbuki o konuşma, Soma faciasının hemen ertesinde yapılmıştı. Madenden çıkarılan cesetler tazeydi. Hepimizin kalbi acıyla doluydu.3] Dönemin başbakanı bir maden işçisini tokatlamış, bir müşavir yine yoksul bir madenciyi tekmelemişti.Soma’da, sırf patronların maliyeti düşürme politikasından ötürü ölen 301 insan sizin için bir şey ifade etmiyorsa… Yaşları 2 ila 16 arasında 500 kadar çocuğun bir anda yetim kalması karşısında vicdanınız sızlamıyorsa… Orada yoksul madencilerin tokatlanması, tekmelenmesi umurunuzda değilse… Bunları unutup, görmeyip, sadece benim sözlerimden inciniyor, bana kızıyorsanız… Başbakan müşavirine “Tekmelerine sağlık” diye övgüler dizen yazarın gazetesindeki… Yer, zaman, bağlam belirtilmeden yapılan habere[?] dayanarak beni anladığınızı sanıyorsanız… Size söyleyecek sözüm yok. Beni yargılamanız, suçlamanız, “idama müstahak” görmeniz de umurumda değil. Yetimi itip kakmaya, yoksulu tekmelemeye devam ederken, bana da vurabilirsiniz.”

320 yıllık Kur’an-ı Kerim müzayedede

0
0
Hafız Osman’ın öğrencisi İbrahim Kemali Efendi imzalı 320 yıllık Mushaf-ı Şerif, 1 Mart Pazar günü müzayedeye çıkıyor.190 bin TL açılış ile yeni sahibini arayacak olan Mushaf-ı Şerif, nesih hat ile yazılmış, tüm sayfa kenarları altın cetvelli, ser levhası 24 ayar altın, lacivert mürekkep ve muhtelif renklerde klasik üslupta tezhiplenmiş. Asar-ı Atika Antika Sanat Galerisi tarafından Conrad İstanbul’da pazar günü saat 14.30’da başlayacak müzayedede Mushaf-ı Şerif’in dışında Hamid Aytaç, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Mehmet Şefik Bey, Eğrikapılı Mehmed Rasim ve Hasan Tahsin Efendi’nin hat levhalarının yanı sıra tombak zemzemlik, Edepname-Osmanlı İmparatorluğu Devlet Hitap Kuralları ve Sultan Abdülaziz’in Tuğra-yı Hümayun gibi Osmanlı saray eserleri de satılacak. (www.atikaart.com.tr)

Hermitage Müzesi çalışanı yazma eserleri antikacıya satmış

0
0
Rusya’nın ünlü Hermitage Müze-si’nde şok bir hırsızlık olayı ortaya çıktı.Müze çalışanlarından biri, tarihi elyazmaları ve gravürlerin sayfalarını keserek antikacı ve kitapevlerine sattığı gerekçesiyle tutuklandı. Adı henüz açıklanmayan çalışanın, işbirliği içinde olduğu diğer şüpheliler de soruşturma kapsamında tutuklandı. St. Petersburg şehrinde bulunan ve dünyanın en eski müzelerinden biri olan Hermitage’da yaşanan bu skandalın ardından Rus istihbaratı FSB soruşturmaya doğrudan müdahale etti. Olayın uluslararası bir tarihî eser kaçakçılığı olmasından şüpheleniliyor.Müzenin internet sitesinden yapılan açıklamaya göre, skandal hırsızlık geçen ay yapılan rutin kontroller sırasında ortaya çıkarılmış. Müze yetkilileri, operasyon sayesinde vandalizmin ve hırsızlığın önüne geçildiğini belirtiyor. FSB yetkililerinin Tass Haber Ajansı’na yaptığı açıklamaya göre, çalınanlar arasında yer alan 17. ve 19. yüzyıldan çok sayıda değerli gravür, taşbaskı resim, fotoğraf ve tarihî eser, müze çalışanının evinde ve St. Petersburg’daki bazı antikacılarda bulundu.Dünyanın en büyük ve eski müzelerinden olan Hermitage, 1764’te Çariçe II. Katerina tarafından kurulmuş, ancak 1852 yılında kamunun hizmetine açılmıştı. Yaklaşık 3 milyon sanat eserinden oluşan müzenin koleksiyonunun çok az bir kısmı sergilenebiliyor. Dünyanın en büyük resim koleksiyonuna sahip müzede 2006 yılında yapılan bir rutin kontrolde de sanat ve mücevher koleksiyonunda yer alan 200’den fazla eserin eksik olduğu tespit edilmişti. Eski bir küratör ile bağlantılı olduğu anlaşılan hırsızlık olayında çalınan eserlerin sadece 30 parçası müzeye kazandırılmıştı. KÜLTÜR-SANAT

Hocalı katliamı unutulmasın!

0
0
Azerbaycan halkının yaşadığı en ağır facialardan Hocalı Katliamı, 23. yılında İstanbul’da etkinliklerle anılıyor.Katliamın yıldönümü olan 27-28 Şubat’ta İstanbul Milli Saraylar Müzesi’nde gerçekleştirilecek “Gözü Yaşlı Hocalı’m” anma etkinliklerinde İtalyan sanatçı Alessandro Safina, katliam kurbanları anısına şarkılar seslendirecek. Ayrıca YARAT Modern Sanat Merkezi’nin organizatörlüğünde Niyaz Necefov, Emin Askerov, Ramal Kazımov, Anar Hüseynzade ve Reza Hazare’nin eserlerinden oluşan resim sergileri de Milli Saraylar’da ziyaret edilebilecek. Karabağ Savaşı sırasında, 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabasında yaşanan ve Azeri sivillerin Ermenistan’a bağlı kuvvetler tarafından toplu şekilde öldürüldüğü olay, her yıldönümünde çeşitli etkinliklerle anılıyor. KÜLTÜR-SANAT

Kadın fimleri 13 Mart’ta geziye çıkacak

0
0
13. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali 13 Mart’ta başlıyor.27 Nisan’a kadar devam edecek olan gezici festival 13-22 Mart’ta İstanbul’da, 28-29 Mart’ta Nevşehir-Kapadokya’da, 4-5 Nisan’da Muğla-Bodrum’da, 11-12 Nisan’da Diyarbakır’da, 18-19 Nisan’da Adana’da, 25-26 Nisan’da İzmir’de olacak. Kadınların deneyimlerini, düşlerini, gündemlerini, ürettiklerini, sinemayla ve sinemada buluşturmayı dileyen festivalde filmler, yine “Kadınların Sineması”, “Kendine Ait Bir Cüzdan”, “Cins-iyet-ler” ve “Bedenimiz Bizimdir” başlıklı bölümler altında gösterilecek. İki usta yönetmen, Margarethe von Trotta ve Nahid Persson Sarvestani toplu gösterimlerinin de yapılacağı festival kapsamında 25 ülkeden 60’ın üzerinde film perdeye yansıyacak. Festival kapanışında ise her yıl olduğu gibi bu yıl da ‘gelecek yıllar verilmemesi dileğiyle’ 7. Altın Bamya Ödülleri dağıtılacak. Geliri Şengal ve Kobane kamplarındaki kadınlara ve çocuklara aktarılacak festivalin biletleri mart ayında satışa çıkacak. (www.filmmor.org)

Boğaziçi’nde Ortadoğu Okulu başlıyor

0
0
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ve mezunlarının kurduğu İstanbul Fikir Araştırmaları Merkezi (İSFAM), Ortadoğu Okulu adlı bir proje hazırladı.Bölge coğrafyasını sosyo-politik, jeopolitik, tarihî ve stratejik yönlerden inceleyecek seminerlerden oluşan program, 27 Şubat’ta başlayacak. Bölgenin uzmanı akademisyen ve gazeteciler, çeşitli başlıklar altında dersler verecek. Koordinatörlüğünü Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi ve İSFAM’da Fikir Araştırmaları Komisyonu Başkanı Salih Yetim’in yaptığı projenin iki ana başlığı var: Ülke Oturumları ve Aktüel İncelemeler. Her cumartesi saat 14.00’te başlayacak oturumlarda Doç. Dr. Bekir Günay, Yrd. Doç. Yasin Atlıoğlu, Prof. Dr. Ö. Zeynep Oktav, Ali Hussein Bakeer, Prof. Dr. İhsan Bal, Doç. Dr. Serhat Erkmen, Prof. Dr. Gencer Özcan, Kerim Balcı, Ali Semin, Hakan Boz ve Doç. Dr. Ahmet Han; Lübnan, Suriye, Mısır, Libya, Fas, Tunus, Cezayir, Irak, İran, İsrail, Filistin, Pakistan, Afganistan ve Körfez ülkelerini etraflıca anlatacak. (Bilgi ve başvuru için: www.isfam.org).

Topyekûn uyanalım

0
0
Yakup Almelek’in yazdığı ve 2010 yılında Amerikalı tiyatro yönetmeni Annie Ward’un rejisiyle Broadway’in “Theatre Three” tiyatrosunda sahnelenen ‘Uyanış’ oyunu, 21-22 Şubat saat 20.30’da Profilo Kültür Merkezi Salon 2’de ve 27 Şubat Saat 20.30’da Kadıköy Duru Tiyatro’da sahnelenecek.Yağmur Yağmur tarafından İstanbul’da yeni kurulan Tiyatro Oyun Bandı’nın yeni oyunu olan ‘Uyanış’, bir şizofrenin gözünden; geçmiş, bellek, kadın erkek sorunları, aile çatışması, kaza, yazgı, bilinçaltı ve estetik gibi kavramlara değiniyor. Yönetmenliğini Saydam Yeniay’ın yaptığı oyunda; Özlem Öçalmaz, Alayça Öztürk, Barış Aytaç, Dikmen Seymen, Kubilay Karslıoğlu, Elçin Hanbay Kaya ve Batuhan Sezer rol alıyor. (yy.yagmuryagmur@gmail.com)

Ankara’da Paris havası

0
0
Non Paris Sergisi, İstanbul’un ardından Ankara’ya taşındı. Cernmodern’de açılan sergi, Laleper Aytek’in hiç sevmediği ama ikinci defa gidişinde fotoğraflamaya başladığı Paris’ten.Laleper Aytek, “Bana bu şehri arkadaşım Zeynep Avcı sevdirdi, Gaye Petek ise projenin ismini verdi.” diyor. Aytek 2012 yılında ikinci defa gittiği Paris’te fotoğraf çekmeye başlar. Bu konuda en büyük desteği ise arkadaşı Gaye Petek verir. Sokaklar, pasajlar hep onun yönlendirmesiyle Aytek’in makinesiyle görsele dönüşür. İki yıl Non Paris çalışması hiç sevmeyerek gittiği şehri üzerine fazla okuma yapamasa da fotoğraflar sayesinde derinlemesine farklı katmanlarda buluşturur. Non Paris sergisi 8 Mart’a kadar görülebilir.

Endülüs’ten bugüne sarkıtılan ipler

0
0
İlim ve sanatta gösterdiği ilerlemeyle Avrupa’yı derinden etkileyen Endülüs medeniyeti, üstünden bin yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ İslam dünyası için önemli bir örnek, sembol ve model.İnsanlık tarihinde kendine önemli bir yer edinen bu kadim medeniyet üzerine yazılan onlarca kitaba geçtiğimiz haftalarda bir yenisi daha eklendi. Daha önce dünyanın farklı coğrafyalarına yaptığı gezileri kitaplaştıran Mesut Doğan, son kitabı “Düşlerin Son Sığınağı Endülüs”te, (İz Yayıncılık) Endülüs medeniyetinin izlerini sürüyor. Yazar, kitapta altı İspanya şehrini ve bu şehirlerdeki Endülüs medeniyetinin hatırasını taşıyan eserleri anlatıyor. Mallorca, Grenada, Cordoba, Sevilla, Malaga ve Bilbao şehirleri; Elhamra ile Alcazar Sarayı, Kurtuba Camii ve kıyıda köşede kalmış eserlerin anlatıldığı gezi yazılarına daha sonra araştırmalarından elde ettiği notları, alıntıları, kaynakları da dahil etmiş Doğan. Yazarın çektiği fotoğraflarla zenginleştirilen kitabın en önemli özelliği ise yerel rehberlerden elde edilen önemli bilgilere ve ayrıntılara yer veriyor olması.Mesut Doğan, kendisini bu kitap için harekete geçiren sebepleri anlatırken, “Çok sınırlı da olsa ayakta kalmaya çalışan bir medeniyetin yeniden yeşermesi adına bir şeyler yapabilmeyi çok istiyordum.” diyor. Yazara göre, bir gün yeniden canlanacak olan İslam tarihinin bu estetik zirvesi, bugünün insanına da bir şeyler söylüyor. “Amacım bu medeniyetin, onu tekrar diriltecek insanlara her gün sayısız mesajlar verdiğini anlatmak.” Yazar, kitapta Endülüs medeniyetinin son kalesi olarak gördüğü Elhamra Sarayı’na da geniş bir yer ayırıyor. Doğan’a göre 1200’lü yıllarda yapılan bu saray ‘cennetten dünyaya görünmez iplerle sarkıtılmış ve her akşam gökyüzüne geri çekilecekmiş hissi veren, göklerle bütünleşmiş’ eşsiz bir eser. “Onca badireler atlatması ve etrafında onu geçecek bir eserin yapılmasına izin vermemesi bakımından cennetin yeryüzündeki bir gölgesi gibi.” diyor Mesut Doğan, Elhamra için. Yazar, Endülüs medeniyetinin İslam dünyası için günümüzdeki önemini ise şu sözlerle anlatıyor: “Endülüs medeniyetini sona erdiren en önemli nedenin iç kavgalar (ırk, mezhep ve kabile asabiyeti) olması, günümüz İslam dünyasının sorunlarının çözümünde bu medeniyeti tanımanın önemini daha da artırıyor.”“Düşlerin Son Sığınağı Endülüs” kültürel içeriği ağır basan, edebi zevki de ihmal etmeyen bir gezi kitabı. İspanya seyahatine çıkacaklar için de odaklanma açısından iyi bir rehber.

Hadi, ‘Paşa Paşa Tiyatro’ya!

0
0
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun yeni oyunu “Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa”, Anadolu’ya ilk tiyatroyu götüren zamanın Bursa Valisi Ahmet Vefik Paşa’nın bürokrasiyle mücadelesini anlatıyor. Müzikli komedi tarzındaki oyun, sezonun en çok seyirci toplayan yapımlarından biri.İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun bu sezon sahneye taşıdığı “Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa” oyununun galası geçtiğimiz hafta yapıldı fakat oyun, beş aydır 56 kez izleyici karşısına çıktı. Önce ekim ayında İstanbul’da Küçükçekmece Cennet Kültür Merkezi’nde, sonra Beykoz Ahmet Mithat Efendi Sahnesi’nde izleyiciyle buluştu, ardından da hemen Anadolu turnesine çıktı. Elazığ, Malatya, Bursa, Gaziantep, Sakarya ve Kahramanmaraş’ı dolaştı. Gittiği her şehirde izleyicinin teveccühü ile karşılaştı, salonda boş yer çok az kaldı. Oyun yine turnede. Bu hafta sonu 20 Şubat’ta bir, 21 Şubat Cumartesi günü ise iki temsil olmak üzere Zonguldak AKM’de sahnelenecek.TİYATRO DELİSİ PAŞA’YA TEŞEKKÜRBu turneler, oyunun 33 yaşındaki genç yazarı Gökhan Eraslan için iki nedenden dolayı çok anlamlı. İlki, inşaat mühendisliği okumak için İstanbul’dan Zonguldak’a giden Eraslan, ilk oyununu Zonguldak’ta izlemiş ve tiyatroyu burada sevmiş. İnşaat işlerini bırakıp İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Tiyatro okumaya karar vermiş. İkinci nedeni ise oyunun konusuyla ilgili. Anadolu’ya ilk tiyatroyu kuran Ahmet Vefik Paşa’nın bir bürokrat olarak bürokrasiyle mücadelesini anlatan oyunun, büyük şehirlerden ziyade Anadolu’da sahnelenmesi yazar için çok kıymetli.Oyun, Ahmet Vefik Paşa’nın Fasulyeciyan Tiyatrosu’nu sahiplenmesiyle başlıyor. Ahmet Vefik Paşa, Bursa’ya vali olarak atandığında Fasülyeciyan Kumpanyası’nın şehirde turnede olduğunu öğrenir. Önce onları gizli gizli izlemeye gider. Sonra Fasülyeciyan’lardan şehirde sürekli kalmalarını ister ve Bursa’da bir sahne kurulmasına öncülük eder. Fakat bu o kadar kolay olmaz. Gökhan Eraslan, “Ahmet Vefik Paşa, bir tiyatro delisidir. Eğer bizler, bugün tiyatro yapabiliyor ve sizler de bu sahnelerde onları izleyebiliyorsanız, bunda en büyük pay sahiplerinden biri de Ahmet Vefik Paşa’dır. Bir yazar olarak, bu oyun Ahmet Vefik Paşa’ya naçizane teşekkürümdür.” diyor. Eraslan Paşa’ya teşekkür etmekte haklı çünkü Paşa, kendisine çok şans getirmiş. Hayatının her döneminde Ahmet Vefik Paşa ile yolu kesişmiş Eraslan’ın. Çocukluğu Fındıkzade’de Ahmet Vefik Paşa Caddesi’nde geçmiş, üniversitede bitirme tezini Ahmet Vefik Paşa ve Bursa Osmanlı Tiyatrosu üzerine yapmış, yazdığı bu oyunla 2012’de Bursa’nın Osmangazi Belediyesi ve Bursa Devlet Tiyatrosu’nun ortaklaşa düzenlediği Feraizcizade Mehmet Şakir Oyun Yazma Yarışması’nda ikincilik ödülü kazanmış. Gökhan Eraslan’ın yazdığı Mutlu Güney’in yönettiği müzikli komedi “Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa” yaklaşık 40 kişiden oluşan kalabalık bir kadro ile sahneleniyor. Oyun, Zonguldak’tan sonra İstanbul’da Cennet Kültür Merkezi’nde izlenebilir. Moliere’yi Türkçe konuşturan Paşa Osmanlı devlet adamı, diplomatı, çevirmen ve oyun yazarı Ahmet Vefik Paşa, 1879-1882 yılları arasında Bursa Valiliği yapar. Bursa’ya geldiğinde 50’li yaşlarındadır (d.1823-ö. 1891) Görevi süresince Bursa’nın yol ve caddelerini Paris Belediye Başkanı George Euègene Haaussmann’dan esinlenerek düzenler. Hükümet konağı, memleket hastanesi, belediye ve tiyatro binası yaptırır. Ahmet Vefik Paşa’nın kurduğu bu tiyatro, İstanbul dışında Anadolu’da kurulan ilk tiyatrodur. Devlet adamlığı dışında Moliere çevirmeni olarak tanınan Ahmet Vefik Paşa, yazarın 16 oyununu Osmanlı Türkçesine çevirip bastırır. 3851 adet kitabın yer aldığı, her dilden eserin bulunduğu kütüphanesi o dönemde İstanbul’un en zengin kütüphanesi olarak nam salar. 1882’de valilikten alınan Paşa, bir süre daha devlet kademelerinde çalıştıktan sonra emekliye ayrılır ve vefat edene kadar Rumelihisarı’ndaki evinde edebî çalışmalarına devam eder. Mezarı Rumelihisarı Kayalar Mezarlığı’nda bulunuyor.
Viewing all 7489 articles
Browse latest View live